- 385 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
YARINLAR BİZİM
Güle güle dün, hoş geldin bugün...
Bir sabah uyandığımda gördüklerim karşısında şaşırdım kaldım. Kara bulutlar dağılmış, yer gök aydınlanmış, her yer güllük gülüstanlık; gözlerime inanamadım. Daralmış içim birden genişleyip ferahlayınca kalkıp ayaklarımı yataktan sarkıttım. Baktım ki, başım ağırmıyor, kulaklarım uğuldamıyor, gözlerim bulanıklaşmıyor, canım dünkü gibi sıkılmıyor; nefes alıp verişim bile değişmiş ki boğulacakmış gibi olmuyordum. Ruhum nedensiz bir sevinç seline kapılıp coşunca durduğum yerde duramadım; gidip elimi yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım, giyinip maskemi takınca kendimi sokağa attım. Sokak dünkü sokak değildi. Yıkanıp paklanmış, çerinden çöpünden arınmış, bir başka dünyanın kapıları açılmış...
Dünkü sokağa benzemeyen sokakta başım eğilmeden, belim bükülmeden, dizlerim çözülmeden yürüdüm. Cadde de dünkü caddeye benzemiyordu. O da ev önündeki sokak gibi bir başka güzeldi.
Durakta servis otobüsü bekleyen kadınlı erkekli neşeli işçiler korkuları yokmuş gibi yakın yakına, omuz omuza hem mesafesiz hem de maskesizdiler. Dertsiz, tasasızmışlar gibi birbirleriyle konuşup gülüşüyorlardı. Yüzümde maskeyi görünce anlamsızca bana baktıklarını gördüm. Kimse ağzını açıp bir şey demediyse de çıkmayan sesimle, "Pandemi." deme ihtiyacını duydum. Sesimi duymadılar ama sanki bu kelimeyi hiç duymamışlar, ne anlama geldiğini bilmiyorlarmış gibi; "O da ne?" dediler. Belki demediler ama bana öyleymiş gibi geldi.
Baktım kahveler de açıktı. Durağın karşısındaki Selvioğlu’nun üstü ve yanları kapalı geniş terasında bir sürü insan var. Temiz örtülü masaları atmışlar, kimisi okey, kimisi iskambil oynuyor, kimisi gazete okuyor, çay, kahve, gırgır şamata, hepsi neşe içinde; şakalar, takılmalar havalarda uçuşuyor ama hiçbirinde maske yok, mesafe yok. Orası ise dünkü gibi değil, dünden öncesi, hatta çok çok öncesi gibiydi. Öylesine güzel.
Hemen oraya gittim. Çünkü aklım bana öyle dedi. Boş bir masaya çöktüm. Garson çay getirdi. Ondan bir de gazete istedim, dünden öncesi gibi. Getirdiği gazeteye şöyle bir göz atınca bir kere daha şaşırdım. Daha dün kendilerine yandaş dediklerimiz neler neler yazmış! Hani asgari ücret komisyonu toplanmıştı ya, o iş tek celsede halledilmiş. 2021 yılının asgari ücreti 8000 TL olarak belirlenmiş; küçük dilimi yutayazdım. Emekli maaşlarına seyyanen zam yapılmış. Ocak ayı itibari ile her emekli eşit ücret alacak, o da 8000 TL olacakmış; ayağa kalktım, gene oturdum. Gözlerimi kapayıp açınca gazeteye yeniden baktım ki, gördüklerim, okuduklarım az öncekinin aynısıydı. O sırada yan masadaki önceden tanıdığım bir emekli bana göz kırptı; "ne iş" der gibi. Ben de "Ne?" dedim ona. "Çoktandır görünmüyordun. Yoktun buralarda. Geçmiş olsun, Kanser mi oldun?" dedi. O zaman yüzümdeki maskeyi kastettiğini anladım. "Bu mu?" dedim. "Yok canım, Kanser filan değil Pandemiden dolayı..." "O da ne ki?" "Salgın hastalık. Covid yani. Hani Çin’de ortaya çıkıp bütün dünyaya yayıldı..." Ağzını büktü; "Allah Allah!" dedi. "Hiç duymadım, nemenem şey ki?"
