- 670 Okunma
- 4 Yorum
- 2 Beğeni
669 – YONCA
Onur BİLGE
“Yonca,
Kaptan, bizim çocuklardan İstinazlı Ayhan’la haber yollamış. “Sizin Sırdaş’a selam söyle! Bugün Cuma namazını Ahi Yusuf Camisi’nde kılalım! Öğleden evvel gelsin!” diye.
“Tamam ulan, gideriz.” diye okşama kabilinden, samimiyet ve dostluk belirtisi olarak ensesine bir şaplak attım. “Sen burda kal! Arkadaşların gelecek. Kuklalar boyanacak, monte edilecek. Parçalar, ipler, boyalar, fırçalar, her şey tezgâhın üstünde…” dedim.
“Tamam Sırdaş!” dedi. Çoktandır merak ediyordum. Fırsat olmamıştı, soramamıştım. “Tam kimse yokken sırasıdır…” düşüncesiyle “Sana neden İstinazlı diyorlar oğlum?” diye sordum. “Korkutelili olduğumuz için Sırdaş…” dedi.
Ben de sakıncalı bir anlamı falan vardır sanıyordum. Meğer İstinaz, Korkuteli’nim eski adıymış. Antalya’da her şey durmadan değişiyor. O da değişmiş. Serik için de Kökez diyenler var. Alanya’ya Alaya… Bu şehirde eskiler başka, yeni nesil başka bir dil kullanıyor.
Ben, dünün inkârcısı, hemen abdest aldım, doğru Kaptan’ın evine… O çağırır da ben gitmez miyim! O benim kurtarıcım!
Kaleiçi, bildim bileli neşelidir. Karaferye Göçmenleri, Roman vatandaşlar şenlendirirler mahalleyi. Ya kavga ederler, birbirlerine nispet yapa yapa, ya darbuka ve kemanla konser verirler kendi aralarında. Sokak aralarında hareket eksik olmaz.
Bu defa da iki karşı komşu birbiriyle laf dalaşı yapıyordu. Birinin on dört on beş yaşındaki oğlu da annesini susturmak için babasını yardıma çağırıyordu. Avazı çıktığı kadar bağırarak hep aynı şeyi tekrarlayıp duruyor, tabiri caizse yırtınıyordu!
“Baba!.. Baba!.. A be baksana be ya!.. Gene başladı bunlar!..”
“Dellal Topar Asan gibi ne bağrıp duruyon olum? Sana mı sorcam n’apcamı ben!” diye bağırdı annesi. “O kim oluyo ya! Feriştaı gelse susturamaz beni!. Ade ade ade!..”
Başımı yerden kaldırmadan, kıyıdan kıyıdan sıvıştım, kendimi Kaptan’ın bahçesine dar attım! Belli olmaz, bunların ne yapacakları. Saç saça baş başa giriverirler Maazallah! Çıkarırlar takunyaları ayaklarından, patlatırlar birbirlerine! Kafa göz demezler!
“Ne oluyor Kaptan? Nedir bu hal? Hep böyle mi bunlar?”
“Alıştık artık. Sen de iyi bilirsin, buralar böyle… Gel bakalım, geç söyle! Benim biraz işim var. Çıkarız.”
Ahi Yusuf Camisi, Mermerliye varmadan solda… Eski bir bina… Arkasında yatırlar ve Ahi Yusuf’un türbesi var. Türbenin üstü de semahaneymiş. Kaptan, arka tarafa doğru yürüdü. Beni de kolumdan tutarak:
“Ahi Yusuf, çok mübarek bir zattır. Pek çok kerameti vardır. Buraların manevi hâmisi gibidir. Büyük evliyalardandır. Haydi, önce onu bir ziyaret edelim, feyiz alalım!” dedi.
“Yapma Kaptan ya! Adam Esnaf Derneği Başkanı… Neresi eren evliya? Sen de herkesi evliya ettin!”
“İnşallah senin de rüyana girer de tanıtır kendisini! Haydi, oku bakalım! On bir İhlâs, bir Fatiha okuyoruz!”
