- 301 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
HÜMANİZM YA DA İNSANCILLIK
Sosyalist Hümanizm diye anılan akım, insancıllık ile mülkiyet arasındaki bağı vurguladı. İnsan üzerindeki sömürü ve zorbalığın temelinde özel mülkiyet vardı.İnsanın özgürce gelişme olanağına s
ahip olması için, insanlar arasındaki sınıfsal bağımlılıkların son bulması gerekiyordu. İnsan sevgisinden cinsel aşka kadar bütün insancıl güzellikler ve mutluluk kaynakları, özel mülkiyetin bulunmadığı paylaşma ve kardeşlik toplumunda zincirlerinden kurtulacak ve gelişecekti.
Üretimin ancak kabile üyelerinin hayatlarını sürdürmelerine yettiği toplumda kabile içinde dayanışma, bir zorunluluktu. Kabile kardeşliği şarttı. Doğayla mücadele etmek, yabancı kabilelere karşı yağma savaşı vermek, özetle hayatta kalmak için başka care yoktu. Bu kabile kardeşliği, kendi kandaşına karşı sınırsız fedakarlığın töresini oluştururken, başka kabilelerin insanlarına karşı acımasızlığı da içeriyordu. Buna rağmen kabile toplumu, en azından kabile üyeleri arasında paylaşmacı, özverili, eşitlikçi ahlak değerlerini besledi ve gelecek kuşaklara armağan etti.
İlkel kabile üyelerinin dayanışma ve eşitliği malların kıtlığına dayanıyordu. Teknolojinin gelişmesi, örneğin sabanın ucuna demir takılıp toprağın daha derinden sürülmesi ya da hayvancılıktaki buluşlar sonucu bir üretim fazlası oluştu. Ozaman , bu fazlaya kimin sahip olacağı sorusu da ortaya çıktı. Kandaşlarıyla eşit olan kabile beyleri üretim fazlasına el koydular. Böylece kabileler sınıflara bölündü ve dağıldı. Özel mülkiyet, kabile toplumunun paylaşmacılığıyla birlikte, kabile içinde dayanışmayı ve kardeşliği de yıkıma uğrattı. Eski kardeşlerin bir kısmı artık özel mülkiyet sahibiydi ve bey olmuştu. Böylece en azından kabile içindeki insancıllığın temeli ortadan kalktı. Ancak o kardeşliğe ve dayanışmaya özlem,insanlığın bilincinde yaşadı. Dinlerdeki cennet, o kabile paylaşımcılığının özlemidir. Aynı zamanda malların kıtlığından kurtulmaya duyulan hasrettir.
Yunus Emre, şu dörtlüğünde, sınıflara bölünmenin hikayesini özetliyor ve acısını dile getiriyor:
Geçti beyler mürüvveti
Binmişler birer atı
Yediği yoksul eti
İçtiği kan olmuştur.
Kabile şeflerinin ’’mürüvvetli’’ olduğu çağ arkada kalmıştır. Artık özel mülkiyet sahipleri, yoksul eti semirmekte ve emekçilerin kanını içmektedir. Eskiden kabile üyeleri için kardeş olan kabile şefleri, toprağın ve sürülerin sahibi olduktan sonra artık kardeş değildirler.
Bizim Anadolu abdallarımız, dervişlerimiz, erenlerimiz, hep o kardeşlik çağının töresini, ahlaki değerlerini taşımışlardır.Hacı Bayram Veli örneğinde olduğu gibi ulular, dergahlarında çamaşır savtına katılırlardı, yarenleriyle birlikte odun keser, iş yaparlardı. Anadolu erenlerinin başları açık, ayakları çıplaktı. Özel mülkiyet sahipliğini küçümseyen tavırları, eşitlikçi kardeşlik geleneğiyle birlikte bugünlere kadar gelmiştir.Hacı Bektaş Veli’nin bir kolunda arslan bir kolunda ceylan, her ikisini birlikte kucağında tutması, arslanın ve ceylanın birbirlerine dokunmadan aynı pınardan su içmesi, toplumdaki o kardeşlik ve barış geleneğini ve özlemini simgeliyordu.
Ortadoğu ve Asya’da insancıl düşünceleri, özel mülkiyet sisteminin eleştirisiyle birlikte savunan akınlar derin izler bıraktı. 6.yüzyılda İran’da Mazdekler, 9-10.yüzyıllarda İslam Dünyasındaki Karmati hareketleri ve Azebaycan’da Babek, 13.yüzyılda Babai isyanlarından başlayarak Kalenderi ve Melamilere kadar uzanan Anadolunun Batıni hareketleri, hepsi insanlık ve kardeşlik davasının isyanlarıydı. Bu eşitlikçi halk hareketleri, belli yerlerde yönetimi ele geçirdiler ve bir süre paylaşımcı düzenler kurdular. Bu akımlar, aynı zamanda insancıl görüşlerin de taşıyıcısı oldular. Yalnız kavimlerinden olanları değil, başka kavim, din ve mezheplerden insanları eşit ve kardeş saydılar. 15. yüzyılın başlarında Anadolu ve Trakya’daki Şeyh Bedrettin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanları, yüzyıllar boyu insancıl görüşlerin kaynağı oldu. 150 yıl sonra Kanuni Süleyman zamanında dahi, Anadolu’da Bedrettinlilerin cezalandırılmasına cevaz veren fetvalara rastlıyoruz.
