- 445 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
CORONALI GÜNLERİM
CORONALI GÜNLERİM
2019 Aralık ayında Çin’in Hubei eyaletinde yer alan Wuhan şehrindeki “Huannan” isimli deniz ve et ürünleri pazarında kaynaklandığı, 27 Aralık 2019 tarihinde Wuan’daki bir hastaneye ağır pnömoni tanısıyla üç hasta yatılmıştı.
İlk vaka,Wuan’daki hayvan pazarında balık satıcısı olan 49 yaşında bir kadın. Bu vaka 23 Aralık 2019 da ateş, öksürük ve göğüs sıkışması hissiyle belirti vermiştir.
Çin’de ortaya çıkan hastalık, önce Çin’de, kısa sürede de dünyaya yayıldı. Ülkeler, ilk başta Çin’le, daha sonra başka ülkelerle hava sahalarını ve sınırlarını kapatarak giriş ve çıkışları yasakladılar. Bazı devletler, işi ciddiye almadıkları için ölümler hızla arttı. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, olağanüstü tedbirlerle vaka ve ölü sayısını asgaride tutmayı başardı.
Araya giren kurban bayramı ve yaz tatili, maske, mesafe ve temizlik kurallarını rafa kaldırdı. 65 yaş üstü vatandaşlara tedbirler uygulanırken diğer vatandaşlar normal yaşamına devam ettiler. Düğünler, toplantılar, eğlence yerleri, çarşı Pazar, asker uğurlamalarıyla kurallar çiğnendi. Ölümler günden güne arttı.
İkinci etap kurbanlarından biri de eşimle birlikte biz olduk. Nasıl oldu, nereden kaptık bilmiyoruz. Halsizlik, kusma, ateş sonucu üzerine eşimle birlikte Çorum özel hastanesine gittik. Yapılan muayene, çekilen röntgen, tomografi, kan tahlili sonucu pozitif olduğumuzu söylediler. Ambulans çağırıp Hitit Üniversitesi Erol Olçok Eğitim Araştırma Hastanesine gittik. Özel hastanede çekilen tomografileri beğenmediler, bir de kendileri çektiler. Benim akciğerler buzlu cam gibi olmuş. Sonuçlar belli olunca doktor eşime döndü.
--Sen eve git, evde ilaç tedavi olacaksın, kocanı yoğun bakıma alıyoruz. Dedi. Beni tekerlekli sandalyeye bindirip arkası duvar, üç tarafı beyaz çizgili camla kaplı, 14- 15 metre kare büyüklüğünde bir odaya koydular. İçeri girince yatağa yatırıp anadan uryan soyup bacağıma havlu külot bağladılar. Burnuma oksijen maskesi, kollarıma, göğsüme çeşitli bağlantılar yaptılar. Akciğerleri temizlemek için oksijen maskesinin bitenini çıkarıp, yenisini takıyorlardı.
Tavanlardaki lambalar, gündüz gibi ortalığı aydınlatıyordu. Devamlı sırt üstü yatıyorum. Yattığım yerden camın arkasında görebildiğim kadar ortada geniş ve uzun bir koridor. Koridorun iki yakasında tren vagonları gibi yan yana dizili odalar. Koridorda oradan oraya koşuşan görevlileri görebiliyordum. Astronot gibi giysiler içerisinde kan almak, oksijen maskesi takmak için gelen hemşireler, ciddiyetle işlerini yapmaktalar. Üç dört günde bir göğüs filmimi çekiyorlardı.
Her gün bir görevli elinde bir bardak çorba ile geliyor: “Çorba getirdim Salim Amca, içer misin? Diyordu. Günde verilen bir bardak çorbaya nasıl hayır diyebilirim ki. Mecburen İçerim. Diyordum. Sağ olsun, getirdiği çorbayı bir anne şefkatiyle kaşıkla içiriyordu. Çorbadan sonra; “ Biraz da yoğurt vereyim.” Diyerek birkaç kaşık yoğurt veriyordu. İleriki günlerde:
--Müsaade et, bardağı bana ver, şunu çay gibi içeyim. Dedim.
--Yapabilir misin? Dedi.
--Yaparım. Dedim. Bardağı alıp çay gibi içmeye başladım. İleriki günlerde hep çay gibi içtim.
Tavandaki lamba devamlı yandığı için gece mi gündüz mü belli olmuyordu. Zaman kavramından mahrumdum. Bir gün kan almaya gelen hemşireye ayın kaçı olduğunu sordum. Hemşire biraz esprili.
--Nur topu gibi yeni bir ayımız oldu. Bu gün eylülün biri.
Eylülün biri sözüyle, birden bire sinirlerim gerildi. İğne kolumda olduğu halde, gayri ihtiyarı kolumu çektim.
Hemşire:
--Ne oldu, acıttım mı?
