- 508 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
ALTAN BEY
Çocukluğumdan Altan’a;
Korkularımdan biri, heybetli bir böceğin benimle temas kurması, diğeri de aynaya baktığımda tanımadığım biriyle göz göze gelmektir. İkincisi ile henüz karşılaşmamış olduğumdan olası sonuçları karikatürize edilmiş bir hadise kadar zihnimde yer bulmuştur. Yalnız, şu böcekler yok mu rahat bırakmazlar beni, korktuğumdan mıdır bilmem dibimde biter her biri.
Onu ilkin, yaklaşık üç yıl önce taşındığım, duvarları ve insanı kadar soluduğum havası da gri renkli olan Can Apartmanı’nın üçüncü katının merdivenlerinin bitiminde gördüm. Usul usul yürürken nereye gittiğini bilmez bir hal vardı üzerinde. Bir arıya göre epeyice heybetli geldi. "bal arısı mı acaba?," gibi gereksiz soruları kovdum hemencecik. Sahi, geçen gün, arabayla giderken yol verdiğim bir adamcağız şaşkınlığından donup kalmış, alışık olmadığı nezaket onu ürkütmüştü. Kurtarmaya çalışsam belki şaşkınlığa düşer, haliyle elimi sokar, fena olurdu sonra, buzuydu, iğnesiydi uğraş dur. Kimsecikler de yoktu. Kapıcı Hüseyin beyi görsem "zahmet olacak " diye söze başlardım. Hüseyin bey’ in parmakları arasında arının pek şansı da yoktu bir yandan, canını çıkartacak cinsten. Şimdilik parmakları düşünmeyi bırakmalıyım, iki kat daha çıkmış oldum haliyle arı da ardımda kaldı. Zamanın kör bir bıçak yaşamı kesip eğri büğrü anları yaratmakta üstüne yoktur. Akşam olana dek ardımda neler bıraktım bi düşüneyim şöyle, gerek de yok aslında, geçen gün okuduğum bir yazıya göre rüyaların aklımızın en kuytu yerlerine ulaşan yegâne mefhum olduğu yazıyordu ya da ben öyle anladım. Bir de unutamamak büyük sorun olurmuş insana. Kimi unutmaya direnenlerin başka rüyalara göçtüğünü oradan değişik hallerle döndüklerini işitmiştim. Hem, kat arasında ya da merdivenlerde vakit geçirmek tuhaf değil de nedir? Belki merdivenlere şöyle bir bakıp; ne hoş traverten bunlar, dedikten sonra beş bilemedin, on saniye geçtikten sonra yürümeye devam edilir. İşin içinde komşularla karşılaşmak da var. Geçen gün, karşı komşumla sabah yedi sularında aynı anda kapıyı açıp göz göze geldik. Gülümsedim mi ya da o bana gülümsedi mi hatırlamıyorum. Uykum da çabuk geldi bu akşam, en iyisi erken yatayım.
"Efendim, bendeniz sorumlu mesul müdürü Daim Serçe". Yastığın yüzeyinin yüzüme dağılan soğuğuyla sağ tarafıma iyicene döndüğümü, neredeyse yüz üstü olacak biçimde bedenime şekil verdiğimi hatırlıyordum. Gri renkli takım elbisesi, mavi kravatı, ön tarafı hafif seyrelmiş neredeyse asker traşı sayılacak saçları, dik duruşu hemen dikkati çeken, göz altlarında ise esmer tenine uyumsuz beyaz bir çizgi olan adamı görünce haliyle irkildim. Sessizliğim, boğazından gelen yapmacık öksürme sesiyle bölününce, "Memnun oldum ben de şeyy, kimdim ben?" Bir isim uyduruverdim. "Ben, Altan, memnun oldum efendim."
Daim bey, okul müsameresinde, kovboy yerine kızılderili rolü verilmiş bir çocuğun zoraki kabullenişi gibi arada bir rolünden çıkıyor bazen anlık olarak arkasına ya da pencereden uzaklara doğru bakıyordu.
