Sanki Mezar Bizim Tanımak İstemediğimiz İçimiz
Kardeşlik, barış, mutluluk, refah… İçini bir ömür dolduramadığımız, romanların tükenmeyen konusu, şiirlerin kar topu gibi ona buna atıldığı, politikanın sömürü malzemesi olduğu, umudun tükenmeyen hayali… Hangisini elimize alsak, çok çabuk yitirdiğimiz, kıymetini bilmediğimiz, hep hayal olup uçuşan, dile sığan kelimeler…
Adem ve Havva’dan beri, Habil, Kabil kavgasıyla başlayan iyi-kötü dengesi… Ya iyiler yaşayacak ya da kötüler! Hangi taraftan olursa olsun kimse kazanmasını istemiyor. Ben haklıyım diyor. Haksızlığa hak diyen oluyor, güç kimin elindeyse de taraf buluyor. Her yaşam çizgisinde kötüyü tercih edenler, bu niyetine uygun korkunç akibetleri görüyorlar. Sonları pek hayırla bitmiyor. İyiliğin yanında olanlar ise, iyiliğin içeriğini bilmeden kötünün tercihi ile bir süre korkunç acıları çekiyor ve en sonunda gevşiyor. Kardeşlik, barış, mutluluk, refah… Yaşıyor. Bunu sonradan gelen nesiller hazıra konup yaşayınca, bedel ödemeden alınca, içinden tekrar kötüler doğuyor. Adı, özgürlük, macera, talan, tembellik olan bir süre nedenlerle mirasyedilik iyiliği yok ediyor yeniden. Biz de olduğu gibi, 1980 öncesi, 12 Eylül darbesi ve ona benzer darbeler, 28 Şubat… Bankaları soymalar, vatan hainleri unutuluyor. Bunu yapan ve yaşlanan kişiler yeniden lider, örnek model, söylemleri kulağa hoş gelir hale geliyor. İyilik, iyiye gitme düşü, kısa bir dönemden sonra sona eriyor…
Hani iyilik bu dünyaya hakim olur mu? Yani bir nevi cennet tesis edilir mi? teorik olarak olabilir gibi gözüküyor ama İnsanlığın başlangıcından beri de gerçekleşmiyor. Çünkü, insanlar geçmişin akibetlerini göz ardı ediyor. Görmezden geliyor. Onu hatırlatanı ise gerici, yobaz veya bir çok eleştiri oklarıyla vuruyor. Geçmişini görmeyenler, ben bilirim diyenler, yaşadıkları teknoloji ile kibirli gezenler en sonunda acıları yaşıyorlar. Zaman geçtikçe, değişen teknoloji oluyor, insan değil. İnsanın ihtiyaçları belli, mutluluk, güven, huzur, kardeşlik, refah yani iyilik… Bu değişmez bir değişken… Hangi elbiseyi giyerseniz, hangi araca binerseniz, hangi rezidansta yaşarsanız yaşayın… Bu gibi şeyler elbise gibi eskiyor ve atıyoruz. Yeni başka elbiseye ihtiyaç duyuluyor. Bu duygu insanlık, elbise ise noksanlık…
İnsan, kendisiyle ilgilenmiyor. Aynaya bakıyor ama yaptığı makyajın onu nasıl başkalaştırdığını kontrol etmek için. Ayna insanın içini göstermiyor. İnsan bu yüzden içine bakmıyor. Onu görmüyor. Başkası da bunu ona belli etmiyor. Öğüt, belki de istenilmeyen en son şey oluyor. İnsan içini güzelleştirmeyince, dışında başkasının rolünü oynayıp, gezdiriyor. İnsanların her konuşması, her paylaşımı, her teklifi, her hayali aldatıcı oluyor. Adeta ölüler şehri insanları, ölümün soğukluğunu etrafına yayıyor. Buna rağmen, ölümden bahsettiğiniz zaman yanınızda kimse kalmıyor.
İyilik, bir kelime ve belki bir heykelin duruşu, konuşmayan ama var olduğunu hatırlatan bir matematiksel sembol gibi formüle ediliyor. Mantık işte, ne kadar doğru olursa o kadar yaşanılır oluyor. Bunun yanlışlığını gören başka mantık modern düşüncenin, modern toplumun felsefesi haline geliyor, Ta ki yıkılana kadar.
Dünyada hangi insana sorsanız, iyilik heykeli-putu vardır. O yaşanılmaz bir erektir. Eğer yanımda duruyorsa vicdanımız rahatlıyor. Tıpkı duvara asılan ve asla okunmayan Kur’an gibi… O duruyor ve diyoruz ki biz Müslümanız. Astım işte onu duvara, onun söylemlerini onaylıyorum. Yani iyiliği, Hak yolu tasvip ediyorum. Acaba içinde ki iyilik nasıl bir şey diye sorsanız cevap yok, tıpkı ben kimim diye sorduğunuzda kendisinin cevap verememesi gibi… İçe yönelim, Kur’ana yönelim, iyiliği yaşatmak… Okunmuyor! insan değişmiyor, ona iyiliği yaşatacak Kur’anda ama sadece heykeli, dili olmayan, görmeyen, hareket etmeyen, kimseye yararı//zararı olmayan bedeniyle duruyor işte.
Gerici diyorlar sonra… İçini görmedikleri, okumadıkları, ne emrediyor neyi yasaklıyoru bilmeden hakkında ahkam kesiyorlar. Tıpkı tanımadıkları bir insana çamur bulaştırmak gibi… Onun kusurunu aramak gibi… Boşa kürek çekiyorlar ve iyiliği // kendilerini tanımıyorlar. Ben bilirim… O zaman neden acı var, neden hastalık var, neden sömürü var, neden yalan var… Neden! Kim biliyor ölenin kabirde ki ve başka hayatlarını! Biz kendimizi bilmesek de bir gün geri dönüşü olmayan yolda iyilik neymiş, kötülük neymiş göreceğiz… Hatta bu dünyada ki ilim sahibinden dahi alim bir konumda olarak! Sanki mezar bizim tanımak istemediğimiz içimiz… Üstü örtülüyor.
Saffet Kuramaz