Cuma günü türbenin kapısı açık olurmuş. Yine öyleydi. İçeriye alçak bir kapıdan girdik. Sonradan öğrendiğime göre bilhassa alçak olurmuş büyük zatların türbelerinin kapıları ki ziyaretlerine gelenler içeriye saygıyla eğilerek girsinler!
Ziyaret de namaz da bitti. Oradan çıktık, Mermerli Gazinosu’na gittik. Birer çay söyledik. Her zamanki gibi tavşan kanı… Denize nazır bir masaya karşılıklı oturduk. Bende merak, onda o kapasite olduktan sonra biter mi bizim sohbetimiz!
“Ağabey, önce o dellal işini sorayım. Topal Hasan kim? Neden öyle dedi o kadın o çocuğa?”
“Antalyalılar tellal demezler, dellal derler. Doğrusu da odur aslında… Delâlet eden, yol gösteren anlamında kullanılır. Alışverişte iki tarafın anlaşmasında aracılık yapar. Haber yayarlar, duymayana duyurana kadar bağırırlar.
Topal Hasan, Antalya’nın en meşhur tellallarındandır. Antalyalı olup da kendisini tanımayan yoktur. Yakın zamana kadar Kalekapısı’nda Saat Kulesi neyse, o da öyleydi. Gün boyu karşılıklı dururlardı. Elinde tenekeden yapılmış borazan gibi uzun bir boru, satılık ev, arsa, tarla falan ne varsa ilan eder, hangi sinemada, ne zaman hangi film oynayacak, bağırarak halka duyururdu. Antalya’dan kalkacak vasıtaları, ölenleri, cenazelerin nereden kaldırılacağını, nereye defnedileceğini anons ederdi. Belediye hoparlörü onun işini yarı yarıya elinden aldı.
Onun gibi ünlü bir de Tellal Akif vardı. O da küçük büyük herkesle barışıktı. Yüksek sesle konuşur, şakalar yapardı. Antalya Belediyesi ona daha çok rağbet eder, iş verirdi.
Saat Kulesi’nin karşısında Loncaaltı denilen, çatısı kırmızı Marsilya kiremitleriyle kaplı, toprak zeminli, alacakaranlık bir yer vardır. Oraya alışveriş için kadın kız giremezdi. Hoş karşılanmazdı. Değişik bir kokusu vardır. El altından esrar dahi alınır satılır, içilirdi. Tekin bir yer değildi.
Belki orada bağ bağ taze yonca da satıldığı belki de Lonca’nın ne olduğunu bilmedikleri için bazıları Loncaaltı diyeceklerine Yoncaaltı derlerdi. Orada daha ziyade hububat alınır satılırdı. Kullanılmış eşyalar da alınıp satıldığı için bitpazarı gibiydi. Tellalların toplantı yeriydi. Orada açık arttırmalarla değerli ev ve kullanım eşyalarını pazarlanırdı. Mobilyalar, dikiş makineleri, kol saatleri, takım elbiseler, kap kacak… Eğere semere kadar her şey alınır satılırdı.”
“İstanbul’da da vardı onlar. Öyle yerler de vardı. Çok eskiden… Yerini Ticaret Odası, Esnaf Derneği aldı. Onlara madrabaz yahut da cambaz da deniyor değil mi?”
“Tellalların kasaplık hayvan, balık ya da meyve, sebze gibi şeyler alıp satanlarına madrabaz derler. Bizim burada hayvan alıp satanlara denir.
Cambaz, sadece at, tel ve bisiklet üzerinde denge sağlayarak gösteri yapanlar için değil, başta at olmak üzere hayvan yetiştiren, alan satan, becerikli, usta, hilekâr, kurnaz kişiler için de kullanılır. Ayrıca Osmanlıda padişahın önünde atla yer alan, düşmana ilk saldıran süvariler de aynı isimle anılırmış.
Bazıları tellalbaşının komutasında gündelikle çalışır, bazıları ticarete aracılık ederler. Onlar da kendi aralarında bedesten, emlâk, balıkhane, araba, esirci, at pazarı, ibrişim tellalı gibi yaptıkları işlere göre adlandırılırlar. Bunların ihtisas alanları bellidir. Onun dışına taşamazlar.
