HAYALSEVER
HAYALSEVER
“Çok uzun zamandır görüyor musunuz peki?”
“Uzun zamandır diyemem ama… Sıklıkla ya da ara sıra gördüğüm oluyor.”
“Anlıyorum… Ne sıklıkla?”
Yine başlamıştı. Susmadan konuşuyor nefes alma izni bile vermiyordu kendisine. Neden gelip onca para döküyordu ki bu kadına? O konuşsun da kendisi dinlesin diye mi? Ahkâm kesmek kolaydı. Gelsin, bir kez bu bedende yaşasındı bakalım. Yarım günde terk etmez miydi? Müsaade isteyip kalktı, uzandığı rahat kanepeden.
Hafif esen rüzgâra dokunarak ilk gelen otobüse atladı. Yol boyu eli yüzü kızarıklıklar içinde, kalabalıkta bunalarak. Sanki herkes ona bakıyordu.
Zor bela attı kendisini eve. Banyodaki lavaboda ellerini yıkarken yerdeki fayanslara bakmayı ihmal etmedi. Gerçi Doktor Hanım:
“Sakın! Yasaklıyorum sana, artık fayanslara bakmak yok!” demiş olsa da.
Kendisini alıkoyamıyordu bakmalardan. Tüm haşmetiyle padişahlar, generaller, kontlar, yazarlar, sakallı, eski giyimli insanlar selamlardı her seferinde onu. Çoğunluğu erkek olurdu bu insanların. Bazen de soylu hanımlar.
Sadece alaturka tuvalete girmez olmuştu son zamanlarda. Kocaman kafalı, kocaman ağızlı çok fazla dişli, öfkeli genç bir adamın zihin görüntüsünde bir siluet görmüştü. O siluet kendisinden başkası değildi. Ürküyordu kendi aksini fayansta görmekten.
Çalışma odasının duvar kâğıdında ise Rus lider Stalin’i görürdü sadece. Evet, garip bir şekilde bu adamı ve bıyıklarını görürdü hep. Bu durum onu ürkütmezdi baktıkça bakası gelirdi sadece.
Gecenin çok geç saatinde beyaz çizgileri olan mavi, ipekten pijamalarını giydi. Uyumaya çalıştıkça saatler asırları kovalıyordu tik taklarında. Ama hiç gözlerine yansımıyordu zamanın etkisi. Kısa bir dalışın ardından, gözlerini açtığında başucunda kır saçlı, öfkeli bir adam gördü. Ve ellerini büyük bir iştahla boğazına dolamış nefesini kesiyordu. Çığlık çığlığa yastıklara gömdü yüzünü. Birkaç saniye sonra kendisine geldiğinde sırılsıklam olmuş boynu buklelerine tutunuyordu. Tekrardan yatıp uyumaya çalıştı. Zihninin depremi sabaha karşı gözlerini araladı. Karşısında az çok tanıdığına emin olduğu bir adam duruyordu. Beyaz bir örtüyle kapattığı belinden yukarısı açıktaydı. Karyolanın ayakucu bacaklarını gizliyordu adamın. Gülümsedi hafifçe kadına doğru.
Sükûnet içerisinde:
“Bir dakika bekle! Konuşalım.” dedi.
Fakat adam yüzünde huzurla gerginlik arası bir tebessüm, sıyrıldı odanın kapısından dışarıya.
Hayret! Artık hayaletleriyle dost olmuştu. Korkmuyordu. Öyle ya geçen geceki kadın, hani şu sarışın, şişman kontes ve tahta bavullu küçük oğlu gibi dostlar edinmişti kendisine gizliden gizliye. Bunları bilmezdi doktoru, saklamak hoşuna giderdi. Hiç gitmesin istiyordu çünkü hayaletleri. Hep uyumak istiyordu, onları ürkütüp kaçırmak yerine.
Sabah, masa örtüsünün dantel işlemesine dalmışken bakışları, şiddetle çaldı kapı zili.
“Niye açmıyorsun? Kalk giyin gidiyoruz.”
“Nereye?”
