- 273 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BENCİL KARDEŞLER
Yazan: M. Sabri HABERVEREN
Zil çaldıktan sonra okulun kapısında küçük kardeşimi beklerdim. Babam bize her zaman okuldan beraber çıkıp gelmemizi tembihlemişti. Bu yüzden onu bekliyordum. Ayrıca evimiz şehir dışında bir bağ eviydi. Yolumuz ıssız bir yoldu. Bu yüzden her zaman kardeşimi beklerdim. Okuldan çıktıktan sonra kardeşimle birlikte babamın ağabeylerime almış olduğu matbaaya uğrar, eve alınmış bir şeyler varsa onları da eve götürürdük.
Babam epeyi bir süreden beri kendini emekliye ayırmıştı. Demokrat Partinin imar hareketleri sonucunda yol genişletilmesi sebebi ile sahibi bulunduğu petrol istasyonu ve otomobil yedek parçası satan dükkânı yıkılmış, kendisine cavsak köprüsü mevkiinde gösterilen yeri beğenmemiş, valiye “Ben burada kurdu, kuşu, çakalı mı bekleyeceğim?” diyerek şehir içerisinde kendisine dükkân verilmesini istemişti. Ancak kendisine eski hal pazarında verilen iki dükkân, işlek bir yerde olmadığı için yıkılan dükkânının değerinin çok çok altında olmuştu. Ayrıca, daha evvel yapmış olduğu işi burada yapmasına imkân da yoktu.
Bunun üzerine babam benim malım kendime ve çocuklarıma yeter diyerek, petrol istasyonunu bayiliğini iade etmiş, yedek parça satıcılığını da bırakmıştı. Hatta bu yüzden veresiye satmış olduğu birçok yedek parçanın parasını alamamıştı. Büyük bir ihtimalle bu paraların büyük bir bölümü ağabeyim tarafından toplanmış. ama bu paralardan babama intikal eden bir şey olmamıştı.
Bir müddet sonra babam, elindeki para ile yerel bir gazete ve matbaaya, en büyük ağabeyimi ortak etmişti. Kendisine göre evinini gelir kapısını kapatmamıştı. Büyük oğluna bir iş yeri açmıştı. İkinci oğlu da bir marangozun yanında çalışıyordu. Bir gün çalışırken elini planyaya kaptırmıştı. Bereket bu kazayı hafif atlatmıştı. Bu ağabeyim annemin gözdesi olan oğluydu. İsmi bile babasının isminin aynıydı. Bundan sonra marangoz yanında çalışmayacaktı. Çünkü mesleği tehlikeliydi. Babam bu yüzden ağabeyimi büyük kardeşine yardımcı olması için matbaaya göndermişti. Evinin ve geriye kalan çocuklarının ihtiyaçları buradan karşılanabilirdi.
Bir müddet sonra ağabeylerimin isteği ve ortakları ile olan anlaşmazlığı üzerine gazetenin ve matbaanın tamamını satın almıştı. Allah kerimdi. Geriye kalan 4 oğlu ve bir kızı daha küçüktü. 3’ü okula gidiyorlardı. 1960 ihtilali öncesi üçüncü oğlu okuldan ve bulundukları şehirden kaçmış İstanbul’a gitmişti. İhtilalin gerçekleşmesinden birkaç ay sonra bu oğlu da geri dönmüş, okumayacağını söyleyerek diğer kardeşleri ile birlikte matbaada çalışmaya başlamıştı. Sonunda oğulları birlikte çalışıyorlardı. Birlikten kuvvet doğardı.
Fakat işler babamım düşündüğü gibi gitmemişti. Bir müddet sonra petrol şirketinden gelen bir haber, işlerin tersine gitmesinin bir başlangıcı olmuştu. Babamın petrol istasyonuna gelmemiş bir tanker benzin, babamın hesabına yazılmıştı. Borç babama ait görünüyordu. Her ne kadar bu borcun yasal bir dayanağı yoksa da, babam borcu kabullendi. Böyle bir borcu hatırlamamasına ve petrol şirketi bayiliğini iade etmiş olmasına rağmen saygınlığına leke gelmesin diye borcu ödemeye kalktı. Kendi dükkânının istimlâkine karşılık, almış olduğu iki dükkândan birini petrol şirketine devrederek, olmayan borcunu kapattı.
