- 773 Okunma
- 4 Yorum
- 2 Beğeni
648 - BEBEK
Onur BİLGE
“Bebek,
Bu gece sabaha karşı, ezanla beraber Kaptan’a bir torun daha gelmiş. Bir kız bebek… Babaannesinin adını koymuşlar. Safiye… Aziz Onbaşına Fatma Ebe’yi çağırmışlar doğuma. Oğlu Faruk, gece yarısı yayan yapıldak koşmuş Şarampol’e! Uykusundan uyandırmış kadıncağızı. Neyse… Beş saat sonra almış bebeği.
Muratpaşa Camisi’nin bahçesinde, öğle ezanında buluşmak için sözleşmiştik. Bir saat kadar önce gelecektik. Hava çok güzeldi. Bahar havası… Bize göre bahardan, iç kısma göre yazdan kalma bir gün… Antalya’nın insanına güven olur, havasına olmaz! Hiç belli olmaz. Akşama doğru yağar da eser de…
Kaptan, benden beş dakika sonra geldi. Yorgun ve uykusuz görünüyordu. Ayağa kalktım, karşıladım. Yığılır gibi oturdu banka. Dilinin ucuyla: “Selamün Aleyküm!” dedi. Selamını aldım. “Hayrola, Ağabeyciğim! Hasta falan mısın? Ne bu halin?” diye sordum.
“Sorma! Hiç uyuyamadım bu gece! Evde bir telaş bir telaş!.. Gelin bir doğurdu, oğlanla ben dokuz doğurduk!.. Sabaha kadar bir eve bir İskele’ye… Bir eve bir Mermerli’ye… Mekik dokuduk! Elimizden gelecek bir şey yok! Ebe başında! İki tane de komşu kadın geldi. Erkekler dışarı!.. Birimiz gittik birimiz geldik! “Belki bir şeye ihtiyaç olur, belki doğum oluverir!” diye… Ay yüzlü bir kızımız oldu! Rahmetlinin ismini koyduk. Hanımcağızım sağ olsaydı, ne kadar sevinirdi! O olsaydı, bu kadar sıkıntı da çekmezdik. İçimiz rahat olurdu en azından. İki erkek, öylece kalakaldık! Diğer torunların doğumunda sağdı. Her konuda tecrübeliydi. Ne günler geçirdik! Ne zorluklara göğüs gerdik birlikte! Neler gördük geçirdik!”
“Analı babalı büyüsün! Bahtı açık olsun! İki cihanda azize olsun İnşallah! Desene bundan sonra “Vırak vırak”, uyku tünek kalmayacak! Aman, ne ağlar onlar ilk aylarda! Bir yaşına kadar çok zor! Sonrası da öyle ama yoğun ilgi ve bakım ister.”
“Şimdiden belli oldu ne olacağı! Sabaha kadar kök söktürdü hepimize! Bakalım, bekleyeceğiz, göreceğiz. Ne gelirse başımıza, sessiz sedasız katlanacağız. Allah’ın bize en güzel armağanı! İlk kız torun…”
“Biliyorsun benim de bir kızım var. Çiğdem… Tekne kazıntısı… Ötekiler neyse de o burnumda tütüyor!”
“Ne kıymetli bir varlık, insan yavrusu! Öyle hemen yumurtadan çıkıp kısa sürede büyüyüvermiyor. Anneyle yakınlaştırılması aylar sürüyor. Neredeyse bir yıla yakın bir zaman dilimi… Babayla buluşturuluyor, bu iki kişiye teslim ediliyor. O kadar değerli, o kadar büyük bir emanet! Anneanne, babaanne, dedeler… Halalar, teyzeler, amcalar, dayılar… Yeğenler, kuzenler… İnsana verilen değere bak! Sen yoksan, Çiğdem için annesi var. Annesinin sülalesi var. Yapayalnız değil. Çocuklarının yanlarında yakınları var. Belki İstanbul’da daha güzel imkânlar içinde yetişirler. Madem ki zenginler… Sabır!..”
“O da bize çok çektirtmedi de… Bir tebessümü uykusuz gecelere, onca emeğe yetip de artıyor bile. Aksi halde çekilecek dert değil! Büyük mesuliyet! Hayatı işgal ediyor, iki insanı esir alıyor. Sevgi saçıyor ve topluyor.”
