- 799 Okunma
- 3 Yorum
- 2 Beğeni
671 – ANTALYA ATEŞİ
Onur BİLGE
“İzmir Güneşi,
Kaptan da bensiz edemez oldu. Ben aramazsam o arıyor, ben varamazsam o yanıma varıyor. Bazen akide, bazen de nane şekeri alıyor. Bazen fıstık çekirdek getiriyor. Mevsimine göre tirmis, iğde, eğren… Her defasında elinde küçük bir kesekâğıdı oluyor, bana geldiğinde. Muratpaşa Camisi’nin karşısında şehrin tek pastacısı var. Ondan tuzlu çubuk, kuru pasta falan alıyor. O zaman kesekâğıdı da büyük oluyor. Simit mimit ne bulursa alıp geliyor işte!
Sırdaşhane boş olmuyor ki! Sağ olsun müdavimler! Gönüllü çıraklık, ustalık yapıyorlar. Haklarını da alıyorlar. Kaptan geldiğinde gözlerinin içi gülüyor namussuzların! Hemen çay koyuyor, bardakları diziyorlar. Mis gibi çay kokusu alıyor ortalığı. Ne geldiyse bölüştürüyorlar. Afiyetle yiyip içiyoruz.
En çok sevdikleri de Kaptan’ın muhabbeti! Elleri işte gözleri kulakları onda… “İşinize bakın oğlum! Eli işte gözü oynaşta bunların! Elinizi keseceksiniz! Üstünüze boya dökeceksiniz! Önünüze bakın ulan! Gördüğünüz adam aynı işte! An be an değişmiyor ki! Film seyreder gibi suratına bakıyorlar yahu!” diyorum, gülüyorlar. Daha da cıvıtıyorlar. “Çalışın çalışın! Durmayın! Çok çalışın, çok kazanın! Hırslanın oğlun biraz yahu!” diye takılıyorum. Kaptan Antalya’dan giriyor, İtalya’sından Mısır’ından, adalarından modalarından sayıp döküyor Antalya’ya gelenleri, can korkusundan kaçıp gidenleri… Ayaklı kütüphane mübarek! Bir da hafıza var! Maşallah!
”Kanaatkâr insanlardık. Hırs tamah gözümüzü bürümemişti. Daha çok kazanma yarışı içinde değildik. Azla yetinmeyi bilir, elimizdekiyle mutlu olurduk. Herkes eker diker, el emeğiyle bir şeyler üretir, fazlasını hısım akraba, eş dot, konu komşuya dağıtırdı. Onlar da altında kalmaz, onlara aynı şekilde mukabele ederdi.
Açgözlülük kınanırdı. Sonradan görmelere “Ne oldum delisi olmuş!” derlerdi. Gösterişten uzak, geleneklerine bağlı, sade bir hayat sürerlerdi. Düğünleri bayramları, kutlamaları eğlentileri samimi, neşeliydi, mübalağalı değildi.
Esnaf dükkânının kapısının önüne iki iskemle atar oturur, yanına hemen bir komşusu gelir, muhabbete başlarlardı. Buna “iki beşlik bozmak” “iki lafın belini kırmak” “iki çift laf etmek” denirdi. Halen kullanırız bu deyimleri.”
“Neden hep iki, hep çift acaba?”
“Bu zamana kadar hiç aklıma gelmedi. Üstünde düşünmedim. Fark etmedim bile… Galiba konuşmalar karşılıklı, yüz yüze, iki kişi arasında diyalog şeklinde olduğundandır. Di, Yunanca iki demek. Bak, ta o zamanlarda bile ikili yani karşılıklı konuşmalar için kullanılacak kelime yapısında ilk çift sayma sayısı kullanılmış.”
“Nerelerden neler bulup çıkarıyorsun Kaptan yahu! Pratik zekâna hayranım! Aslında benim düşünüp bulmam lazımdı bunu. Edebiyatçı geçiniyorum ya… Hiç dikkat etmemişim.”
“Aman! O anda aklıma geleni söyleyiverdim, o kadar. Üstünde kafa mı patlattım!”
“Antalya halkı bana biraz Yunanlılara benziyor gibi geldi.” dedim. Yüzünden bir alev geçti sanki! Gözlerini dikti gözlerine. “Benzetecek başka bir millet bulamadın mı? Bula bula onları mı buldun?” dercesine ters ters baktı. Nadiren böyle bozulur. Kolay kolay kızmaz. “Biraz ehlikeyifler gibi geldi bana. Hele yaz günlerinde geç kalkmalar, öğle yemeğinden sonra uykuya yatmalar, kapı önü sohbetleri falan…” Sözümü tamamlamama fırsat vermeden müdafaaya geçti.
