- 1417 Okunma
- 4 Yorum
- 9 Beğeni
Bahar
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
İki erişkin martı, hemen önünden değdi değecek cesurlukta uçtu. Yedi vapurundan indiğinden beridir beş-on dakika geçmiş, Alsancak belli ki bir güne daha uyanmış, gece uyanık kaldığı üç saatin etkisiyle bir bilemedin, iki kez istemsizce esnemişti. O esnada, simitçi tezgahını daha yenice açıyorken ilk müşterisi olarak da onu seçtiği belli olacak şekilde “taze taze simit,” diye yüzüne bakarak seslenince, “ver bakalım iki simit” dedi. Hem Sedef severdi, yemese bile martılar, güvercinler, belki karıncalar sebeplenirdi. Kediler, o hınzırlar yok mu beğenip de yüzüne bakmazdı simitin. Varsa yoksa balık kokacak yediği. Bir an, nasıl görünüyorum diye düşündü. Kıvırcık saçlarını eliyle yokladı, düzeltti, ķırmızı mantosu yeniydi, zayıfladığından beri daha genç göründüğünü söyleyenler olmuştu.
Sahilde birkaç kişi yürüyüşe çıkmış, sarı renkli, kulakları düşük sokak köpeği belediye çöpünü kokluyordu. Banklar bomboştu ya, geçen seferki gibi denize en yakın olanını seçer, büfeden iki çay söyler, sonra çoğu susarak, bazen de birbirlerine gülümseyerek geçen iki saatin ardından arayı bu kadar açmamalarını söyleyerek vedalaşırlardı. Bir yandan, son verdikleri sözün üzerinden bir buçuk yıl geçmişti. Telefonda sesi farklı gelmişti bu sefer, nasıl derler, bir miktar endişeli bir sesle, sanki duyulmasını istemiyor gibi fısıldayarak konuşmuştu. Birazdan halini hatırını sorar, anlatmayı dilerse de can kulağıyla dinlerdi, üniversiteden beridir arkadaştılar Sedef’le. Okul kantini, dedi kendi kendine. Yeşil duvarlar, kirli naylon masalar, açılıp kapanan ağır demir kapı, güneş ışığı ve bir gölge düşmüştü, camda biri büyük, diğeri ufak, iki sinek, hangisi dışarıdaydı, hatırlayamadı. Gölge, diye mırıldandı.
Sedef, uzaktan göründü, ama o da ne? Yanında biri, hay Allah bahsetmemişti bundan, şimdi endişelenmeye başlamıştı. Yapmazdı böyle şeyler, yok yok tanıdığı biri kesinlikle değil, iyice de yaklaştılar, tuhaf şeydi doğrusu.
Uzun sarı saçlarını garip bir biçimde toplamış, krem rengi montunun yakasının bir kısmı içeriye kıvrılmıştı. Özensizce evden çıktığı belliydi. Bakışları işte en tuhaf olan gözleriydi. Nasıl dese, yere doğru, olmadı denize bakıyor, öyle ani bir biçimde değişiyordu ki bu durum ilkin şaşkınlıkla ne diyeceğini, ne söyleyeceğini bilemedi. Arkadaşının kollarına şefkatle dokundu; “Eee Sedef, arkadaşınla tanıştırmayacak mısın beni? Adam, kırklı yaşlarda, ilkin siyah renkli sakalı, saçı ve aynı renk ince çerçeveli gözlüğü dikkati çeken biriydi. Doğrusu insana güven veren bir hali vardı, konuşunca da ses tonundan iyice emin oldu. Merhaba Bahar, ben Sakıp, memnun oldum, dedi adam.
Sedef, “onunla konuşmana gerek yok” dedi ani bir biçimde. “Zaten yazıyor her şeyi, benim rolüm sona eriyormuş, beyefendi öyle karar vermiş, epeyidir şunun şurasında iki saat var yoktu, o da alınıyor elimden. Sana öyle bir şey söyleyecekmişim ki benimle görüşmeyecekmişsin bir daha.”
Kafası karışmıştı iyice,
"Sedef, sahiden hiçbir şey anlamadım söylediğinden, zaten bu sabah her şey tuhaf," sözleri bir çırpıda döküldü ağzından.
