- 794 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
657 – DAMLA
Onur BİLGE
“Damla,
“Geldim, geliyorum! ..” diye bağırıyordu kış. Nihayet teşrif etti zatıalileri gümbür gümbür!..
Öğleye kadar hava kapalıydı ama yağışlı değildi. Öğleden sonra tek tük serpiştirmeye başladı. Sonra hızla bulutlandı, ortalık sarardı, kızardı, karardı, bulutlar yere doğru sarktı. Şimşekler çakmaya, gök gürlemeye başladı. Korkunç gürültülerle zangır zangır titredi macunları yer yer dökülen camlar. Bilmem kime, neye öfkelenmişti gökler! Bardaktan boşanırcasına bir yağmur indi ansızın! Çatıda öyle bir kıyamet koptu ki kiremitler yere inecekti sanki! Arada dolu da vardı. Giderek dolular irileşti, çoğaldı. Taramalı tüfek gibi takır takır… Sanki bir müfreze asker birden ateşe durdu! Etraf birkaç dakikada bembeyaz oldu. Konyaaltı çakıl taşlarını gönderdi sanki. Kim bilir nereler ne kadar zarar gördü!
Ne kadar dayanabilir Antalya’da buz! Ceviz kadar olsa da aciz… Yağmur suyuna karışıp, eriyip aktılar. Anında çekti ne kadar su varsa toprak. Çöllerde susuz kalmış da yer yer yarılmış, hararetten dudakları çatlamış gibi bir dikişte içti.
Her şey bir saat içinde oldubitti… Bulutlar ağardı, geri çekildi. Hiçbir şey olmamış gibi hava açtı. Çukurlarda sular kalmamış olsaydı, kim inanırdı öyle bir kıyametin koptuğuna! Saçak altlarına, duvar kovuklarına kaçışan hayvancıklar tekrar yayılmaya başladı etrafa. Kafasını içeriye çekerek, mümkün olduğu kadar acele taş duvarın kovuğuna kaçan kaplumbağa da rahatladı. Yağmur yıkadı, rüzgâr kuruttu, güneş ütüledi, çok geçmeden tertemiz oldu her yer.
Mis gibi bir hava vardı dışarıda. Ceketimi kaptığım gibi dolaşmaya çıktım. Şöyle bir kıymetli ağabeyime kadar uzanmak istedi canım. Serpil Çay Bahçesi yine tıklım tıklım… Dışarıdaki masaların üstlerinde ters çevrilmiş iskemleler… Tabelaların bile renkleri berraklaşmış. Elleri yüzleri yıkanmış gördüğüm bütün nesnelerin. Yalnız, seraların camları yere inmiştir! Sebzeler meyveler epey zarar görmüştür.
Binaların çivitli badanalı yüzleri ağarmış, ağaçların gözleri parlamış. Kiremitlerin tozu toprağı kalmamış. Tülün arkasından Antalya’yı seyrediyor güneş. Birazdan aralar perdeyi, açar camı, çıkarır o güzel başını dışarıya, kocaman gözleriyle, ağzı kulaklarında ışıldar.
Her şey tertemiz görünüyor. Her yer ışıl ışıl… Kırmızı toprak, kahve telvesi gibi ağaç diplerinde… Taşlar topraklardan arınmış, ortaya çıkmış.
Kaptan’ı, bahçedeki çiçeklerle ilgilenirken buldum. Bazı saksı çiçekleri zarar görmüş. Çiçekler yatmış. Sopalarla onları ayağa kaldırmaya çalışıyordu.
“Demek ki benim gibi güçsüz kişilerin ayağa kalkabilmeleri ve o şekilde durabilmeleri için bazı doğru insanların yardımına gerek varmış.” diye bir duvar yıkmak istedim. Kısaca cevapladı.
“Fidan ağaç halini alıncaya kadar desteğe ihtiyaç duyar. Bir yıl kadar bakım ister. Sonra başının çaresine kendisi bakar.”
“İyi yağdı! Toprak kana kana içti suyunu. Yalnız bazı bitkiler zarar gördü. Dolu, camekânları vurmuştur. Bahçıvanlar mahvolmuştur!"
“Onda da vardır bir hayır. Belki sabırlarının karşılığını burada ya da orada alacaklardır. Belki de ders alacaklardır. Rahmet insin de nasıl inerse insin! Gökyüzü ağlamazsa yeryüzü gülmez.”
