10
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1215
Okunma
"Telefunumu bırakayim de, tükkanınıza gelip gidip durmiyim, ürün gelince siz beni arayın, en iyisi bu, di miii ama?"
Uzun, sarı saçlarını siyahın yağmalamaya giriştiği, parfüm kokusunun kesifliği sonucu neredeyse koku alma duyumu kaybedecek gibi olduğum bu afet-i devran hanımefendi doğrusu bulunduğumuz hafta içinde ikinci kez gelmiş bulunuyordu. İlkinde, sigara almak için dükkandan çıkarken Kamil’e birkaç hususu tembih ettiğim konuşmanın hemen üzerine geldiğini hatırlıyorum. Yanında babacan tavırlı, kahve çekirdeği renginde takım elbisesi, aynı renge boyadığı bıyık, saçlarıyla anımsadığım yaşlıca bir beyefendi vardı. O gün, onlara iyi günler dileyerek dışarı çıkmıştım. Şimdiyse, yapmacık serzenişini üzerime boca ederken kocaman gözlerini üzerime dikmiş olan bu kadına bir şeyler söylemek için ağzımı açamadan çalan telefonuna cevap verdi ve insanın içinde yapay bir üşüme getiren üslubunun devamını getirdi. Ardından da konuşarak öylece çıkıp gitti. Neredeyse Kamil’in duyacağı biçimde iç sesim olan , "çok şükür gitti" cümlemi dışarı aksettirecek oldum da hemen kendimi toparladım. Zira, okuldan terk olup, haytalığının tedavisi için babası tarafından dükkanıma yazdırılmış olan Kamil, sahte sarışın afetin kapıdan çıktığı anları belleğinin en ilkel kısımlarına eklemekle meşguldü.
Biraz da Kamil’i dürtüsel halinden sarsarak uyandırmak maksatlı;
"Satın alan olmasa bile şu "tereddütlü gözyaşı" kutularını getir bakalım, sonra da deponun numarasını çevir, ne zaman gelecekmiş öğrenelim," sözümü duraksamadan, bir miktar emir tonunda söyledim.
Biraz önce anlattığım mantıksız gibi görünen sahnenin örüntüsü, ilkin, o elim ve gizemli olay ile başladı. İki yıl kadar önce, aniden tüm kıtalarda, devletlerde, el değmiş, değmemiş, ayak basılmış basılmamış, her toprağı, ağacı, nebatının, yağmurunun, güneşinin altında, üstünde, içinde dört dönen, nefes alan genci, yaşlısı tüm gezegenin nesneden gayrı aklına kefil tüm canlılarının gözyaşları akmamaya başladı. Evet, evet, gözyaşı denen olgu yok oldu ve kimsecikler ağlayamaz hale geldi.. Bebeler gönlünce nazlanamadı. Cenazeler kuru ağıtlara gark oldu. Sevgililer ayrılırken şöyle acılarını göğüslerini gere gere ilan edemediler. Şairlerse işte onlar, ilginç bir biçimde bu yoksunlukla maddi dünyaya ilgi duymaya başladılar. Bunu da kendini olumsuzlayarak benliğe ulaşma olarak açıklasalar da şaka maka zengin oldu hepsi. Her neyse.
Elbette bilim insanları her zaman olduğu gibi insan neslini en konforlu koşullara koşum atı gibi sürmekle mükelleftiler. Güçlü devletlerin bütçeleri ayrıldı ve çalışmalar derhal başladı. Çok geçmeden gözlere damlatmak suretiyle en az iki dakika şarıl şarıl yanaklara süzülen yaşları sağlayan bir göz damlası icat edildi. Denek çalışmaları derken onay çıkar çıkmaz ülkelerin tamamı sıraya girmekte gecikmedi. Yalnız, göz damlasının etken maddesi mavi topaç gezegenimizde oldukça kısıtlıydı. Bu nedenle doğal maddenin replikası yapıldı yapılmasına da o da yalnızca gözleri dolu dolu yapıyordu. Bir ismi de oldu nurtopu gibi; TEREDDÜTLÜ GÖZYAŞI. Dalga mı geçiyorlar bizle ne?
Kim derdi onu bu kadar özleyeceğimi?
Ah gözyaşım, közyaşım, nereye gittin bi habersizim nicedir ve sanki acılarım kimlik kazanıp dertop olmuş da bu yoğunlaşma ruhuma açtığı sayısız yarayla gücümü yenilenmemek üzere canımın içindeki bir yere bağışlıyor. Şimdi içimdeki yangının sessiz seyircisi oldum. Oysa olsaydın, saatlerce günlerce ağlayabilirdim.
Hoşçakal demek düştü bana sonsuza dek, sonsuzdan sonra belki karşılarız.