“Elmas teyzem var ya! Ona danıştım geçende senin durumunu. Bakma öyle! Çok faydasını gören olmuş. Hz. Muhammed’in soyundan geldiği söylenirmiş. Bir okusun üflesin seni. Bir de muska yazdırdık mı tamaaaam! Hep diyorum, sende büyü var büyü! Kalk giyin!”
İki kadın, geniş caddeleri boy boy geçip dar, ıssız, izbe sokaklara daldılar. Bir süre aradıktan sonra verilen adresi nihayet buldular. Oldukça eski, zamanın dışına itilmiş küf kokulu apartmana girdiler. Ürkek adımlarla çıktılar merdivenleri. İkinci katın giriş kapısı gıcırtıyla kendiliğinden açılınca:
“Gel dönelim! Ben girmem, içeride başımıza ne geleceği belli mi?”
“Kız saçmalama! Yürü, düş önüme. Mübarek kadındır. Suphanallah nurlar doğmuş sanki kapıya!”
Sağ ayağını eşikten içeriye attı kadın besmelelerle. Kolundan tutup çekti öylece duran arkadaşını da.
“Kimdir o?”
Derinlerden gelen ürkütücü bir ses yankılandı duvarlarda. İki kadın, sesin geldiği yöne doğru her adım attığında, ağlayan tahtaların eşliğinde buzlu camlı oda kapısına ulaştılar. Tam karşılarında; yerde, halının üzerine oturmuş, güllü dallı kat kat elbiseler giyinmiş, elleri tamamen kınayla kaplı, yüzünde yer yer dövmeler olan gök gözlerine kalın sürmeler çekmiş en az iki yüz yaşında gösteren cüce bir kadın oturuyordu. Elleri arasında kocaman taneli kahverengi tespih, dudakları arasında mırıltı halinde dökülen anlaşılması imkânsız sesler, sağına soluna üfleyip duruyordu. Kınalı avuçlarını halının üzerine koyarak oturmalarını söyledi.
“Ah hocam, mübarek hocam! Sizin şanınızı duymayan mı var? Siz kimleri kimleri iyi etmiş kadınsınız, evliyasınız belki…”
Konuşmuyor yalnızca başını sallıyordu, karşılarında yüzyıllar ötesinden çıkıp gelmiş gibi duran kadın. Ve kendisine hiçbir şey söylenmeden:
“Sen huzursuzsun! Rüyalar görüyorsun!” dedi.
İki kadının da tüyleri ürperiverdi kısa bir an. Gözlerini rüyaların sahibinin gözlerinden ayırmıyordu cüce kadın. Fakat içinde bir yerde gülme isteğini zor bastırıyordu karşısındaki gözler. Arkadaşının aklına uyup buralara kadar gelmişti. Psikoloğun bir faydası olmamıştı da bu kocakarının mı faydası olacaktı yani? Ancak şimdi rolünün hakkını vermeli ne denilirse denilsin inanmış taklidi yapmalıydı. Boşuna gelmemiş olacaktı en azından zihnini kandırırsa.
Ağlamaklı bir sese bürünüp:
“Evet hocam, hayaller, hayaletler yakamı bırakmıyor.” dedi.
Cüce, yaşlı kadın ayağa kalktı. Tahtalar hafif bir fon müziği gibiydi şimdi. Genç kadının tam karşısında durup ellerini elleri arasına aldı. Bir süre gözlerini yumup sağa sola sallanarak okudu üfledi. Sustu. Ardından hava karardı, gün doğdu, güneş açtı, tekrardan battı. En sonunda dişleri arasından o sihirli sözcükler dökülüverdi ortalığa.
“Sana kara büyü yapmışlar kızım!”
Alelacele elleri titreyerek eciş bücüş yazılardan oluşan bir muska tutuşturdu kadının eline.
Dönüşte, otobüste avuçları arasına aldı ufak muskayı kadın. Yepyeni yüzler gördü o ufacık şeyde. Gülümseyen, ağlayan, kızan yüzler!
Sevinmişti. Artık göreceği daha fazla yüzlere kavuşmuştu.
Usulca çantasına koydu muskayı. Ve bulutlarda yüz bulma oyununu oynadı çocukluktan kalma alışkanlığıyla.