--Biraz, dedim.
Sorun iğne değil, söylediği tarihti. Ben ağustosun onunda yattığıma göre demek ki 20 gündür buradayım. Kendime bakıyorum, o kadar ağır bir hasta da değilim. Bu kadar süre yoğun bakımda kalmam fena halde canımı sıkmıştı.
--Beni burda niye tutuyorlar. Söyleyin doktora, çıkarsın beni. Ben iyiyim, beni burada boş yere tutmayın. Dedim.
Hemşire soruma cevap vermedi. 20 gündür burada yatmak çok zoruma gitmişti. O gidince oksijen maskesini çıkarıp yatağın üzerine attım. Birkaç dakika sonra koridorda geçen başka bir hemşire beni görmüş, sensörlü kapıdan kafasını uzattı.
--Maskeni tak! Diye uyardı. Uyarıya tepkim sert oldu.
--Takmıyorum, beni buradan çıkarın, yoksa firar edeceğim. Diye tehdit ettim.
Hemşire, benim tehditlime aldırmadan geldi, maskeyi burnuma taktı.
--Bak, böyle yaparsan ellerini bağlarız, haberin olsun. Dedi gitti.
Firar edecekmişim, söylediğim söze kendim de inanmadım. Kendi sözüme kendim güldüm. Çıplak vaziyetteyim, yanımda elbise yok, ayakkabı yok. Her şey bir yana yataktan kalkmak bile büyük mesele.
Ertesi gün olsa gerek, iki hemşire geldi. Tansiyonumu, şekerimi, oksijen durumunu ölçtüler. Biri diğerine;
--Hani bunun ellerini bağlayacaktık, bağlamıyor muyuz?
Baktım, iş ciddi. Öbürü soruyu cevaplamadan araya girdim.
--Ben onu öylesine söylemiştim. Yapar mıyım öyle bir şey. Sizi üzdüysem özür dilerim. Dedim.
--Tamam, anlaştık. Dedi, öteki.
O günden sonra kadere razı olup bir daha sesimi çıkarmadım. Bazen cihazlardan sinir bozucu sesler geliyordu. Koridorda gelip geçen görevlilere bağırıp çağırdığım halde duymazlıktan gelip, geçip gidiyorlardı. Hâlbuki sesi benim kadar onların da duyduğumdan emindim. Bu sinir bozucu sese niye katlanıyorlardı, anlam veremedim. Yapılacak iş cihazın yanına gelip düğmeye basmaktan ibaret. Bu kadar basit bir çözüm için kimse kapıyı açıp içeri girmiyorlardı.
Değişik zamanlarda gelen görevliler altımın üstümün temizliğini yapıyorlardı. Tiksinmeden, yüksünmeden vücudumu o yana bu yana evirip çevirerek ıslak bezle silip, kuru bezle kuruluyorlardı. Garibime giden, bu işi kadın ve erkeğin beraber yapmaları. Bir de ellerinin içiyle sırtıma vuruyorlardı. Yaptıkları hizmet, gösterilen ilgiden dolayı kendilerine ve hastane yönetimine teşekkür ederim.
Hemşirenin eylülün biri dediği günden sonra kaç gün geçti bilmiyorum. Aynı soruyu bir daha kimseye sormadım, soramadım. Bazen saati soruyordum. “ sabahın sekizi, gecenin onu” gibi yanıtlar alıyordum. Zaman mefhumu benim için bir muamma olduğu için aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Işıkların şakırdayarak ortalığı aydınlattığı bir saatte tansiyon ve şekerimi ölçmeye gelen hemşire;
--Salim Amca, büyük bir ihtimalle yarın seni çıkaracaklar. Dedi.
Bu habere o kadar çok sevindim ki;
--Hay ağzın bal yesin, ne güzel bir haber. Dedim. Başka bir şey konuşmadık.
Yarını merakla bekler oldum. Yarın ne zaman olacak? Gözümü sensörlü cam kapıdan ayırmıyordum. Sabah saatleri olsa gerek, iyi muhabbet ettiğimiz bir hemşire, sensörlü kapıyı açarak güler yüzüyle:
--Gözün aydın Salim Amca, bugün taburcusun. Benim nöbetim bitti, ben gidiyorum. Sana geçmiş olsun.
--Teşekkür ederim hemşire hanım. Bana çok iyi baktınız, hakkınızı helal edin.
--Helal olsun, biz görevimizi yaptık.
--Allah sizlerin yardımcısı olsun. Allah’a emanet olun. Dedim, el sallayıp ayrıldı.
Bu haberden sonra dört gözle çıkış saatini beklemeye başladım. Uzun süren bir bekleyişten sonra özel kıyafetli, bir erkekle bir bayan görevli sensörlü kapıdan içeri girdi. Bayan görevli gönülleri okşayan bir sesle:
--Hadi bakalım Salim Amca, gidiyoruz, seni servise çıkaracağız. Dedi.
