- 544 Okunma
- 1 Yorum
- 5 Beğeni
654 – İSKELE PERİSİ
Onur BİLGE
“İskele Perisi,
"Türk Ordusu İzmir’e girince Antalya’da ne kadar Rum varsa, can korkusundan İskele’den kaçmaya kalktılar. Ancak sık sık kalkan gemi bulmak zordu. Yunanistan’a gitmek için epey beklediler. Beş binden fazla Rum, eşyalarını, evlerini barklarını, arsalarını tarlalarını bırakıp, yükte hafif, pahada ağır neleri varsa yanlarına alarak 18 Ekim 1922’de Antalya İskelesine gelen Amerikan ve Yunan gemileriyle kaçtılar. 1924’e kadar evleri boş kaldı. Bu arada Kaleiçi’nde yangın çıktı. O evler de dahil olmak üzere çok ev yandı. Onun için gelen mübadillere ev temin edilmesi mesele oldu. Çoğu aylarca açıkta kaldılar.
Eskiden Antalya İskelesinin içi balık doluydu. Kayalıklarda yan yan yengeçler yürür, koca koca fareler dolaşırdı. Fareler İskele ambarlarında barınır, çoğalırlardı. Onlar da yılanları çekerlerdi. Akrebi de karıncası da, karasineğiyle sivrisineği de boldu. Özellikle yazın sıcağında iş aralarında vakit geçirmek için etraftaki esnaflar yakaladıkları farelerin arkalarına oyuncak arabalar bağlayarak fare yarışı yaparlardı.
İskelenin içinde bile balık avlanır, serpme ağı atılır, ağ bile döşenirdi. Gençlerle çocuklar, oltalarının kancalarına hamur haline getirilmiş ekmek içi veya solucan takarlardı. Hemen orada, mendirekte ve kayalıklarda avlanırlardı. Falezlerde avlananlar daha çok kaya giridaları yakamaya çalışırlardı. Ben duru suda balıkların kaynaşmalarını seyretmekten çok hoşlanırım. Onların kıpırtıları huzur verir ruhuma.
Bir ara İskeleye yedi metre kadar bir orkinos girmişti. Zavallıcık, Kızkulesi’nin dibiyle mendireğin arasına sıkışmıştı da hepimiz İskele’ye doluşmuş, olacakları seyre başlamıştık Antalya’nın tanınmış simalarından dalgıç Esen Emekçil onu yakalamak için epeyce uğraşmıştı.
Adalyalılar, denizde yüzmeye de balık avına da meraklı değillerdi. Nasılsa balıkçılık yapan çok, balık bol ve ucuzdu. İskeleye inip balıkçılardan sandıklarla satın alınıp paylaşılabiliyordu. Balıklar müzayedeyle satılıyordu. Madrabazlar, iyi fiyat verilinceye kadar: “Yok mu arttıran?” diye ortalığı kızıştırıyor, sonunda da "Satıyorum! Satıyorum!.. Sat tım!..” diye bağırarak noktayı koyuyorlardı. Balıkçılar sepetlerini kollarına takarak sokak sokak günlük balık satıyorlardı. Balık almaya gitmeye gerek bile yoktu.
Bazıları aldıkları balıkları hemen oracıkta mideye indirmek için oralardan bir teneke parçası bulup, çalı çırpıyla yaktıkları ateşin üstünde, çoğu zaman ayıklamaya bile gerek görmeden olduğu gibi kızartarak, yeşillikle birlikte ekmek arası yapıp gövdeye indiriyordu. Sabah sabah aç karnına evden çıkmış, balıkçıların dönmelerini beklemiş, epey de acıkmış oluyorlardı. Orada yemenin de apayrı bir zevki vardı. Benim evim yakın olduğu halde kaç kere zevk için ben de yaptım aynı şeyi. Kafa dengi arkadaş buldum mu halen yaparım.
Tersanenin yanında kaleye yaslanan sıra sıra dükkânlar, onların üst katlarında da bekâr odaları vardır. Oralarda daha çok gemiciler, balıkçılar, miçolar, keyifçiler falan kalırdı. İskelenin yerlisi bunlardır. Arı gibi çalışırlar, efeler gibi eğlenirler.
Şehrin ileri gelenleri de çok gelirdi İskeleye. Asmalı Kahvede oturur, denizi, Torosları ve açıklarda demirleyen gemilere yük taşımak için canla başla çalışan, var kuvvetleriyle mavnaların küreklerine asılan tayfaları seyrederlerdi. Gemi yapımcıları, kaptanlar, balıkçılar, gemi ustaları ve gemi kaptanlarıyla domino, tavla, iskambil falan oynarlar, konuşurlardı.
Kışa doğru tekneler kıyıya çekilirdi. Tekne büyükse, yardım gerekirse, İskele’de kim varsa yardıma koşardı. Tekneler, mavnalar "Ya Lissa!" diye naralar atılarak çekilip, kumluk denen yere çıkarılırdı. Kışın da deniz kabarıp tehlike arz etmeye başlarsa yine imece usulü el birliğiyle aynı tedbir alınırdı. Yardımın karşılığı bisküvili lokumdu. Kıstırma şeklinde, iki bisküvi arasına bir lokum konularak emeği geçenlere dağıtılırdı. O güzel insanlar yavaş yavaş azaldı. İskeleye uğrayan gemilerle yelkenliler de azaldı.