Kula kulluğu reddeden insancıl görüşler, halk hareketlerini ateşledi. İnsanın olduğu her yerde insancıllık da vardır. Bu, insanlık tarihinin en etkili, en soluklu duygu ve düşüncesidir. Padişahların, kralların saraylarının ve Feodal hakim sınıfların malikanelerinin çevresinde gelişen bilim ve felsefe de bu akımın bütünüyle dışında kalamamıştır. İnsanları yönetmek için de, insanın rızasını almak gerekir.
Yoksullara yardım, bir hükümdarlık ilkesiydi. Firdevsi’nin Şahname’si, Nizamülmülk’ün Siyasetnamesi gibi eserlerde, hükümdarların halkın dertlerine kulak vermeleri, halkın refahına hizmet etmeleri ve yoksulları gözetmeleri, bir devlet görevi olarak saptanır. Firdevsi, Ferudun padişah olduğu zaman, annesi Feranek’in el altından dağıttığı yardımlar sonucu yoksul ile zengin arasında farkın kalmadığını belirtir. Hükümdar, yoksulların onurunu gözetmeli ve yardımlarını gizli olarak dağıtmalıdır. Bir elin verdiğini diğer el görmemelidir.
Ortaçağ İslam Dünyasında insancıl felsefe, Tanrı ile insanın birliğini savunarak kendi doruğuna yükseldi. Vahdeti Vücut felsefesi, Tanrıyla bütünleştirdiği ve hatta özdeş kıldığı insanı, değerler sisteminin zirvesine yerleştirdi. Yunus Emreler, mülk sahipliğinden gelen eşitsizliklere insanı yaradanla bütünleştirerek karşı koydular. ’’Yaradılanı severim, yaradandan ötürü’’deyişi, bu tavrı ortaya koyuyor.
İslam-Türk dünyasında ise, Anadolu abdalları yanında Uluğ Bey ve Ali Şir Nevai gibi Orta Asya uygarlığının büyük şair ve düşünürlerini insancıl görüşlerin temsilcileri olarak görüyoruz. 1441-1501 yılları arasında yaşayan büyük Türk/Özbek şairi Ali Şir Nevai, insan görüşlü merkezli görüşlerini şöyle dile getirdi:
’’Dünyada insandan daha değerli bir şey yoktur ve her şey insanın hizmetinde olmalıdır.’’
Nevai’ye göre, bir insanın değeri halkına duyduğu sevgiyle ölçülürdü.
Büyük şair, ’’Eğer sen insan isen, halkının acılarıyla dertlenmeyeni insandan sayma’’ diyordu. Nevai’nin insan sevgisi doğa sevgisiyle bütünleşiyordu. Doğa insanın bilincinden bağımsız olarak vardı. Allah doğadaydı. Allah sevgisi, doğa sevgisinin ürünüydü. Bu felsefeyle bağlantılı olarak, hükümdarların görevinin halkın dertleriyle ilgilenmek olduğunu saptıyordu.
Nevai’nin insan merkezli düşüncesi, halklar arasında dostluğa kadar uzanıyordu. Şiirlerindeki kahramanlar yalnız Özbek değil, Tacik, Çinli, Hintli ve İranlı idi. Nevai, bu görüşleriyle gerici soyluların hedefi oldu.
Nevai’den altı yüzyıl önce, 858-922 yılları arasında yaşayan Hallacı Mansur, insanı tanrıyla bütünleştiren akımın en cesur çıkışını temsil eder. ’’Enel hak-Ben tanrıyım’ deyişiyle feodal çağda insan sevgisinin sınırlarını göğe taşımıştır. Ve insan sevgisinin bedelini de ödemiştir. Bağdat’ta önce kırbaçlanmış, sonra burnu ile kolları ve ayakları kesilmiş ve asılmıştır. Hallacı Mansur’dan hıncını alamayan yobazlık, başını Dicle köprüsüne dikerek sergilemiş ve vücudunu da yakmıştır.
Hallacı Mansur’u yaktılar ama insanı Tanrıyla özdeşleştiren büyük özlemi yakamadılar. Mansur’dan beş yüzyıl sonra 1401-1464 yıllarında İtalya’da yaşayan Nicolaus Cusanus, aynı Mansur gibi konuştu:
’’Her şeyde Allah vardır ve her şey Allahta vardır.’’
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.