--Ben hazırım, gidelim. Dedim.
Karyolanın üstüne naylondan bir kafes geçirdiler. İkisi yatağın iki yanından tutarak sürmeye başladılar. Asansörden dışarı çıktığımızda uzun boylu genç birisi;
--Ben buradayım. Dedi.
Sesin kim olduğunu anlamaya fırsat bulamadan yanından geçtik. Erkek olan refakatçi;
--Oğlunu gördün mü? Dedi.
--Bakamadım ki, hemen geçtiniz, dedim.
Oğlumun doktor arkadaşının torpili ile özel bir odaya aldılar. Yanımda kimse yoktu. Yatar yatmaz başucumdaki tablodan burnuma oksijen, koluma bir şeyler bağladılar. Yattığım yerden de olsa pencereyi görebildiğim için Allah’a şükrettim. Tuvalet, banyo vardı ama ben yatağa mahkûmdum. Televizyonum vardı, ona da ayrı sevindim. Yoğun bakımdaki günlük bir bardak çorbadan sonra ilk defa tabldot yemek verdiler. Her gün üç öğün yemek veriliyordu. Yoğun bakımdaki açlıktan mıdır, yemekleri iştahla yiyordum. Refakatçi ve ziyaretçiye izin yok. Görevlilerden başka kimse odaya girmiyordu. Yoğun bakımda olduğu gibi her gün kolumdan kan alınıyor, tansiyon, şeker ve oksijen miktarı ölçülüyordu.
Üçüncü günün gecesi bayan bir görevli geldi,
--Seni başka bir odaya alacağız.
--Hayrola, neden?
--Buraya başka birisi gelecek. Dedi yatağın başucuna geçti.
--Desene torpilli birisi gelecek.
Görevli söylediğim sözü duymazlıktan geldi. Panodaki bağlantıları çekti, yatağı sürmeye başladı. Dört beş oda sonra içeride hasta olan odanın pencere kenarına yatağımı yerleştirdi. Başucumdaki tablodan gerekli bağlantılar yapıldı. Ben hala yatağa mahkûmdum. Göğüs filmimi burada da çekmeye devam ettiler. Yanımdaki ayakta bir hasta, gezip dolaşıyor. Benim gibi yoğun bakıma düşmemiş. Çok konuşkan birsi değil. Sağ olsun gelen yemekleri masama getiriyordu. 14 gün evde kalmış, iyileşmeyince hastaneye kaldırmışlar. Buraya geleli de 8 gün olduğunu söyledi. Günleri sayarken bendeki jeton düştü.
Nereden aklıma takıldıysa, güya ben10 Ağustosta hastaneye yatmışım. Halbuki 24 Ağustosta telefon operatörümü değiştirmek için çarşıya gitmiştim. O günü çok iyi hatırlıyorum, Telefon olayından 4 gün sonra özel hastaneye, oradan da devlet hastanesine gitmiştik. Bu hesaba göre ancak 28 Ağustosta yoğun bakıma yatmış olabilirim. Hal böyle iken 10 Ağustos tarihi nereden nasıl hafızama yerleşmiş, bilemiyorum. Üç günlük zaman dilimini neye göre 20 gün gibi algılamış olabilirim. Bir zaman bunu düşündüm. Yoksa Corana denilen bu virüs belası, hafıza kaybına da mı neden oluyordu? Bu olayı düşünerek hafızamı yoklamaya çalıştım, başka bir kopukluğa rastlamadım. Servise geldiğimde kolumdaki banda 7. 9. 2020 tarihini yazmışlar. Demek ki, yoğun bakımda 10 gün kalmışım. Bu tespitten sonra bir hayli rahatladım.
İki gün sonra doktor geldi, halimi hatırımı sordu. Sondayı çıkarttırdı. İki tane ördek verdiler. İhtiyacımı ona yapabileceğimi söyledi. Onu da kullanamadım, pijamamı kirlettim. Yeni pijama getirip üzerimi değiştirdiler. Artık yürümek istiyordum lakin bırakın yürümeyi ayakta bile duramıyordum. Devamlı yatmaktan kollarımda ve bacaklarımda kas diye bir şey kalmamış. Kaslar olmayınca, kemiklerin tek başına bir işe yaramadığını gördüm. Terliğimi ayağıma takayım diye eğildim ki, terlik yok. Nerede bu terlik diye yataktan aşağı indim. Paspasçı paspas yaparken terliği yatağın altına sürmüş. Zor da olsa uzanıp aldım. Yeniden yatağıma çıkayım dedim ama ne mümkün. Ne kadar uğraştıysam da yarım metre yükseklikteki yatağa çıkamadım. Yanımdaki arkadaşa seslendim. Sağ olsun, geldi koltuk altlarımdan tutarak kaldırıp yatağıma oturttu. İşte insanoğlunun çıplak gözle göremediği bir mikrop karşısındaki acizliği.