Kale surlarına dayalı bir de Kırkmerdiven’imiz vardır, Venedikliler tarafından yaptırılan. Halen dimdik ayakta, kullanılır vaziyettedir. Oraları düşündüğümde, kale taşlarının aralarından, taş duvarların kovuklarından kafalarını korkakça çıkarıp bakınan, hemen içeri sokan kertenkeleler, fare peşinde koşan kediler geliyor aklıma.
Bir keresinde de kara bir yılan uzanmıştı Kırkmerdiven’in alttan üçüncü basamağına. Ağustos sıcağında orada ne işi vardı bilmiyorum. Belki bir anlık dinlenme esnasında rast gelmiştim. İlkin birisi pantolonunun kayışını atmış falan diye düşünmüştüm. Kara kaytan gibiydi. Güneş ışığı altında ıslak ıslak, yağlı yağlı parlıyordu. Belki kupkuruydu derisi ama kara kara, yalbır yalbırdı güneşin alnında. Yürüdü gitti yoluna, beni fark edince. Zararsızdır onlar. Kaleiçi ve İskelede zararlıları da vardı ve her an karşı karşıya gelinebilirdi. Çok selamlaştık onlarla. Ahbap olduk artık.
Ben rahmetliyi İskele’nin üstündeki şimdiki oturduğumuz eve gelin getirdim. 1917 de evlendim. Tevellüt 1896… Kaleiçi’nden çok gemilerde ve İskele’de geçti ömrüm.
Oradaki iki katlı beyaz badanalı, dikdörtgen şeklindeki Gümrük binasını bilirsin. Osmanlı Devrinden kalma, sağlam bir binadır. Trablugarp’lı Mahmut el Başa vardır, arkadaşım. Muhasebeci Beşir Efendi de samimi dostumdur. Sürekli işimiz düşer, gider, çaylarını içerdim.
Gümrük binasında kalın kâğıtlar Arap harfleriyle yazılmış konşimentolar vardı. Gemiye taşınıp teslim edilecek olan mala karşılık verilen taşıma senedi… Onların üstlerinde yükleyici, alıcı, ihbar merci başta olmak üzere o ticari işlemle alakalı bütün bilgilerin yer aldığı kıymetli evraktır.
Daha sonra Gümrük Müdürü Cemalettin Gürakanus’la tanıştık. Emekli olunca Emekli Öğretmen Mehmet Burhanettin Katlandur ile birlikte Barınak Yapı Kooperatifi’ni kurdular. Antalya’nın ilk kooperatifçileridir onlar. Manavoğlu Kırı’nda, şimdiki Fener ve Barınaklar Semtinde, Barınak Evlerini yaptırıp kırk hanenin anahtarlarını teslim ettiler. Daha sonra da Dokuma’da Barınak Arsaları’nı sahiplendirdiler.”
Kaptan İskele’nin eski halini fotoğraflarla ve eski notlarıyla anlatırken ister istemez seninle birlikte oradaki kayalarda sekişimizi, kayamıza kavuşunca “Oh!..” diye oturup denizi seyrederek, ufuklara dalarak sohbet edişimizi hatırladım. Sanki o kayanın üstünde oturuyordun hâlâ ve ben kaçamak bakışlarla seni seyrediyordum.
Parkın içindeki havuzda serinleyen çıplak bir kadın heykeli var ya… Parkın en eski sembollerinden… Bizim liseli gençlerden onun üstüne atılıp sarılmayan, öpmeyen kalmamış. İmkânı olanlar fotoğraf da çektirmişler onunla. O diyor ki “O benim sevgilim!” Bu diyor ki “Hayır, benim!” O nü onların olsun! Ben senin heykelini dikmek isterdim o kayanın üstüne ama nü değil! Lise önlüğünle…
Gençliğin, güzelliğin, masumiyetin, temizliğin, iyiliğin sembolü olarak… Fakat beni bunun hayalinden bile mahrum bıraktın. Hem adını bile hazırlamıştım, hayalimdeki güzelliğin. İskele Perisi olacaktı.
Ben kendi çapımda bir heykeltıraşım, kime ne? Hayaller kuramam mı yani istediğim gibi! Hayalen bir heykel yontamam mı yani?
Ben hem dokuma hem de ahşap ustasıyım. Ahşaptan eşyalar, insan ve hayvan figürleri oyarım. Ağaçtan da yapabilirim heykelini aslında. Neden olmasın!
O zaman da yüzünü saklarım. Hem kimse bakmasın diye. Hem kimse seni bilmesin diye.
En iyisi olduğun yerde kal! Hep hayalimdeki gibi kal!
Heykeltıraş”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 654
YORUMLAR
Hem yakın hem de uzak; Tarih kokan güzel bir yazı, kronolojik olarak belirlenmiş
farelerin arkalarına oyuncak arabalar bağlayarak fare yarışı. ilk kez duydum ve güldüm.
Yılanları öldüre öldüre yok ettik, doğanın dengesini bozduk, tarlalarda tarla faresinden geçilmez oldu.
Nü heykel aslında sembol sevgiliye nu olmayan heykelini yapmak
saygılar...