“Gelirken ağaç diplerindeki ıslak topraklara baktım da çocukluğumdaki gibi çamur oynamak geldi içimden. Tam tavına gelen toprağı avuçlamak, yoğurmak, on parmağımla doya doya hissetmek… Kule yapmak istedim, küçüklüğümdeki gibi. Deniz kenarlarındaki ıslak kumlarla da yapardım. O zamanlar benim için ne kadar muazzam bir olaydı çamurla, kumla oynamak! Her zaman izin alınamazdı.”
“Mademki ondan yaratıldık, onunla besleniyoruz, o olmasaydı biz de olmazdık. Dünyadaki en değerli madde topraktır. Toprak anadır ana olmasına ama öyle bir anadır ki doğurur, beler besler yetiştirir ve sonunda yavrularını afiyetle yer. Yer, yer insanı. Her şeyi yer. Değirmendir. Öğütür. Ne versen alır. Bana mısın demez!”
Sonra çocukluğumuzdan, o zamanki kış günlerinden bahsetmeye başladık. Gelinin odasında, Safiye üşümesin diye soba yanıyordu. Galiba bebek bezleri ve çamaşırları da orada kurutuluyordu. Evin içini sabun kokusu ve buhar kaplamıştı.
“Çocukluğumdaki kış gecelerini hatırlıyorum. Bir mahalle öteye zor giderdik. Gündüzler o kadar olmasa da geceler ayazdı. Aralığın ortasında Saatli Maarif Takvimi satışları hızlanırdı. Duvarlarımızda koca birer çivi çakılı olurdu sırf onu asmak için.” diye başladım.
“Kış geceleri demek buğulu sıcak odalar demekti. Soba başları, kavrulmuş kestane, patlamış mısır, kavurga, kızarmış ekmek kokusu demekti. Bir varmış bir yokmuş diye başlayan, bilmem kaçıncı kez anlatılan, kaç kere aynı alakayla dinlenen tadına doyulmayan masallar demekti.”
“Arabalarımız, çemberlerimiz paslanmış telden, toplarımız, bebeklerimiz bezden, tüfeklerimiz tahta parçalarındandı. Bu yaşıma gelmişim, daha doyamamışım çocukluğuma. Hâlâ tahtadan oyuncaklar yapıyorum ve bundan çok zevk alıyorum.”
“Gençlerden adam gibi adam yapmaya çalışıyorsun.”
“Adamlığı ne kadar öğrenebildiysem o kadar… Sen de benden mümin çıkarmaya çalışıyor, yeni baştan inşa ediyorsun beni. “Benden adam olmaz! Boşuna uğraşma!” diyorum. “Kardan bile adam oluyor. Senden neden olmasın!” diyorsun.”
Çocukluğumda hep beraber oynardık mahallede. Şimdi neden yalnız kaldım ben? Tadı kalmadı hayatın sensiz. Bir oda dolusu genç oluyor gece gündüz evimde bazen. Eskilerden de gelenler var aralarında. Senin yokluğun bomboş ediyor odayı, evi, semti… Hiçbir beraberlikten tam anlamıyla keyif alamıyorum. Kaptan müstesna…
Eskiden… Hani senli zamanlarında Antalya’nın… Kaleiçi’ndeki küçük dükkânımın doyulmaz bir tadı vardı. Hayat anlam yüklüydü alabildiğine! Olabildiğince sevinç, mutluluk, hareket, bir kaçmaca kovalamaca vardı. O hengâmede huzur bile vardı. Hemen yan taraftaki köşeyle karşı köşenin de bambaşka bir önemi vardı. Güneşim ya o köşeden ya da öteki köşeden doğardı sabahları. Şimdi köşeye sıkıştırılmış gibi hissediyorum kendimi.
“Kutu kutu pense, elmayı yerse…” derlerdi kızlar aralarına aldıkları zaman, sıkıştırdıkları zaman beni. Kollarında sağa sola yatırarak sallarlardı. Dört köşe olurdum keyfimden! Eskiden ne kadar mutluydum ben! Hep çocuk kalsaydım, hiç büyümeseydim keşke! Bu yürek bende ya böyle… Hep onun yüzünden çektim ne çektiysem! Okuduğum ders kitaplarını bile anlayamadım, sevdiğim kızı düşünmekten. O yüzden hep vasat notlarla dolu olurdu karnem.