“Eğitimi öğretimi de kolay değil. Beşikte başlıyor. Ölene kadar öğreniyor. Ölürken bile ölmeyi, ölümün nasıl olduğunu öğreniyor.”
“Sonbaharın sonu… Hava da iyiden iyiye soğudu. Şimdi güneşli, çok güzel ama akşamları soba yakıyorsunuzdur gürül gürül… Şimdi bir de bebek var. Gece gündüz aralıksız yanacak sizin evde. Benim, olup olacağı bir göz odam var. O da nefesten bile ısınır. Mangal yakıyorum. Yetiyor bana.
Akşamüstü kapının önünde yakıyorum kömürü. Bir de sacayağı koyuyorum üstüne, onun üstüne de tencereyi ya da tavamı oturtuyorum, yemeğimi pişiriyorum. Akşam da içeriye alıyorum. Koyuyorum çaydanlığı kömürlerin arasına… Bazen üç beş patates gömüyorum külüne. Yakında kestane de dökülür çarşıya… Bende bir tel mısır tavası var. Bir avuç mısır atıyorum içine, bir dünya oluyor! Akşamları bizim Sırdaşhane müdavimleri de geliyor yanıma. Mangal keyfi yapıyoruz hep birlikte… Oda mangaldan sıcak, sohbet odadan sıcak… Sürüyoruz cezveyi közün içine. Köpüklü birer de kahve içiyoruz çayın üstüne…”
“Ben de iyi bilirim mangal keyfini. Yuvarlak, ince belli bakır bir mangalımız vardı. Yanlarında iki pirinç kulpu, Arap küpesi gibi sallanırdı. Sıcak olduğu için el yanmasın diye dışarıdan içeriye getirilirken o halkalardan tutulurdu. Bir de uzun maşamız vardı. Onu da kullandıktan sonra kenarına asardık. O maşayı kömürlerin üstüne yatırıp az ekmek kızartmadık kahvaltılarda!
Çocuklara da tattırmıştır anneleri o şıngırdaklı maşanın tadını! “Anam anam!..” diye bağırarak kaçtıklarını anlatırlar, çocukluk anılarından bahsederlerken. “Şak!..” diye ses çıktıysa şanslılar! Ses çıkmadıysa, keskin kenarlarını yemişlerdir bacaklarına. İki sıra çizgi halinde morartarak çıkmıştır izi. Bir hafta on günden önce geçmez! Acı ama gerçek!
Antalya sıcak olduğu için kışın soba kullanılmaz, mangalla idare edilirdi Zaten binalar ahşap, odalar nohut kadardı. Ahşap evler havadar olduğu için kömür iyice yandıysa, zehirlenme de olmazdı.
Yabancılar getirdi bu soba adetini buraya. Yemeklerimiz kömür maltızında pişerdi. Rahmetlinin kömürlere üflemekten gözleri şişerdi. Sonra pompalı ispirto ocakları, arkasından da gaz ocakları çıktı. Kadınların işleri kolaylaştı.”
“Bende elektrik ütüsü de yok. Bir elektrik ütüsü almış bizim çocukların birinin babası, kömür ütüsünü de bana getirdi. Kızın biri de bebeklik battaniyesini verdi. Ütü bezi yaptım. Üç beş kömür attım mı dökümün içine, pantolonumu da gömleğimi de ütülüyorum. Çamaşır çok olursa, gelen kızlar sağ olsun! Leğene atıp yıkayıveriyorlar. Avluyu bile süpürüyor, çiçekleri suluyorlar. Etrafı kalaylı tas gibi yapıyorlar! Kap kacak cillop gibi! Çay kaşıklarına kadar külle ovup temizliyorlar. Bana iş bırakmıyorlar.”
“Bizim zamanımızda Antalya’nın evleri bacasızdı. Şimdi kafiye yapacaksın yine! “Kızları da kocasızdı!” diyeceksin ama öyle değildi. Üstelik çocuk denecek yaşta kocaya verilirlerdi.”
“Nasıl da biliyorsun, ne diyeceğimi! Sende de şairlik var mı Kaptan, Allah aşkına?”
“Antalya… Bu harika şehir şair etmez mi insanı! Hem de ne şair eder!.. Yalnız bende o kadar çok yok o dediğinden. Kendime yetecek kadar… Karınca kararınca… Yakın zamana kadar sakladıydım, gemilerde gezerken tuttuğum hatıra ve şiir defterlerimi. Geçenlerde elime geçti. Yırttım, bir kesekâğıdının içine koydum. “Sobayı kurunca yakarım!” diye.”