“Antalya gibi yerde yaz geçirmek kolay mı İstanbullu! Gece yatılmaz sıcaktan, nemden, sivrisinekten… Rüzgâr durdu mu insanın bittiğinin resmidir! Sen bilmiyor musun bunaltıcı sıcakların neler ettiğini? Gece uyuyamayan, sabahın köründe nasıl kalkıp da ayağa dikilecek? Öyle zamanlar oldu ki öğleden sonraki mesai saatleri mevsime göre ayarlandı. İnsanlar, güneş tam tepedeyken evlerinden veya işyerinden çıkmasınlar, biraz istirahat etsinler de çalışmaya dinç olarak devam etsinler diye. O sıcakta tarlada, güneşin alnında çalışanlar var, ekmek parası için. Alacakları üç kuruş yevmiye… Söyletme şimdi beni deli deli! Nasıl zengin oluyor o pamuk tüccarları? Antalya ovasını parselleyen on on beş zengin parayı nerden buluyor? Az mı ırgatlık etti fakir fukara bunlara!..”
“Sakin ol Ağabey! Sakin ol! Maksadım seni kızdırmak değil. Bilirsin sen benim niyetimi. İşittiğime göre Yunanistan’da da çalışma saatlerini kuşa çevirmişler. Devlet dairelerinin mesai saatleri memurların lehineymiş. Öğle vakti, caddelerde sokaklarda kimse kalmazmış. Dükkânlar kapalı olurmuş.”
“Adalya’da da yaz günlerinde öğle vakitlerinde, zaruri ihtiyaç hasıl olmadıkça kimse çarşıya çıkmak istemez. O saatler, esnafın sinek avladığı zamanlardır. Esnafın kendi işiyle ilgilenebileceği vakitlerdir. Fırsat bu fırsat, bir iskemle koyar dükkânın kapısına, gider işini halleder gelir. O arada müşteri gelirse, bakar ki kapıda iskemle var, içeriye adım atmaz! Ya geri döner, ya yan taraftaki dükkân sahibine sorar, oralarda oyalanır, bekler. Cuma günlerinde dahi kepenk kapanmaz. Kapı aynı şekilde açık bırakılır, namaz kılınır, gelinir.”
“Camilerde ayakkabı çalanlar bile var Kaptan! Adam ceketini ağacın dalına asmış, abdest alıncaya kadar cüzdanını yürütmüşler!..”
“Yeni yeni duyulmaya başladı öyle şeyler. Antalya’nın yerlisi değildir onu yapanlar. Şehir göç almaya başladı ya… Böyle giderse bu adetlerimiz de değişecek mecburen. Herkes birbirine şüpheyle bakar hale gelecek. Bunlar İslamiyet’in esaslarına riayet etmeyen, Allah’tan korkmayan insanlar! Çalacağına istese, benim hemşerim ayağındaki ayakkabıyı da sırtındaki ceketi de çıkarır verir. Merhametli ve yardımseverdir. Bunları da Allah rızası için yapar. Akabinde büyük bir gönül rahatlığı ve haz alır.”
“Sıcak neyse de… O sivrisinek yok mu ya! Ne kadar asap bozucu bir mahlûk o yahu! Benim tenim de hemen kabarır! Hart hart kaşınır dururum! Sabaha kadar değil, ertesi gün akşama kadar geçmez, kanar, yara olur, hemen de kapanmaz.”
“Şimdi gene ne var! Sen eskiden görecektin buraların halini! Sıcaklığın tavan yaptığı, havadaki nem miktarının had safhaya ulaştığı zamanlarda sivrisineklerin şişlememesi için cibinliklerin altına saklanarak uyumak kolay değil! Aynı havayı teneffüs etme mecburiyetindesin! İçerisi dışarıdan daha nemli ve sıcak olur. Bir evde üç beş kişi yok ki her birine bir yatak verilsin, bir cibinlik bulunsun da kurulsun! Yoksulluk da var! Savaş yılları… Topluiğne bile dışardan geliyor. Gaz yok, tuz yok, bez yok! Her şey ateş pahası… Herkes yiyeceğini giyeceğini zor buluyor. Yere yatak ya da ince bir şilte serip yatıyor. Halı kilim bile kimde var! Yerdeki yaygılar çul çaput! Çoğunda hasır, en fazla el dokuması çaput kilim… Çoğu aileler ya çok çocuklu ya da anne babalarıyla beraber yaşıyorlar. Anne baba ve bir iki çocuk değil ki bakılacak olan! Köy ayaklı olanların kardeşleri falan da geliyor okumak için yanlarına. Nüfus artıyor. Öyle herkese bir oda, hususi karyola, üstüne cibinlik nerde!..
