- 800 Okunma
- 6 Yorum
- 2 Beğeni
646 – GÜNLÜK
Onur BİLGE
“Sevgili Günlük,
Anne Frank, Kitty’ye hitaben yazıyor, ben de sana… O, cansızı canlı kabul ediyor, bense canlıyı cansız… O günlüğünü kişileştiriyor, ben kişiyi günlükleştiriyorum. İşte böyle zıt bir durum!
Mektuplarıma neden günlük diyorum? Karşıdan hiç ses seda gelmediği için… Bir de sana karşı olan duygularımı ve senin hakkındaki düşüncelerimi değil, daha çok günlük olayları, çeşitli konularla ilgili duygu ve düşüncelerimi yazmaya başladığım için… Başka ne yapabilirim ki!
Sana göstermediğim yol, vermediğim akıl kalmadı! Sana karşı hissedip de dile getirmediğim duygu da kalmadı! Zaten telefonu da kapattım, seninle bağlantım kalmadı! Senin de benimle işin kalmadı! Görüyorsun ya… Aramızda bir şey kalmadı!
Giy, yerlere kadar kat kat farbalalı Karmen elbiseni… Dağıt kara saçlarını dalga dalga, şelale gibi bırak sırtına… En büyüğünden bir gül kopar tak saçlarının arasına… Kına yak ellerine! Kastanyet tak parmaklarına! Bir de Çigan müziği aç… Yere vura vura ayakkabılarının topuklarını, dans et döne döne, kıvıra kıvıra… Bak! Ben de el çırpıyorum, tempo tutuyorum burada sana… Şak şak şak…
Aslında ben almalıydım bütün bunları sana ve ayrılırken armağan etmeliydim, işine yarar diye. Artık “Niye?” diye sorgulamayacağım seni. Başka şeylerden bahsedeceğim. Belki dil alışkanlığı, arada yine sana hitap edeceğim ama yazdıklarımın içinde hak ettiğin miktarda olacaksın.
Zaten başka şeylerle ilgilenmeye çalışıyorum, düşünmemek için. Unutmak için yerine gerçek veya hayali kişiler koyuyorum, yer tutucu olarak. Çünkü seni çıkardığımda aklımdan, orada büyük bir boşluk meydana geliyor. Aklımın kaymasından korkuyorum. Daha az yazıyor, daha çok okuyorum. Boşluğa düşmemek için ruhumu kitaplarla dolduruyorum.
Sevgili Günlük, son günlerde arkadaşlık ettiğim Anne Frank’tan bahsetmek istiyorum sana. Daha önce de ondan ara ara bahsetmiştim. Şimdi de bazı duygularından, düşüncelerinden, beklentilerinden, hayal kırıklıklarından, pişmanlıklarından, endişelerinden, korkularından, inançlarından falan bahsetmek istiyorum. Aslında bu sıraladıklarımı derinlemesine anlatmaya kalkarsam, her biri ayrı bir yazı olur. Kısa kısa dokunuşlarla şöyle bir özetlesem, çok daha iyi olacak. Aksi halde yazdıklarım da roman olacak.
12 Haziran 1942 Cuma günü, yani on üç yaşını doldurduğu gün, doğum günü armağanı olarak verilen kırmızı beyaz ekose kumaş kaplı, kilitli defteri günlük olarak kullanmaya karar veren küçük kız, 20 Haziran 1942 Cumartesi günü defterin başına, Hollandalı Yahudilere getirilen kısıtlamaları sıralamış.
Temmuzun on altısında, yaşamakta oldukları yerden uzaklaşmayı planlarlarken, altısında gitmek zorunda kalınca, kedileri Moortje ile ilgilenmelerini rica ederek onu Kupers ailesine teslim etmişler. Ortalık yatışınca tekrar döneceklerini zannediyorlarmış. Anne Frank da başkaları almasın diye onlara çok kıymetli misketlerini bir süreliğine emanet etmiş. Oturdukları daireden apar topar çıkmış olacaklar ki ortalığı toplamadan, her şeyi olduğu gibi bırakarak, Yahudilerin toplu taşıma araçlarına binmeleri yasak olduğu için yaya olarak yola koyulmuşlar. Kilometrelerce yürümüşler. Aynı gün o üç katlı evdeki, kapısı bir kitaplıkla kamufle edilen bölüme yerleşmişler.
13 Temmuz 1942 Pazartesi günü, Hermann, Auguste Van Pels ve oğulları on altı yaşındaki Peter de onlarla beraber yaşamaya başlamış. Kasımda, Diş Hekimi Fritz Pfeffer de aralarına katılınca kadro tamamlanmış.
Anne Frank’ın yazdıklarına bakılırsa, gelişleri hayat şartlarını ağırlaştırsa da varlıklarıyla can yoldaşı olacaklarını düşündüğü için olay onun namına sevindiriciymiş. En azından konuşabileceği birileri gelmiş.