“gece aniden uyandım
bir an, her şey dağıldı göz hizamda
meğer bir yokluğun parçasıymışım
biri yazıyor, ben yazıyormuşum
hangimiz dursa onadır meramım
bunu öğrenmenin korkusu bir yana
beni aklında, aklımda var edeni merak ettim
ne de olsa anılarımı ve
derin uykumu borçluydum
borç sevmezdim ben, bir de konuşmayı
yanıldım bunca yıl
bana bir mucize göstermelisin
örneğin yoldan geçsin bir çimento kamyonu
seni bileyim de belki ben beni bilirim
bilmek dedim de işte bu acı verdi
ne olur ki madem yokum
tamamen yokluğa yok olurum
Sedef devam etti konuşmaya; "dün gece üç saat boyunca uyuyamadın, uzun uzadıya düşündün, bakkala borcun varmış, kışa yakacak odunun yokmuş gibi, ölünce köyüne gömülmek isteyen İsmail amca gibi düşündün, sonra bir kağıt kalem aldın, şu satırları yazdın değil mi? Değişiyor aklın, fark edemeden, gerekenler gerekli durumlarda kılçıklı yönüne göre davranır, bundan sakındıkça bir bulutun dağılması gibi dağılır etrafa, yoksa boğazına takılır. Bak, bu rüzgar, yanımda gelen Sakıp’tır. Hayat dediğin de benimkisi gibi bir iki saattir, seninkisini bilemiyorum, belli ki sana düşkün, seni yazarken kendini yazıyor, sen yazdıkça onu yazıyorsun, beni bilirsin, küçük eğlencelerim var, balkonumda iki-üç çiçek, televizyon, bir de boğazıma düşkünümdür, hayat dediğin bunlar değil mi? Canım, herkes senin gibi nasıl yazsın, yazar olsun, benim kederim ederim, ederim susmam kadar, tuhaflaştım diye nicedir bakamıyorum yüzüme, geçen gün kimim ben? diye sordum balkonumdaki küpe çiçeğine. Şöyle bir salladı küpelerini, meğer balkon demirine bir diyeceği varmış, konuşmasını duyamadım, sesi bana ulaşmadan paslandı. Sonra, cevabımı gökyüzünde buldum, dediğim gibi rüzgar esti bir çırpıda sessizliğe düştüm. Ben gidiyorum, yeter bu var olma hastalığım. Örneğin şu denize atlasam ne olur? Hem güzel bir son değil de nedir? Cesedim bir kıyıya erişmedikten sonra ben zaten doğmamış sayılırım. Az önce önünden geçen iki martı gibi cesurum ben de. Şimdi sana bakıyor ikisi de, oysa vapurun peşindeymiş gibi yapıyor bir yandan. Camdaki iki sinek gibi yavaş yavaş, halleri ne de komik. Kantinde tanıştığımız o gün, Bahar biliyor musun gerçeğe bir cam ve iki can kadar eriyoruz. O iki sineğin hayali, hayatlarımıza aşkın hakikatin mayasıdır. Bizse sessiz imgeleriz, birazdan güneşe selam vereceğim, belki o beni anlar, kimse anlamadı, çiçeklerim de laf olsun diye, işte, bazen boyunlarını bana doğru büker her biri. Bu adamınsa çiçekle, toprakla ilgisi yok."
"Sedef sen neler söylüyorsun? "
Delirmiş olmalıydı. Bir doktor bulmalı diye düşündü, bir psikiyatrist, kesinlikle hastaneye yatırırlardı bu haliyle, ışık hızıyla zihnine çarpıp duran, ardından birbirlerine değip infilak eden düşüncelerinin boğucu havasında kalmışken, çıkışma ve sitem dolu sesi yükseldi arkadaşının;
"Asıl sen ne yapmaya çalışıyorsun? Hem o şiir mi, yazı mı ne olduğu belirsiz ucube satırlar da nedir? Yıllardır ne dediğin anlaşılmıyor. Bizlerse kelimelerinin anlamsızlığında hayatının derinlerine doğru Roma mozayikleri gibi dökülüyoruz teker teker. Haberin dahi yokken küçük taşların çoğunu ben uğurladım. Daha geçen gün, çocukluğunun geçtiği Birlik Sokağı’nın köşesindeki evde yaşayan turşucu Saime hanım, gözlerinden sicim gibi gözyaşları akıtarak gitti. Giderken yoluna alışsın diye zeus kabartmalı bronzdan saksılı mor menekşemi verdim ona. Adını Sakıp koymuş, canım benim; eskiler bizim gibi değil, şuncacık soluğa razıymış, sağol oğlum Sakıp dedi, inancımı korudum bunca zaman sayende, çok şükür yanılmadım, su gibi ol evladım, aziz ve aktıkça yitirilen. Öylece baktım arkasından. Boşuna uğraşma artık hatırlaman mümkün değil. "
Sonra Sakıp konuşmaya başladı, belli ki Sedef’in kuvvetinin azalmasını beklemişti;
"Bu planladığım bir durum değil Bahar, yalnız Sedef kadar direnç gösterenini de görmedim daha önce. "
"Efendim, anlayamadım," dedi şaşkınca.
“Yazar olduğum dışındakiler doğru olduğu kadar ifadelerinin eksikleri mevcut. Ben kusurlu, deliklerinden şaşkınlığa düşen bir yarınım. Seninle tanışmanın bilinmezin kollarında can veresi vardı. Yarına geç kalan, düne erken uyanır. Gece bu nedenle aniden uyandın. Ben basit bir adamım, küçük nalbur dükkanım ve iki saat sonrasını biteviye temizleyen eşimle kirası yedi yüz lira olan bir evde yaşıyorum. Seni beş hafta sonra rüyamda göreceğim ve uyanmadan unutacağım. Sen de beni on yaşında anneannenin ölümünden üç gün sonra rüyanda gördün. Sana bir soru sordum, o da şudur, “sevgimizin aşılmaz kararlılığını maddeye bağlayıp çürümeye terk etsek ne olur? Sabah annene anlatacakken tepsideki lokumlara gitti aklın. Sonra evin girişinde bir kedi görür gibi oldun, siyah ve güzeldi. Oracıkta yarım oldu her şey. Yaşamına neler sığdı düşün. Daha emeklemeyi öğrenmeden en çok da onun ellerini özledin. Özleye özleye tamamlanır insan, yarımın arkasına saklanmaz, anbean yaralı bir kavuşmaya dönüşür zaman, sonra kanar durur her şey kararlı bir tamamlanma için.” dedi.