Ben de onun gibi pencereden bakınca gördüğüm uzun ağaçların etkisiyle uydurma hikayeme devam ettim; aslında buralardan geçiyordum, bu kadar ağacın arasında, yani bir nevi ormanın içerisinde bir hükümet binası görünce inanın bir vatandaş olarak bir sıcaklığın tesiri ne bileyim ben, bir ahbabı görmüş olmanın kalpte sebep olduğu yumuşama ile daldım içeriye. Koridorun başında "Unutulmuş İnsanlar ve ARI Mesul Müdürlüğü" yazısı dikkatimi çekti. Lakin kapıyı zorlamama rağmen açamadım. Sanıyorum, müdür ya da müdüre içerideydi diyebilirim çünkü kesikli soluk alışverişine şahit olduğumu yanımda biri olsa belki oldu bittiye getirerek söyleyebilirdim. Neyse ki kapınız ardına kadar açıktı. Bunun vatandaş üzerinde nasıl bir hisse neden olduğunu bilseniz aynada defalarca kendinize bakıp tebrik eder, belki yanaklarınızı sıkardınız. Kısa bir sessizlikten sonra gergin ince dudakları kıpırdadı;
"Altan bey belli ki söyleyecek bir hayli sözünüz var, sizi bir nebze olsun anlıyorum. Lakin bildiğiniz üzere burasının bir hükümet binası olduğunu benim de mesul müdür olarak meşguliyetlerimi size hatırlatmak isterim. Mesleğimin ilk yıllarında benzetmek gibi olmasın,sizin gibi efendi, temiz yüzlü gençler gelir, birkaç cümle ile başlayan sohbetleri inanın bitmediği gibi nezaketimden sesimi çıkaramazdım. Hoş, çoğu arkadaşım olmasını gönlümden geçirdiğim iyi niyetli insanlardı. Yalnız, sohbetlerinin sonunu getirmeden yani neredeyse konuşmalarının ortasında ani bir hareketle arkalarını dönüp bir hoşçakal bile demeden koşarak uzaklaşırlardı. Önceleri, buna oldukça içerlemiş, günlerce yemeden içmeden kesildiğim olmuştu. Pencerenin kenarına bir serçe konsa, bu ürkek varlığın uçup gideceğini biliriz de, insan öyle mi kanadı yok ki uçsun değil mi?. Sözün kısası Altan bey, şimdi şu evrağı alıp Eski Sevgilileri Hatırlatma Büro Amirliği’ne onaylatmanızı rica edeceğim."
Bu aceleye getirilmiş tavır önceleyin biraz bozulmama neden olsa da ivedilikle kendimi toparlayıp uzatılan evrağı aldım. Tam da adamcağızın sitemine mazhar olacak biçimde iyi günler bile demeden odadan çıkacaktım ki hemen uyanıp arkama döndüm. "Hoşça...." bir anda başımdan aşağı doğru sıcaklık hasıl oldu, kalbimin atışını nasıl bir zonklama biçiminde duymaya başladım anlatamam. Mesul müdür, birkaç saniye önce oturduğu koltukta bedeninin bıraktığı dışında iz dışında kanıt bırakmadan bir serçe ürkekliğiyle uçup gitmişti. O anın şaşkınlığı ve korkusuyla dilim damağım kuruduğundan belki bir yudum su bulurum umuduyla kendimi dışarıya zor attım. Koridorun, bordo renkli duvarına yaslandım da biraz olsun kendime gelebildim. Bir süre sonra yanıma yaklaşan biri olduğunu anlayınca da haliyle irkildim. "Beyim açık bir çay alır mısın?" donup kalmış bedenimi döndürmek için kuvvet vermem güç oldu. Gür bıyıklı çaycı, iri siyah gözlerini hafifçe açmış neredeyse burun buruna geleceğimiz şekilde yakınımda duruyordu. Teşekkür ederim, size zahmet bir bardak su alayım deyiverdim. Adam da "derhal beyim," diyerek hızla uzaklaştı.
Soluk alışverişim de düzelmişti fırsattan istifade. Kendimi koridora attığımdan beridir bir, bilemedin iki dakika geçmiş olmalıydı. Karşımda duran kapalı kapının üstündeki sayfanın gözüme ilişmesiyle yaklaşmam bir oldu;
"Sabahın harici sevişmesinde
Canlanırken biçimim
Dalımda eşsiz kuş sesi,
Uğurum börtü böcek
Artık Dilruba diye biri yaşamıyor
Dizinin dibinde
Bilesin.."
Yazıya daha da yaklaşınca "Altan bey’in dikkatine" cümlesini neredeyse karınca boyutunda olmasına rağmen binbir güçlükle de olsa okuyabildim.