“Ya!.. Yazık etmişsin Ağabey ya! Yakılır mı hiç! Çok mu parçaladın? Birleştirilemez mi parçaları? Ben onarmaya çalışsam… Müsaade eder misin?”
“Hayır! Hayır! Güzel olsalar da özel şeyler onlar. Çocuklarımın bile ellerine geçmesin!”
“Bari o kısımlarını okunmayacak kadar karalasaydın da gezip gördüğün yerlere ait yazdıklarını bari bıraksaydın! Olmadı! Hiç olmadı! İçim yandı!.. Keşke duymasaydım! Bilmeseydim! O zaman üzülmezdim bu kadar!”
“Defalarca okudum ben o yazdıklarımı. Hemen hemen hepsi ezberimde ve anılarım da taptaze o nedenle. Tekrar kaleme alabileceğim kadar hem de!”
“Neyse! Olan olmuş! Yapılacak bir şey kalmamış. Karar senin!”
“Zaten bir gün, kalınca bir defter alıp, hayatımı yazmaya başlayacağım, henüz elim tutarken, gücüm yeterken. Hep erteledim. “Henüz erken!” diyerekten…”
“Bizim zamanımızda İstanbul’da hayat daha kolaydı. Kar kış olsa da her zorluğun bir çaresi vardı. Kim bilir eskiden siz nasıl büyüttünüz çocuklarınızı Antalya’daki iptidai şartlarda? Hele kışları… Biz kardan kız, kardan adam yapardık. Biri gelinlik, biri damatlık giyerdi. Bir de kol kola olurlardı. Evlendirirdik onları. Ortaya bir de ateş yakardık. Etrafında dümbelek çalıp oynar, dans eder, düğünlerini bile yapardık. Aşklarının hararetinden erim erim erirlerdi! Gerdeğe bile giremezlerdi.”
“Kar, kış kıyamet mi? Antalya’ya sık gelmez onlar. Kepez’den aşağıya inmeleri yasaktır. On beş yirmi yılda bir şöyle bir uğrayıverirler. Yatıya kalmazlar. İçeriye bile girmezler. Ayaküstü kapıda kaynatırız biraz. Hemen geldikleri gibi giderler. Öyle kardan adam kardan kadın kılığına girerek şekillenmeye, hele hele evlenmeye vakit bile bulamazlar.”
“Soba ne zaman geldi Antalya’ya? Bacasız evlere nasıl kuruldu?”
“1935’lere kadar Antalyalı soba nedir bilmezdi. O tarihten sonra kullanılır oldu. Mangal ve maltız yapıp satanlar soba yapmaya başladılar. Demirciler çarşısına dükkân açtılar. Artık onlara “Sobacı” demeye başladık. Evlerde baca olmadığından, pencerelerin üstünden bir küçük cam çıkarılıyor, onların yerine, ortasından boru geçecek kadar bir delik açılmış teneke parçaları takılıyor, borular oradan geçirilerek duman dışarıya veriliyordu. Bir dirsekle ağzı yukarıya çevriliyor, içine yağmur suyu dolmasın diye bilezikli ve üç ayaklı bombeli bir teneke parçasından şapka takılıyordu. Duman onun yanlarından çıkıyordu. Yine de dirsekten ya da islenen ayak ve şapkadan akan isli sular altlarından geçenlerin üstlerini başlarını kirletiyordu.”
“Yakıt olarak ne kullanılıyordu? Şimdi bizim Şarampol’de, çevrede hızar çok olduğundan bıçkı tozu ve tahta parçaları kullanılıyor.”
“İlk zamanlarda Antalya çevresindeki çalıların kökleri, odun parçaları yakılıyordu. Sonraları bıçkı tozu ve talaş sobaları yapıldı. Bunlar bildiğin gibi, kovalı sobalardır. Kovalarının ortalarına kazma, balta sapı kalınlığında bir sopa konur. Toz ya da talaş tıka basa doldurulur, yanlardan ayakla iyice basılarak preslenir. Sonra yavaş yavaş o sopa çıkarılır. Ortası delik kalır. Yakıldığında duman o delikten çıkar. Aksi halde yanmaz.”