Gazoz kapağı kadar değeri kalmadı hayatın. Gazoz kapağı kadar değerim kalmamış. Gazoz kapağı toplardık bakkal dükkânlarının, kahvehanelerin önlerinden. Kendimizi ne kadar zengin hissederdik! Şıkır şıkır ederdi onlar. Oyunlar oynardık onlarla. Üterdik ütülürdük. Ütülünce gazoz kapağı kaybeder, yine de üzülürdük. Neler kaybettim senin uğruna! Daha neyim varsa kaybetmeye razıydım. Keşke her şeyimi kaybetseydim de sen yanımda olsaydın! En azından görebileceğim bir yerde… Nerde!..
Çanak çömlek patlardı bazen. Bozulurdu oyunlarımız. Biz de fena bozulurduk! Dengeli çocuklardık. Kaldığımız yerden devam etmesini bilirdik. Başka oyun da kurabilirdik anında… Neticede hep beraberdik. Büyüyünceye kadar hiç kaybetmedik birbirimizi. Hiç kimsesiz ve çaresiz kalmadık.
Hiç üzülmezdik küslük yüzünden. Anında barışır kaynaşırdık. Kin gütmezdik, nefret etmezdik birbirimizden. Onun için ilişkilerimizde azadeydik hüzünden.
Kendimiz planlar, kendimiz yapardık ne yapacaksak. Yapabileceğimiz işlerin başına geçerdik de ondan… Her gün yapacak bir iş bulurduk kendimize. Bir meşgale… Can sıkıntısından işte! Ya çam kabuğu yontardık ya kalem açardık. Çakımızla oynardık.
Ateşle oynamaya başladım bir aralar gizli gizli. Elimde kibritlerle yakalandım analığıma. “Sakın ha!.. Ateşle oynama bir daha!..” diye kulağımı fena halde çekerek tembih etti. Kulağıma küpe olsun diye “Elin yanar!..” diye ekledi de “Sakın aşık olma evladım! Kalbin yanar!..” diye tembihlemedi.
“Babalığım ajans dinlerdi yüksek sesle. Ben kumaş dokurdum. Fırsat bulduğum zaman gizli gizli çizgi roman okurdum. İpi kırdığım zaman arkadaşlarla oyunda olurdum.”
“Geceleri bekçiler gezerdi sokaklarda. Arada düdük öttürerek varlıklarını belli ederler, kendimizi emniyette hissettirirlerdi. Çöpçüler tatar arabalarıyla gelirler, sokakları süpürüp temizlerlerdi. O zamanlar sokaklarda birbirlerine sarılmış ağaçlar, yerlere dökülen kuru yapraklar vardı. Zamanla ne kadar da azaldı!”
“İstanbul sokakları, caddeleri de öyleydi. Hele bazı yerler orman gibiydi. Yollar, ağaç dallarıyla, yapraklarıyla kaplıydı. Tünelden geçer gibi geçerdik altlarından.”
Yan taraftaki evlerin birinden radyo sesi geliyordu. Mine Koşan “Yağmurun sesine bak! Aşka davet ediyor…” diyordu. Erkin Koray’ın marifeti... Yağmur efektiyle başlıyor şarkı. Gök gürlüyor adeta. Damlaların düşüşü hissettiriliyor. “Bu yağmur, seni benden alıp götüren yağmur…” Gecikmeli de olsa tam üstüne geldi inan ki! “Seni nasıl kaybettim! Hayatıma kahrettim!..” Of! Of!..
Çise yemiş toprak gibiyim bugün.
Çamur”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 657
YORUMLAR
“Kardan bile adam oluyor. Senden neden olmasın!” Bu sözünm sözler içinde bir yeri vardı Onu buraya taşıdım. Birde okudukça son 20 yılın gençlerinin çocukluk la gençlik arasında nasıl ziyan olduklarını düşünüp durdum. Bu gün şu yada bu şekilde beğenmediğimiz gençlere ne çok borcumuz olduğunu derin derin hissettim.Yağmurun sesine bak aşka davet ediyor.........dediğinde yazı orta ikinci sınıfa girdim cam kenarından sokağı seyrederken avaz avaz söylemeye başladığım bu şarkıya Öğretmenimin hoş görüsü geldi aklıma oralardayım kaç saate dönerim bilmem.
İyi ki yazmışsınız iyi ki okudum. :)