Oysa aç insanlar yarasa eti yiyip Corana Virüsle yüz yüze gelmemiş, insanlık düşmanı insanlıktan çıkmış bazı insanlar laboratuvarda mikrop üretip insanlığın başına bela etmemiş. Öyle bir şey yokmuş ve hiç olmamış. O zaman ağzımı burnumu kapayan maskeyi çıkarıp çöp kovasına attım. Çünkü hayatımızı zindan eden o kötü şey gerçek değil rüyalarda gördüğümüz kabuslardan ibaretmiş. Şeytan aldatmacası...
O yandaş gazetenin renkli sayfalarında küçük bir gezinti yaptıktan sonra doğrulup arkama yaslandım. Öyle düşünüp dururken garsondan bir bardak çay daha rica ettim.
Asgari ücret sekiz bin lira olmuş. Ondan aşağısı zaten insanlık utancı olurmuş. Hem Muhalefet, hem işçi ve işveren sendikaları, hem de iktidar öyle diyormuş. Bir de patronlar maaştan başka kar payı verecekmiş çalışanlara. Öyleyken bile sendikasız işçi kalmayacak, toplu sözleşmesiz çalışma hayatı olmayacakmış. İnsanca yaşamak herkesin hakkı, öyle diyorlarmış...
Demek ki, durakta servis bekleyen işçiler bu yüzden mutluydular. Çünkü onların artık gelecek kaygıları yoktu. Artık onların da umutları var, onlar da hayal kurabiliyorlardı. Para biriktirip ev sahibi olabilecekler, para biriktirip araba alabilecekler; Ege’nin, Akdeniz’in sıcak kumlarına, ılık sularına tatile gidebilecekler, Karadeniz’in yeşil dağlarında, serin derelerinde ve çiçekli yaylalarında gezebileceklerdi. Emekli maaşları da en az sekiz bin lira olmuş. Artık onlar da bekar kalmış çocuklarını evlendirebilecek, hatta tatile bile gidebileceklerdi. Çünkü işsiz genç yoktu memlekette. Çalışıp kazanarak kendi ayakları üzerinde durabilen gençlerin anasının, babasının emekli maaşına ihtiyaçlıkları yoktu. Hem memleket de dünkü gibi fakir değil zengindi artık, kişi başına gelir kırk bin lirayı geçmiş...
Kahveden çıkıp Arda Caddesinde aşağıya doğru yürüdüm. Belim kambur değil, başım eğik değil, diz bağlarım çelik iplikten gibiydi.
Şeytan Durağındaki kahveler tıklım tıklım, İstasyon Caddesi cıvıl cıvıl, marketler, manavlar, lokantalar, pastaneler, mağazalar fıkır fıkırdı. Orada da insanlar mutlu, oradaki hayat da coşkuluydu. Işıkları geçip çarşıya gittim ki, baktım orası da aynısıydı...
Tek adam, parmağını sallayarak; "Yok yok!" diyordu, televizyondan. "Öyle bir şey yok!" Öfkeli değildi. Konuşurken yüzünde güller açıyordu. "Hiç kimse hiç kimseden büyük değildir. Hiç kimse hiç kimseden küçük değildir. Hiç kimse beriki, hiç kimse de öteki değildir. Bütün insanlar eşit yaratılmıştır ki, eşit yaşamalıdır..." Afaki değil gerçekçi, kibirli değil alçak gönüllüydü. O tek adam, artık derdini anlatmaya çalışan dertli bir adama nefret kusarak, "Al ananı da git!" demiyor, "Al ananı da gel, birlikte oturup çay içelim, konuşalım." diyordu. Zaten tek adam yönetimi diye bir şey de yokmuş. Öyle bir şey memlekete hiç gelmemiş, hiçbir zaman da gelmeyecekmiş.
Demokrasi ve özgürlük. Ve Cumhuriyet. Kim demiş kuvvetler ayrılığı yok. Var. Üç ayaklı sacayağıdır o. Altında kor ateş, üstünde sac ve tencere, ekmek ve yemektir o. Yargı alabildiğine bağımsızmış. Parlamento yorulmak bilmeden çalışıp yasa yapmaktaymış, yürütme erki de var olanı ayrım gözetmeksizin eşitçe pay etmekteymiş...