Bir iki göz oda… O odalar da gündüz yeme içme, gelenin gidenin ağırlanması için, gece de her yere yatak serilerek sıra sıra yatıp uyumak için kullanılıyor. Her evin bir köşesine üçe katlanan yataklar, üstlerine de üçe dörde katlanan yorganlarla yastıklar yığılıyor. Üstlerine bir çarşaf örtülerek kamufle edilmeye çalışılıyor. Yazın doğru dürüst yatak falan değil, kıvrılacak serin bir yer arıyor insanlar. Bazıları kapı önlerindeki betonda, bulurlarsa minder, bulamazlarsa kilim ya da hasır üstünde yatıyor. Sıcaktan evlere girilmiyor!
Adalyalılar için iki kurtuluş yolu vardır. Ya canlarını yaylarara, ya da deniz kenarlarına atacaklar! O zamanki imkânlarla, öyle motorlu vasıtalarla falan değil de ucuza gelmesi için develerle yaylalara çıkacaklar ya da en azından geceleri serinlemek için Karaalioğlu Parkı’na, Fener kayalıklarına falan gidecekler, geç vakitlere kadar oralarda kalacaklar, iyice uyku bastırdığında da evlerine dönüp ya sivrisineklerin önlerine yatacaklar ya da cibinliklerin altına girecekler. Sıtmayla mücadele başlamadan önceki kadar olmasa da üçü beşi bile yeter, cildi delik deşik etmeye. Sabaha kadar uykulu uykulu durmadan kaşınmaya nasıl dayanılır! Uyku yok tünek yok! Sabaha karşı hava serinleyecek de uyuyacaklar. Gün doğunca o musibetler çekip gidecekler, herkes rahat edecek!”
“Bizim esmer vatandaşlar Kaleiçi’nde sokaklarda, kapılarının önlerinde ya da Karaloğlu Parkı’nda sabahlıyorlar. Gündüz de çoluk çocuk, parktaki çamların koyu gölgelerinde piknik yaparak vakit geçiriyorlar. O kadar imreniyorum ki onların yaşantılarına! Nerde çalgı, orda kalgı… Canlarının istediklerini yapıyorlar. Kimseye de zararları yok! Kendi hallerinde yaşayıp gidiyorlar. Romenler ayrı bir âlem, Giritliler ayrı bir âlem… Herkes kendi içinde kendince bir usul tutturmuş gidiyor.”
“Antalya’da asırlarca çeşitli milletlerden insanlar bir arada yaşamışlar. Yahudi, Hıristiyan, Ermeni, Rum hep birliktelermiş. Napolyon Mısır’ı istila edince oradan kaçan Araplar ve Venedikli tüccarlarla da hep beraber yaşamaya başlamışlar. Zamanla alışmışlar birbirlerine, kaynaşmışlar. Kültür alışverişi olmuş. Rumlarla daha iyi ilişkiler kurmuşuz. Hepsiyle en iyi şekilde arkadaşlık, komşuluk etmişiz. İtalyan işgaline kadar münasebetlerimizi aynı şekilde devam ettirmişiz.
İtalyan işgalinde Rumların çoğu İtalyanlarla işbirliği yapmamış olsaydı aynı ahvalde sürüp gidebilirdi. Yaptıklarını bildikleri için paniğe kapıldılar, pılılarını pırtılarını toplayarak kaçtılar! Doğru Atina’ya!.. Karşılığında da Kaleiçine Selanik’teki, Misistre’deki ve Kesriye’deki Türkler, Kızılsaray Mahallesi’ne Mora’dan gelenler, bildiğin gibi Şarampol’e de Girit’ten gelen göçmenler yerleştirildi. Üsküplülerle Çerkezler de geldiler. 1950 sonrası Bulgaristan’dan gelen Türk göçmenler de Üçgen Mahallesine yerleştiler. Sarı sarı, dik saçlı, çilli suratlı, sert mizaçlı asabi kişilerdi.
İlk zamanlarda herkes geldiği yerin dilini konuşuyordu. Zamanla Türkçe öğrenmeleri şart oldu. Bu defa da oralarda konuştukları dili ikinci plana attılar. Giderek hiç fark kalmadı aramızda.”
Ben Pali Bahçesi’nde oturdum. Kaleiçi’nde de bulundum. Orada dükkânım vardı. İşim icabı bütün mahalleyi tanıdım. Kimsenin kötülüğünü görmedim. Ben onlara nasıl davrandıysam onlar da bana öyle davrandılar. Gül gibi geçindik gittik. "Varışına göre gelişin, tarhanaya aşına bulgur salışın..." der Antalyalılar buna.
Şimdi de Giritli Mahallesi’ndeyim. Onlar ötekilerden de iyi… Sen iyi oldun mu herkes iyi!
Bir seninle anlaşamadık İzmir Güneşi!
Antalya Ateşi”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 671