Annesinin büyük kızına düşkünlüğü, aralarından su sızmaması onun kendisini dışlanmış hissetmesine, onlardan uzaklaşarak babasına yaklaşmasına, onunla bütünleşmeye çalışmasına sebep olmuş. İçten içe annesine ablasına kızmaya, günden güne içine kapanmaya başlamış.
Aynı odayı paylaşmak zorunda kaldığı Pfeffer ile de arkadaşlık edebileceğini zannederken, çok geçmeden aralarında anlaşmazlık çıkmış. O, her şeyden şikâyet eden, tahammül edilemeyecek kadar mızmız biriymiş. Auguste van Pels de aptalmış. Hermann van Pels ve Fritz Pfeffer bencilmiş. Yiyeceklerin paylaşılmasında herkesle eşit pay aldıkları halde doymuyor, daha fazla yemek istiyorlarmış.
Peter ile arkadaşlık edebilirmiş ama o uzak duruyor, onunla ilgilenmiyormuş. Utangaç ve tuhaf biriymiş. Yine de uzun süre bir arada kalınca birbirlerine yakınlaşmışlar. Küçük kız ilk kez onunla öpüşmüş ama ilişkilerini düşününce, bunun sera aşkı olduğunu anlamış. Zaten o da aman aman sevilecek nitelikte değilmiş. Ondan da yavaş yavaş soğumuş ve uzaklaşmış.
Bir genç kız kalbi boş durmazdı ki! Bu defa da kendilerine yardım edenlerle samimiyet kurmaya, onların gelecekleri zamanları iple çekmeye başlamış. En çok da Bep Voskuijl isimli genç kâtiple sıkı fıkıymış. Kenarda kıyıda fısıl fısıl konuşuyorlarmış.
Küçük kızın ruhundaki duygusal dalgalanmalar, ablasından daha duygusal olması nedeniyle bu genç kızlığa geçiş döneminde ondan daha çok yardıma muhtaçken annesi ablasıyla ilgileniyor, onu ikinci plana atıyormuş. O nedenle onu kıskanıyor, annesine de, beklediği ilgi ve sevgiyi tam anlamıyla vermediği için kızıyormuş. Ablasını takdir ediyorlar, onu eleştiriyorlarmış. Onu örnek gösteriyor, neden onun gibi sakin ve kibar olmadığını soruyorlarmış. O ise onun sakin değil, sinsi olduğunu düşünüyormuş. Kendisine bebek muamelesi etmesine tahammül edemiyor, büyüdüğünü kabul etmesini istiyormuş.
7 Kasım 1942’de "O benim annem değil!" yazacak kadar ileri gitmiş! Annesini küçümsemiş, aşağılamış. Onu neden hor gördüğünü de kaydetmeyi ihmal etmemiş. Annesinin ikircikli olduğunu, acımasızca davrandığını, onu ihmal ettiğini, alaya aldığını yazmış.
Aradan bir süre geçtikten sonra durmuş düşünmüş ve kendisini kınamış. Çünkü o en zor zamanlarında kader birliği ederken birbirlerine sokulmuşlar, destek olmuşlar, böylece aralarındaki buzlar erimiş. Ablası ve annesiyle arası düzelmiş.
“Anne Frank! Bu sen olamazsın! Annenden nefret ettiğini nasıl söyleyebilirsin!" diye kendisine kızmış.
Aralarındaki anlaşmazlıkların yanlış anlaşılmalardan ileri geldiğini, bunda sadece annesinin değil, kendisinin de hatalı olduğunu, gereksiz yere annesinin derdine dert eklediğini idrak ettiğini, artık ona karşı daha anlayışlı ve saygılı olmaya kadar verdiğini yazmış.
12 Ocak 1944 Çarşamba günü ablasının artık onu çocuk gibi görmekten vazgeçtiğini, gün geçtikçe ona karşı davranışlarının iyileşmeye başladığını, giderek gerçek bir dost olabileceğine inandığını yazmış.
5 Nisan 1944 Çarşamba günkü yazısında, gazeteci olmak istediğinden, ancak yazma alanında gerçekten yetenekli olup olmadığını bilmediğinden bahsetmiş. Yine okumaktan, öğrenmekten ve yazmaktan vazgeçmemeğe karar vermiş. Gazeteci veya yazar olabilmesi için öncelikle kültürlü birisi olması gerektiğini anladığından, arzusunu gerçekleşmemesi halinde yine de kendi çapında yazmaya devam edeceğinden bahsetmiş.