“Biz de İstanbul’da önceleri odun sobası kullandık. Bizim hanım usandı onunla uğraşmaktan. Gaz sobaları çıkmıştı. Yani evlendiğimizde onu kullandık. Tembel işiydi. Tam bizimkine göre… Yan tarafındaki depodan damla damla gaz damlıyor, sobanın dibindeki alevle soba ve salon ısınıyordu. Boruların uzun olması da ısınmayı kolaylaştırıyordu. Odalarda küçük elektrik sobası kullanıyorduk. Daha sonra kalorifer kullanmaya başladık.”
“1930’lara kadar Antalya’da elektrik yoktu. Rahmetli Tevfik Işıklar’ın yaptırdığı suyla çalışan elektrik fabrikasından elektrik almaya başladık. Bizim evlerimiz ahşaptır. Elektrik borularının sıvaların altından geçmesi imkânsızdır. Betonarme evlerde de vaktiyle sıva altından geçirilmediyse ki o zamanlar hiçbir evde böyle bir ön hazırlık yoktu, duvarların üstünden geçirilirdi elektrik boruları. Ondan sonra elektriği olan evlerde, onlarda da, hane sahiplerinin bütçeleri müsaitse elektrik sobaları kullanılmaya başlandı. Yenikapı’da, Kaleiçi’nde… Parkın kuzeyindeki koca koca konaklarda elektrik mühendisleri ikamet etmeye başladı. Çifte hizmetçileri vardı. Herkes onlara gıptayla bakardı. Elektrik, o kadar yeni ve ilginçti. O zamana kadar, halkın çoğu tarafından adı bile duyulmamıştı. Bilen bilmeyeni uyarıyor, ıslak elle prizlere dokunulmaması gerektiğini falan söylüyordu. “Elektrik çarpar!..” sözü, “Şeytan çarpar!..” sözünü ehemmiyetsizleştirmişti. Şeytan çarparsa sakat bırakıyor ya da felç ediyordu, elektrik çarparsa kömür ediyordu!.. Çok elektrikçi, dikkâtsizlik sonucunda bunu hayatıyla ödedi! Ah! Ah!.. Ne fidanlar devrildi!.. Derdimi depreştirdin benim!..”
Ezan okunmaya, caminin avlusu da kalabalıklaşmaya başladı. Yavaş yavaş kalktık, içeriye girdik.
Muratpaşa Camisi’ndeki öğle namazından sonra Piyazcı Sami’nin lokantasına köfte ve piyaz yemeğe götürdü Kaptan beni. Sevgili torununun dünyaya gelişini böylece kutlamış olduk.
Antalya’ya köyden kasabadan inen dahi Piyazcı Sami’ye bir selam vermeden, halini hatırını sormadan dönmez. Piyaz demek o demektir. Hele yanında köfte de sipariş edecek kadar parası varsa, değme keyfine!.. Oradan çıkınca, hava sıcaksa bir de dondurma yemeğe gider. O da hemen karşı sırada zaten. Tektat ya da Elmas Dondurmacı… Orada da dondurma okkayla... İsteğe göre çorba kaşığıyla... Bu iki yere uğramadan dönmek istemez kimse. Eğer parası yoksa… İşte o zaman iş başka…
Oradan çıkınca da denizi seyretmek için Tophane’ye gittik. İtiyat edindiğimiz gibi orada da birer çay içtik. O istirahat etmeye evine gitti, ben de evime döndüm. Geçtim işimin başına.
Ona o evde rahat yoktur bugün. Akşam dahi bebek görmeye gelenler olur. Ancak gece el ayak çekildikten sonra, odasına geçince uyuyabilir.
Ben de uyuyamazdım sabahları. Telefon çalar, sen ararsın diye… Ben de uyuyamazdım geceleri. Her yerde senler olurdu Bebek’im. Benim bebeğim de beni uyutmazdı. Yine de sensiz olmazdı! Sensiz olmazdı!
Sen benim prensesimdin o zamanlar. Bense senin lalan… Şimdi hatıralar o zamanlardan elimde kalan.
Falan filan da filan da falan…
Lala”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 648
YORUMLAR
Güzeldi tebrikler
Ama ben Antalya ya geleli bir kaç yıl oldu hikayede göcen mahalleleride iyi biliyorum ama Piyazcı Saminin köftesini merak ettim okudukça canımda cekti yerini öğrensem birara yesekte. Selamlar Saygılar
CAN KAN tarafından 11.12.2020 12:31:34 zamanında düzenlenmiştir.