İnsan, resmi için gökyüzünden mavi beyaz desenler arzu etse de hep mi geceye yakalanır? Huyum olduğundan oyalanıyorum sanırım. Sessizliği iç ses olarak seçmişliğim çok eski değil. dilese o sessizliğin içerisinden neler çıkarır. Çoğu kez gürültünün yalnızlığına yakalanıp benek benek alınganlık hastalığına tutulmuşumdur. Beneklerin yüzümde çıkanları yok mu? İşte onlar saklaması en zorlu olanları. Kimseler kalmadı böyle ota boka saran. Ağzım bozulduğunda kendimden ricam üzerine özür dilerim. Nasılsa iç sesimi bazen külah biçimindeki boşluğumun içinde konuşturuyorum. Dışarı taşarsa günün renklerini bozuyor sonra, karmaşık bir hal alıyor her şey. Külah dedim de aklıma geldi. Eskiden mevlit şekerleri olurdu üstünde lokum, altında minik minik şekerleri ile bi hayli sıkıldığım saatlerin sonunda verilen ödül gibiydi. Sanıyorum çocukluk kimliksiz yanılsamalardan başkası değil. Kime sorsanız ilgisiz ana baba, mevlit şekeri ve sünnet töreni ile ilgili anılarını bir çırpıda anlatır. Bir de oyunlar var, özellikle sokakta oynananlar için sufle veren birini duymuştum. Yukarısı için mühim biri olmadığımı idrakim, manav Osman bey amca’nın dükkanının önünde muz kabuğuna basıp kafa üstü yere çakıldığım gün gerçekleşmiştir. Bir kesilen tavuktan, bi de benden o kadar kan aktığını görmüştüm. İnsan dengesini bulmazsa fena karışıyor. Çözülmez olduğum vakit kendimden kimsesiz kaldığımdan, kimseler, kimse olarak hayatıma dahil oldular. Şu şiiri yazan hanımefendi de onlardan biriydi. Onu aksayan dilinden tanıdım. Eski sevgilileri hatırlatma amirliğine baş vurup aklı sıra canımı acıtacak. Buna lüzum yok, hala kanayan bir kafayla yaşadığımı bilmiyor.
Suyumu içmenin ferahlığından sonra mesul müdürün elime tutuşturduğu evrağı oracıkta altı, bilemedin on, belki bir integral hesabına dahil olursa da başka rakkamlarda veyahut entropi ile açıklanıp biçime ve manaya gelirse de bir çırpıda yırtmak suretiyle üzerinde devlet malı yazan kırmızı çöp kovasına atıverdim. Başım sızladı o an, alışık olduğumdan önemsemedim. Kapısı kilitli olan Unutulmuş İnsanlar ya da ARI Mesul Müdürlüğü’ne doğru adımlarım beni sürüklercesine götürünce ilk anda sesim yabancı birininki gibi geldi. "Lütfen açın, içeride olduğunuzu biliyorum. Beni zor kullanmak mecburiyetinde bırakmayın,"son sözüm oldukça tanıdık, tanıdık olduğundan saçma geldi. Birkaç saniye sonra içeride bir o yana bir bu yana yürüyen belli ki kapıyı çalmamla paniklemiş olduğunu düşündüğüm kişinin çıkardığı olasılık dahilinde olan tüm seslere dikkat kesildim. Ayak sesi, kapının önüne kadar gelip kesildi. Ben ve içerideki zat-ı muhterem bizi ayıran ağaç kütlenin önünde kutsal bir ayin törenindeki iki şaman gibi dikiliyorduk. Kapının kolu hareket edince kalbim tekrarlı acelesine başladı. Göz göze geldiğimizde ilk konuşmacının kim olacağına iyice emin oldum. Ellili yaşlarda, saçlarının yaklaşık yüzde kırkının beyaz, geri kalaninın on yıl içerisinde beyazlaşacağını tahmin ettiğim, uzun yüzlü, oldukça kalın çerçeveli gözlüğü ile karşımdaki adamın iki saatte bir kemirdiği ince dudaklarından, "Hoş geldiniz Altan bey. Ben de sizi bekliyordum," sözleri bir çırpıda tahmin ettiğim gibi çıkıverdi. Yer yer solmuş lacivert renkli deri panoyu arkasına alıp oturdu.
"Lütfen oturun."
Hemencecik konuşmaya başladı.
"Efendim ben, Mehmet Sezgingür. Mesul müdür olarak yaklaşık yirmi iki yıldır kamu binamız dahilinde görevimi icra etmekteyim. Sanıyorum mesai arkadaşım değerli mesul müdürümüz Daim bey’e uğramışsınız. Şimdi müsaadenizle her gün alışkanlığım olan haliyle radyoyu açıp günün bu saatlerinde icra edilen Vivaldi’ nin Concerto for Strings’ ini dinlemek isterim. Mehmet bey, benim alışkın olmadığım biçimde ekmekten bir lokma koparmanın aşinalığı ile müziğin rüzgarına bir yaprak gibi teslim olmuş görünüyordu. Şaşkınlığım devam ederken ara sıra pencereye doğru baktığını görünce kuş olup uçmasın diye gözlerimi üzerine iyicene diktim.