Yalnız günlük tutan biri olarak kalmakla yetinmek istemediğinden, annesi ve aynı kaderi paylaşmakta olduğu diğer hanım gibi yalnız ev işiyle, çocukları ve eşiyle meşgul olan, ölünce unutulacak bir kadın olmayı hayal bile edemediğinden söz etmiş. Yararlı bir iş yaparak insanların hayatlarına zevk katmak, kendilerine yapılan zulmü açıklayabilmek, bu vesileyle duygu ve düşüncelerini yazarak içini dökmek, öldükten sonra da geride kendisini ölümsüzleştirecek bir eser bırakmak istediğini kaydetmiş. İçinde bulunduğu durumda bile kendisine bahşettiği yetenekle bu arzusunu bir nebze de olsa gerçekleştirebilme imkânını sağladığı için Yaratan’ına minnettar olduğunu ilave etmiş.
Yazarken rahatladığından, yakalanma korkusunu ötelediğinden, bütün kuşkularından bir süre için de olsa uzaklaştığından, üzüntüsünün kaybolduğundan, ruhunun tekrar hayat bulduğundan bahsetmiş.
1 Ağustos 1944’e kadar günlüğüne düzenli olarak yazmaya devam etmiş. Defter, Varşova Ayaklanması’nın başladığı gün son kez yazıldıktan sonra kapatılmış. Kalem durmuş. Söz uçmuş, yazı kalmış.
Öyle bir gün gelmiş ki yazana da yazılana da ün gelmiş. Küçük kız bir yerde kalmış. Daha öteye gidememiş, zaman akışı içinde ama yazdıkları hiçbir yerde durmamış.
Küçük kıza barınabileceği, hayatını sürdürebileceği küçücük bir yer bulunamamış bu koskoca dünya üzerinde, sınırları aştığı halde hep sınırlandırılmış ve sınırlar içinde can vermiş ama yazdıklarının aşamadığı sınır kalmamış. Hayat hikâyesi tüm yeryüzüne özgürce yayılmış.
O, sevgiyi annesinde, ablasında Peter’da ve başkalarında aramış. Belki onlar ona cimrice, hayat acımasızca davranmış ama hayatını okuyan herkes, içinde birazcık bir merhamet kırıntısı varsa onun ve onun durumunda olan bütün dünya çocukları için ağlamış, ağlıyor ve ağlayacak…
Bu günlük de bu kadar, Sevgili Günlük! Bir hayat böyle acımasızca katledildi ve hikâyesi, işte böyle kayda geçti!
O ayaklanmada güçler eşit değildi. Birbirleriyle mukayese edilemeyecek kadar dengesizdi. Buna rağmen direniş altmış üç gün sürdü. Alman ordusu, toplu katliamlarla ayaklanmayı bastırmaya çalışırken sivil halkı gaddarca katletti.
On beş bin kişinin öldürüldüğü 5 Ağustos 1944, En Kanlı Gün olarak Polonya tarihine geçti!
Sana sonsuz mutluluklar, bana derin bir elem…
Kalem”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 646
YORUMLAR
Henüz yazıyı okumadım. Sizinle bir anımı paylaşıp sonra okuyacağım İnşallah.
Evet hatıra ve Anket defteri edinmemiş gereksiz görmüştüm.Ama zor bela bir günlük defteri almıştım. Önce yazmaya kıyamadım 25 kuruşun değerli olduğu zamanda iki buçuk lira vermiştim deftere. Hemen her gün defteri elime alıp o gün yaşadıklarımı yazmak istesem de bana yapılanların bendeki izleri bilinmesin diye her defasında vaz geçtim. Bunun yerine hep içimle konuştum ve içimdekiyle dertleşmeyi yeterli buldum. Sonra O gitti.14 yada 15 yaşlarındaydım. Bu defa günlüğü alıp yazmaya karar verdim.
Sevgili günlük ! Diye başladım.
Sana sevgili dediğim için kendimden ,dedirttikleri içinde tüm sevdiklerimden soğudum. Yazıp ağlamaya başladım.Ve sonra bir daha elime alamadım.Yıllar sonra kömürlükte bulup sayfalarıyla annemin mantız tutuşturmak için kullandığını gördüm. Ve bu gün başlığınızı okur okumaz yine aynı yıllar ve duygulara teslim oldu yüreğim. Muhtemelen bu yazıya yorum yapmayacağım.
Bu acı veren ve acıttıkça güzelleştiren hisler için şimdiden teşekkür ederim.
Bu yazı tam on ikiden vuran bir yazı olmuş...edebiyat böyle yapılır, diye bağırıyor.
Alan ve tema son derece isabetli seçilmiş. Bence sıkça kullan bu alanı...
Yine kutlamak düştü bana...olsun sen yaz ben kutlayayım.
Onur BİLGE
Saygıdeğer yazarım
bu günlüğü okurken konu ile ilgili filmi izlediğimi hatırladım
hafızamda bir bir cereyan etti olup bitenler
sanki oradaymışım gibi, o acıları tekrardan yaşadım.
duyguyu orijinal haliyle adeta ruha enjekte eden bir kalemdi günlük
nice tebrikler
nice sevgilerim saygılarımla...