Daha evvelden almış olduğu bağın evinde oturmak üzere tadilata başladı. Bağ evinde mevcut bulunan üç odalı eve üç oda ve bir avlu ilave ettirdi. Eski evin toprak damını beton yaptırdı. İlaveten bir açık ahır bölümü ve bu bölümün içine bir kapalı ahır yaptırdı. Tuvalet ve banyo ekletti. Kısaca bu yapılanlar tadilat değil 400 metrekarelik bir inşaat olmuştu. Bu inşaat babamın elindeki paranın büyük bölümünü silip süpürmüştü. Nihayet bu bağ evine taşınmıştık. Ev büyük odalar oldukça geniş olduğu için ihtiyacımızı rahatlıkla karşılıyordu. Ancak bu evin önemli bir tek eksiği vardı. Bu evin suyu yoktu. Bunun için babam kuyu kazdırmaya kalkmıştı. Ama ne yazık ki bu iş yürümemiş. kuyu kazılması işinden belli bir metreden sonra vazgeçilmişti.. Su bulunamamıştı...
Bağ evine taşınmadan evvel Babam kendisine bir beyaz Şam eşeği satın almıştı. Bu eşek oldukça yüksek boylu ve yerinde duramayan bir hayvandı. Babam eşeğine binerek değirmenine giderdi. Değirmeni balıklı gölden bahçelere giden suyolunun üzerinde şehrin eski bir bölümündeydi. Kısa bir müddet öncesine kadar kiradaydı. Babamın işinin kalmaması nedeni ile kira bitiminde değirmeni babam çalıştırmaya başlamıştı. Fakat bu işinden memnun değildi. Çünkü değirmende çalışan işçilerin, gelen buğdayların içinden öğütüldükten sonra, un çaldıklarını tespit etmişti. Bu su değirmeninin dışında babamın, Harran kapıda halam oğlu ile ortak oldukları bir ateş değirmeni (elektrik ile çalışan değirmen) vardı. Bazen bu değirmene de uğrardı babam. Derken babam değirmenlerini sattı. En büyük ağabeyimi evlendirmek için hazırlıklara başladı. Bu işlerin büyük bir bölümü ile annem ilgileniyordu. Alınacak şeyler, yapılacak işler annemin işiydi. O zamanın gerektirdiği eşyalar ve gerekli altın takılar alındıktan sonra düğün işleri tamamladı.
Ağabeyimin evlilik işinin bitmesinden sonra babam Hicaza gitmişti. Hicazdan döndükten sonra babam, işi olmadığı için evde oturmaya başlamıştı. Evin yiyecek ihtiyaçları ki bunlar genellikle sebze, arada sırada ise sebzenin yanında meyve olurdu. Bunlar ağabeyim tarafından alınır matbaada dururdu. Ben ve kardeşim işte bu yüzden okul çıkışında matbaaya uğrar, bunları eve götürürdük.
Okuldan çıkış saatimiz genellikle ağabeylerimizin yemek saatine rastlardı. Matbaaya gittiğimizde ya yemeklerini hazırlıyor olurlardı, ya da yemekleri fırından gelmiş olurdu. Bazen de bu yemeklerini fırına biz götürür, orada pişmesini bekler, daha sonra Matbaaya götürürdük. Evimiz şehir dışında olduğundan, üçünün birden eve yemeğe gelmesi mümkün olmadığından, yemeklerini matbaada kendileri hazırlarlardı. Bu yemeklerde genellikle tepside et veya lahmacun olurdu. Bulunduğumuz yörede hemen hemen çalışan herkes, lokanta yemekleri yerine bu şekilde yemek yerdi. Bizim evde ise öğle yemekleri öğünü geçiştirmeye yönelik olurdu. Öğle yemeği babamın işinin olmaması nedeniyle zaman içinde bu hale dönmüştü. Yemek sadece akşamları olurdu. Çünkü ağabeylerim akşam eve yemeğe gelirlerdi. Diğer zamanlarda evde bulunanlar peynir ekmek, patlıcan kızartması, domates ekmek, karpuz ekmek, yumurtalı köfte, döğmeç, söğülme, bulgur aşı ve benzeri şeyleri yerlerdi. Fırına tepsiye yayılarak gönderilmiş et, lahmacun gibi yemekler biz küçükler için lüks hatta lüksün ötesindeydi.