Ezilen, sömürülen mazlum halklar yumruk kaldırmış özgürlük diyerek. Ve İngiliz’in, Fransız’ın, İtalya’nın Ortadoğu Coğrafyasındaki Haçlı emeli tükenmiş. Emperyalist Amerika insanlığın direnişine karşı gelemeyip silahlı askerlerini memleketine çekmiş. Ateşine odun sürülüp körüklenmiş İsrail, eski dostu Türkiye’ye dost eli uzatıp merhaba demiş. Kırgınlıkları, küslükleri unutup bütün komşularla barışıp dost olmuşuz. Zaten öyle bir şey de yokmuş, hiç olmamış. O gibi şeyler gerçek değil yalanmış. Onlar uykudayken rüyalarda yaşadığımız kabuslarmış. Ve hepsi dünde kalmış. Bugün Şam’a dereler dolusu su yollayıp çuvallar dolusu şeker alıyormuşuz. Bugün Bağdat’a yağ, un, tuz gönderip petrol alıyormuşuz. Biz Atina’da kahvaltı yaparken onlar Edirne’ye akşam yemeğinde ciğer yemeye geliyormuş. Rusya portakal alıp doğal gaz veriyormuş bize. Herkesle dost olmuşuz, Ermenistan’la bile...
Sonra eve geldim. Böyle güzel bir dünya, böyle güzel bir ülke, böylesi güzellikler hep insan içinken içim içime sığmıyordu.
Karım kapıdaydı, "hemen hazırlan." dedim ona. Şaşırdı. "Gidiyoruz. " dedim. Hastaneye sandı.
"Hemen şimdi mi, bu saatte? Benim şekerim düştü, tansiyonum yüksek değil ki! Dizim de ağrımıyor artık, koşa koşa yürüyebiliyorum..."
"Biliyorum." dedim. "Dün değil ki bugün, bugün başka bir gün. Bu yüzden gidiyoruz..."
"Köye mi gidiyoruz? Bırak şimdi, çocukların ikisi de işte..."
"Köye değil gülüm, tatile. Ege’ye, Akdeniz’e kuma, güneşe; Karadeniz’e yeşilliğe serinliğe..."
"Gündüz gündüz gene içtin mi sen?"
"Saçmalama gülüm! Hem alkolü, hem de tütünü aylar önce bırakmadım mı ben?
"İyi de..."
"Tatile gidiyoruz dedim, tek o..."
"Hangi parayla? Kıçı kırık araban da durduk yerde motor yaktı, çalışmıyor ki!"
"Arabayı yaptırdım ben."
"Hangi parayla? Parayla işte mi, saçmalama!"
"Bak gülüm..."
"Öyle olsa bile benzin kaç para?"
"Benzin ucuz. Bütün vergiler kaldırılmış, yedi değil, artık üç lira."
"Git başımdan!"
"Bugün dün değil ki gülüm, gün bugün. Duymadın mı; emekli maaşları sekiz bin lira olmuş. Asgari ücret iki bin üç yüz değil artık, o da sekiz bin lira olmuş. Bugün bir başka. Hani Amerikan itleri çuval geçirmişti ya askerimizin başına; öyle bir şey olmamış. Hani Komşumuz Irak ve Suriye’de savaş, hani kan gölü; öyle bir şey hiç yaşanmamış. Süleyman Şah’ın türbesi yüz yıllardır yattığı yerden kaldırılıp başka bir yere kaçırılmamış. Öyle bir şey olmamış. Kendini dev aynasında gören Amerikan Başkanı bizim Başkana tehdit mektubu yazmamış. Mavi Vatan griye boyanmamış. Hortlamış Haçlı ruhu Akdeniz’e yelken açan anlı şanlı gemilerimize saldırmamış. Esnaf kepenk kapamamış, insanlar kuru ekmeğe muhtaç olmamış, banka borcunu ödeyemeyen hiç kimse canına kıymamış. Böyle bir şey yokmuş ve hiç olmamış. Böyle kötü şeyler yaşanmamış. Öyle sandığımız bütün bunlar rüyalarda gördüğümüz kabuslarmış..."
Ben sayıp sıralıyordum boyuna. Daha söylenecek ne çok şey vardı ki, karım kapıyı yüzüme çarpıp içeriye gidince sevincim kursağımda kaldı. Ne yapacağımı bilemezken kapı yeniden açıldı, karım elimden tutup çekeleyerek beni de içeriye aldı. Hem de söyleniyordu; "Kapı önünde dikilip kaldın. Saçmalayıp duruyorsun. Gir içeri de duyan görenler de delirdiğini sanmasın..."
Güle güle dün, hoş geldin bugün...
Tevfik Tekmen. Aralık/2020. Lüleburgaz