Kaslarımı güçlendirmek için mutlaka yürümeliydim. Yürümek için evden yürüteç getirttim. Önce oda içinde kısa yürüyüşler yaptım. Görevlinin verdiği cesaretle yürüteçle lavaboya gittim. 18 gün sonra aynaya bakabildim. O güne kadar bıyık bile bırakmadığım yüzümün sakal bıyıkla kaplanmış olduğunu gördüm. Artık kendi başıma lavaboya gidebiliyordum. Bir hafta sonra yanımdaki hasta taburcu oldu. Yine tek başıma kaldım diye sevinirken üç gün sonra gece yarısı bir bayan görevli geldi.
--Seni başka odaya alacağız.
--Haydaaa! Ben buraya başka bir odadan geldim. Vallaha siz beni iyi bellediniz. Sevkiyat var denilince, nedense ilk akla gelen hep ben oluyorum. Hem de gece yarısı operasyonuyla. Hasta gelecekse yandaki yatak boş, getirin buraya. Ben başka yere gitmek istemiyorum. Diye postamı koydum.
Görevli bayan, benim sözlerime aldırmadan eşyalarımı toplayıp yatağımın üzerine attı.
--Orasını ben bilmemem. Bize, getir derler getirir, götür derler götürürüz. Dedi yatağı sürmeye başladı.
--Yapmayın, etmeyin. Dediysem de dinlemedi, sürmeye devam etti. Hemen yan odanın kapısından içeriye girmekte iken hasta yatağını gören 30- 35 yaşlarında bir delikanlı yatağından fırladı.
--Ben corana hastasıyım. Başka birisiyle aynı odada kalamam. Hastalığımın başka birisine geçmesini istemiyorum, ben gider koridorda yatarım. Diyerek eşyalarını toplamaya başladı. Eşyalarını toplarken en acı olan, yürek burkan sözü söyledi.” Geçen hafta babam burada öldü, benim acım bana yetiyor, birde başkasının derdini çekemem.” Dedi.
Delikanlı, eşyalarını taşırken beni getiren bayan, gencin tepkisine, sözlerine aldırmadan yatağımı yerleştirdi. Eşyalarımı dolaba koydu. Başucumdaki panodan oksijen bağladı.
Delikanlının sesine hemşeriler geldi.
--Yapmayın beyefendi, bu yaptığınız kurallara aykırı. Durumu başhekime bildirmek zorunda bırakmayın bizi.
Delikanlı, eşyalarını toplayıp odayı terk etmişti. Sesi dışarıdan geliyordu.
--Kime şikâyet ederseniz edin, umurumda değil. Torpilli birisini getirip hastaları huzursuz ediyorsunuz. Madem beni yerimden ettiniz, ben de koridorda yatacağım.
Epey bir bağrışmadan sonra sesler kesildi. Sabaha kadar yarı uyur, yarı uyanık bekledim. “Hadi sevkiyat var, gidiyoruz.” Demelerini bekledim. Her zaman olduğu gibi sabah erkenden kan almaya gelen hemşireye sordum.
--Buradan giden hasta ne oldu, hala koridorda mı?
--Senin odaya geçti.
--Desene odaları değişmiş olduk.
--Biraz öyle oldu. Bu oda seninkinden güzel.
--Aman hemşire hanım, güzel olsa ne, kötü olsa ne? Satın alacak değilim. Ben bir an önce eve gitmek istiyorum. Dedim.
Biraz kendime gelmiş, yürüteç kullanmadan lavaboya gidebiliyordum. Doktor ve hemşirelerin yorumları da moralimi yükseltiyordu. Olumlu havaya rağmen yine bir gece yarısı “sevkiyat var.” Demelerinden korkuyordum. Korktuğum başıma gelmedi. Beşinci gün sonu 24 günde 18 kg kayıpla üç oda değiştirerek taburcu oldum. Beni bu badireden kurtaran Allah’a hamd-ı senalar olsun.
Hastalar için canla başla çalışan başta doktorlar ve sağlık personeline yürekten teşekkürlerimi sunarım. Allah onlara güç kuvvet, hastalara acil şifalar versin.
Salim DEMİR
YORUMLAR
Çok geçmiş olsun,Allah şifa versin , inşallah tamamen iyileşir siniz.
Empati kurunca hastalık gerçekten korkunç.
Salim Demir
Salim Demir
Salim Demir
Salim Demir
Büyük geçmiş olsun Salih hocam
rabbim tüm hastalara şifa versin
rabbim sağlık çalışanlarına güç ve kuvvet versin
onların şu gayretlerini görmeyenlerede rabbim feraset versin