O gün yine kardeşimi aldıktan sonra matbaaya gittim. Daha kapıdan içeri adımımızı atmadan, fırından yeni gelmiş lahmacunun o nefis kokusunu her ikimizde almıştık. Eve gidecek bir şeyin olup olmadığını sorduğumuzda, ağabeyim gidecek bir şeyin olmadığını ve hemen eve gitmemizi söyledi. Ben kardeşime hadi eve gidelim dediysem de ayağımız eve gitmek istemiyordu. Kardeşimde bana biraz duralım diye ısrar ediyordu. Oda lahmacunun nefis kokusunu almıştı. Biraz durursak yemeğe başlayacak ağabeylerimizin bize de lahmacun vereceklerini, en azından tattıracağını düşünüyor olmalıydı. Nitekim sofralarını açmışlar ve lahmacunları paketinden çıkarmaya başlamışlardı. Ağzımızın suyu akmaya başlamıştı. Bende küçük kardeşimde sofraya gözümüzü dikmiştik. Ama paketten çıkarılan, mis gibi kokan lahmacunlar üç ağabeyime taksim edilmişti. En büyük ağabeyim ayak sürüdüğümüzü görünce bize kızdı ve bağırdı:
—Hemen eve gidin, evde yemek yersiniz!
Dayak yememek için mecburen matbaadan çıkıp eve doğru yola koyulduk. Ama lahmacunların görüntüsü gözünüzün önünden gitmiyor kokusu burunlarımızdan çıkmak bilmiyordu. Eve kadar lahmacunu düşüne düşüne, ağzımızın suyu aka aka gittik. O gün evde öğlen yemeği olarak peynir ekmek vardı…
Bir yabancı bile yemeğin üstüne gelse en azından ona tattırılır diye öğretmiştir büyüklerimiz. Ama bencil ağabeylerim okuldan geldiğimizi karnımızın aç olduğunu bile bile bize yemek vermezlerdi. Hâlbuki 100-150 gram et fazla alınsa bizde o lahmacunlardan birer tane yiyebilirdik diye hesaplıyorum. Katı kalpliliğe ve bencilliğe bakın siz. Kardeşlerinizin okuldan yemek zamanı geleceğini biliyorsunuz. Evde yemeğin olmadığını da biliyorsunuz. Ama kardeşlerinize o yemeği tattırmıyorsunuz. Ağabeylerimizin bize yemek tattırmayışını bende kardeşimde hiç ama hiç unutmadık. Gerçi ağabeylerimde biri tesadüfen matbaaya uğrayan babama da aynı şeyi yapıp ona da lahmacun tattırmamıştı. Babamda ölene kadar bunu unutmamıştı. Aradan 50 seneye yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen o lahmacunlar halen aklımızda ve görüntüsü gözümün önünden gitmedi.
Çok ama çok sevdiğim ağabeylerimin “hep bana, rab bana” diye düşündüğünü nice yıllar sonra bile anlayamamış, onlara, ailelerine, çocuklarına her zaman yardımcı olmaya çalışmış, kendi imkânlarımdan faydalandırmış, işlerini görmüş, kendilerine, eşlerine, çocuklarına hediyeler almış, yemekler yedirmiş, tatillere götürmüştüm onları. 60 yaşıma yaklaşırken geriye dönüp baktığımda, bencil ağabeylerimin, benim için ne yaptıklarına bakınca; hiç ama hiçbir şey yapmadıklarını görüyorum. Hediye, armağan olarak bana ne aldıklarını düşününce hiçbir şey almadıklarını görüyorum. Bana nasıl bir iyilik yaptıklarını düşününce, kötülük hariç herhangi bir iyilik yapmadıklarını görüyorum. Bir teşekkürleri, bir toplu iğneleri bile yok ağabeylerimin bende… Demek ki ben çok iyi niyetli, çok sevecen, belki de çok aptal biriymişim.