Alıcıya satıcı, satıcıya alıcı bulmak, gerekirse vekâletle alım satım yapmakla görevlendirilirler. Miras meseleleri gibi hallerde malın ikinci elden satışını da yaparlar. Karşılığında tellaliye alırlar. Tellallık da can çekişen mesleklerden... Yerini komisyonculuk ve simsarlığa bırakmak üzere…
Bugün ziyaret ettiğimiz zat da zamanının Lonca Başkanıymış. Eskiden Ahilik varmış, başkanlarına da Ahi sıfatı veriliyormuş. Pirlerine bağlıymışlar.
Lonca, 16 yüzyılda Osmanlıda, toplumsal dayanışmayı sağlamak ve iç rekabeti engellemek amaçlı kurulan, devlet kontrolü altında tutulan, aynı meslek dalında çalışan esnafı, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma amacıyla bir araya getiren, Ahilik Teşkilatı gibi itaat ve dürüstlük temeline oturtulan, kaliteli malları ucuza alabilmeyi sağlayan birliktir. Usta, kalfa, çırak ilişkilerini düzenler. Kalfa işverendir. Usta işi yapar ve öğretir. Çırak getir götür işleri yaparken işi öğrenmeye çalışır.
Üretim hacmini, üretim tekniklerini ve işçi sayısını loncalar belirler. Yamak, çırak, kalfa, usta, üstat ve pir sıralaması şeklinde hiyerarşik bir yapısı vardır. Kapitalizme ters düşer.
Cuma günleri şehre inen köylüler, tellallar için saf alıcılardır. Garibanlar piyasadan habersiz oldukları için işe yaramayan malları laf cambazlığıyla onlara kakalar, iyi kâr elde ederler. Oralarda aylak aylak dolaşanlar da hiç ses çıkarmadan bu olayları seyreder, bundan tuhaf bir zevk alırlar. Zaten kimseye göz açtırılmaz, üçüncü kişiler alışverişlere karıştırılmaz, pişmiş aşa su katılmasına müsaade edilmez. Bunların yaptıkları işe de yerine göre cambazlık denir.
Lonca içindeki anlaşmazlıklar, itaat ve dürüstlüğün bozulması, üretimin şehir dışına taşınması bu birliğin sonunun gelmesine sebep oldu.”
“Ne güzel örf ve adetlerimiz vardı! Hepsini birer birer mazide bırakarak devam ediyoruz ama neye doğru!”
“İşte, Ahi Yusuf Hazretleri gibi zatlar, İslamiyet’in güzel kaidelerini iş ahlakı olarak empoze etmişler, o güzelliklerimizi yaşatmaya çalışmışlar. Onun için evliyalaşmışlar. Şehitler gibi ölümsüzleşmişler. Sana onun hikâyesini de anlatırım bir gün İnşallah!”
Bugün de bir başka tarafını keşfetmiş oldum Antalya’nın. Matruşka gibi bir şehir… İsim içinden isim, resim içinden resim, film içinden film çıkıyor. Bugün de Ahiliğin içinden Lonca çıktı. Onun içinden de Esnaf ve Ticaret Odası… Haydi hayırlısı!
Bu arada Kaptan “Lonca” dedikçe benim de aklıma Yonca geldi. Sen de benim dört yapraklı yoncamdın. O kadar zor bulmuştum ki seni! Öyle büyük bir şanstın ki benim için! O halde bu gece de senin adın Yonca olsun! Ya benim adım ne olsun?
Saç baş darmadağın bende bu gece. Kafa da öyle karışık… O zaman benim adım Concola olsun!
Ben uyamadım sana. Adım uyduramadım. Bari adım adına uysun!
Concola”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 669
YORUMLAR
istinazlı istinat derken Korkuteli karşımıza çıkıyor, ne güzel gezdiriyorsun. Derken çingene kavgasınde tellal sonra dellala , canbaz madrabaz derken Tellaliye alırken loncalara girdik pişmişi aşa su kattık Barış Manço şarkıları gibi okurken daldala kondum çok şey öğrendik oyun içinde oyun matruşkası derken 4 yapraklı yoncayı nerden bulucaz garanti bankası reklamı gibi oldu harikaydı.
Güzel akıcı bir öykü kutlarım ayrıca yeni yılınızı kutlar mutluluk ve huzur dilerim kal sağlıcakla