Müzik bitince konuşmaya başladı;
"Altan bey merak etmeyin kuş gibi uçup gözden kaybolmak, Daim bey’e has bir iştir. Kendisinden de işittiğiniz kişisel şikayetine rağmen bir anda ortadan kaybolması nedeniyle bu hususla ilgili bakanlığımıza da bildirilen söz konusu durumun vatandaş üzerinde yarattığı mağduriyeti giderme amaçlı çalışmalar derhal başlamıştır. Ayrıca kişisel kanaatim, unutturma görevi icra eden bir kamu kurumunda hatırlatma müdürlüğünün olması gaflete tabi bir durumdur. Altan bey, bakın panomun yanında bronz bir levha duvara ilişik halde duruyor, yaklaşıp okumanızı rica edeceğim. Levhanın üzerindeki harfler sanki çivi ya da ona benzer sivri uçlu cisimle kazınmış gibi elde yapılmış izlenimi veriyordu. Yüksek sesle okudum;
"Her insan bir hayal kırıklığıdır."
"Altan bey, biliyor musunuz bu söz size aittir, öyle derin bir sözdür ki varlığı ile ilelebet sürecek bir nişane olarak bizden sonra gelecek nesilllere vefakarca yoldaş olacaktır. İlk başta, size kapıyı özellikle açmadım, saklayacak değilim. Bunu siz de, ben de biliyoruz. Müsadenizle izahını şimdi yapmayı size karşı bir gönül borcu olarak bilirim. Bakınız, akşam işten dönerken gördüğünüz arıyı hatırlıyorsunuz sanıyorum. Evet Altan bey, bu zavallı yaratığa, maalesef böcek korkunuza rağmen yardım etmek istemeniz, sonrasında da bunu gerçekleştirememeniz dolayısıyla özellikle çocukluğunuz kaynağı ile korku, sanrı, hayal ve hüzün saldırısı altındasınız. Bu saldırı bertaraf edilmez ise şuncacık arı varlığınız çerçevesinde sayısız çatışma ve hesaplaşmanın biricik nedeni olacaktır. Ama merak etmeyin işin bu kısmında ben pilot koltuğuna oturuyorum. Bakın sayısız kez siz de benim karşımdaki koltuğa oturdunuz. Küçük ayaklarınıza giydiğiniz bayramlık ayakkabılarınızla iki göz iki çeşme ağlayıp arkadaşınıza iki, size ise bir adet bayram şekeri veren komşunuzu unutmak için geldiğiniz günleri bilirim. Altan bey, insan unutmaz ise yol alamaz. Ölümü, öleni, öleceğini, unutan bir insandır Altan bey. Size kapıyı ilk anda açamama nedenime gelecek olursam bunu nasıl söyleyeceğimi.... Ölüm koklandığında unutulmayan bir güz çiçeğidir. Biliyorsunuz birkaç kez bu köprüyü geçmeyi dileyip sonrasında izinsiz birkaç girişimde bulundunuz. Bu husus devlet emriyle kesinlikle yasak ve yapılması halinde kamusal, bütünsel ve varlıksal bir suçtur. Bunu size itinayla hatırlatır şu evrağı bunu bir daha yapmayacağınızı tebellüğ edecek biçimde imzalamanızı rica ederim."
Evrağı alınca ellerim bir kuklanın elleri gibi tutmaz oldu. Son anda yakalamasam
neredeyse yere düşüyordum. "Siz neden bahsediyorsunuz? " sözleri ancak çıkabildi ağzımdan.
Berrak gökyüzü, bulutları ötelemiş, insanın gözüne sadece mavi değsin istiyor gibiydi. Annem babam, sabahın erkeninde bahçe işine gitmişler, ben de onlar gelene kadar kah harmanlıkta yuvarlanıyor ya da bir ağaca tırmanıp yemişlerin tadına bakıyordum. Zaman geçmek bilmedi. Bir ara küçük bir bulut takıldı gözüme. Minicik beyaz bir leke, inat etmiş gibi asılı duruyordu. İzledim, izledim gözden kaybolana dek. Meğer usul usul hareket ediyormuş, rüzgarını göremediğim. Unutmuşum.
18 temmuz 2020 23:14 Ankara