Çoktan ağlamaya başlamıştı. Birkaç hıçkırık ve inlemeye benzer ses çıkarınca yanından yürüyerek geçenler göz ucuyla ve merak etmemiş gibi yaparak baktılar.
“Ben gidiyorum artık, neler oluyor, ne söylüyorsunuz anlamıyorum. Bana söyledikleriniz, sahi neydi her biri? “
O an, “gitme” diye atıldı Sedef. “Özür dilerim arkadaşım, seni üzmeyi asla istemezdim.”
Derince nefes aldı. Sonra denize baktı. Bankların hepsi boştu. Nihayet en yakınındaydı. Martılar, diye içinden geçirdi.
YORUMLAR
Parlain m
Beğenmenize sevindim. Teşekkür ederim.
Bireyin iç dünyasını esas alan harika bir hikayeydi.
Ruh hali ve iç çatışmaları gerçekçi psikolojik tasvirler de çok başarılıydı.
“bunalım, yabancılaşma, bireyin toplumla hesaplaşması, yalnızlık, sıkıntı, bilinçaltı, bireysel sorgulamalar, evrenin düzeni” gibi konular ele alındığı bu hikaye türünü ve bir de durum hikayelerini severim.
Tebrik ediyorum.
Parlain m
Teşekkür ederim, değerli yorumunuz için.
Bana yansıyan kadarıyla ki; okuyucu her zaman yeniktir, yazarın ne dediğini yarım hissedip bu yarımı zihninde bütünlemeye gayreti de hep eksik kalır…
Camın önünde ve ardında olan iki sineğin yazı içinde varlığı ve yokluğu gibi Bahar ve Sedef yahut Sedef ve Sakıp arasındaki var olan; o birbirini duymazlığıyla benzerliği dikkatimi çekti. Biri camın bir tarafından diğeri ise diğer tarafından birbirlerine sesini duyurmaya çalışıyorlar ama aradaki cama çarpıp dağılan ses tuhaf bir gerçeklikle onları yüzleştiriyor.
Varlar mı; yoklar mı, belli değil.
Aynı yerde olup; aynı yerde olamamak. Yazdıklarından ibaretler gibi. Yalnızca yazarak kendilerini var etmek, yazılanı yaşamak gibi…
Her ne kadar birbirinden farklı kişilermiş gibi bir anlatım olsa da, Bahar ve Sedef’in aynı kişi olduğunu ve Sakıp’ın sesinden kendini bir sorgunun içinde bulduğunu varsayarak okudum.
İki ayrı düşüncenin camın iki ayrı tarafından birbirlerine anlattığı:
“Sevgimizin aşılmaz kararlılığını maddeye bağlayıp çürümeye terk etsek ne olur?”
“Şöyle bir salladı küpelerini, meğer balkon demirine bir diyeceği varmış, konuşmasını duyamadım, sesi bana ulaşmadan paslandı.”
Biri paslanmayı, çürümeyi göze alarak bir şeylerin var olduğunu ‘hissetmek’ dilerken; diğeri ise bu çürümeyi yahut paslanmayı bir yok oluş gibi algılıyor.
Bir şeyler paslanmaya yüz tuttuğunda bir şeyler çürümeye başladığında ya da küflenmeye başladığında aslında pek çok şeyin aksine orada bir yaşanmışlık belirtisinin izlerini bize gösterir. Oraya bir yaşam girmiştir ve her şeyin kusursuzluğu, dokunulmamışlığı ortadan kaybolmuş olur.
Yarım olan şeylerin zamanla tamamlanacağı, zaman içinde kendi kendini değişime uğratması yoluyla da olsa bir yaşanmışlığın kendini ortaya koyması kadar güzel başka ne olabilir.
Sevgi ve selamlarımla.
Parlain m
Ben bir yazan olarak bu yorumu ve emeği çok önemsiyorum. Herhalde yazdığıma sevineceğim başka neden bulamam. Minnettârlığımla ve
Sevgi ve saygımla.
Samsa Gregor
ben sevdim bu kısa öyküyü. pişirip koymuyor önümüze. yoğurup yoruyor. ama asıl dikkatimi cezbeden nokta, bunca imge 'yazanın' bize kurduğu bir oyun bahçesine nasıl dönüşebiliyor? 'yazan' öylesine mahir ki; bilet satıyor başlıkta. isteyen istediği koltuğa oturup izleyebilir diye de ekliyor. arayı soğutmayalım, ara sıra dokunun omuzumuza efendim. sağlıcakla.
Parlain m
Güzel bir katkı oldu. Ben teşekkür ederim.