- 685 Okunma
- 3 Yorum
- 2 Beğeni
638 - CİĞER
Onur BİLGE
“Ciğer’im,
Hey gidi İstanbul hey!.. Fecri Ebcioğlu radyoda konuşuyor. Plakların, ses bantlarının çalınmasını yönetiyor, müzik yayınlarını sunuyor. Osmanbey’den bahsediyor. İstanbul’da ilk açık hava sinemasının tekstilcilerin, kumaşçıların bulunduğu yer… Taksim’den sonra gelir. Zengin ve kültürlü insanlar oturur orada. Karşısında Maçka var.
“Osmanbey’de Çatı isimli çok güzel bir gece kulübü vardır. İlham Gencer çalar, Aydemir’le Ali de ona eşlik ederlerdi. İlham Gencer orada yabancı şarkılar okuyordu. O zamana kadar yabancı şarkılara Türkçe sözler yazan da onları dilimizde seslendiren de olmamıştı.”
Bir akşam Fecri Ebcioğlu kalkıp Çatı’ya gitmiş. O da o zamanlar disk jokey olarak çalışıyor radyoda. İlham Gencer hemen piyanodan kalkmış, heyecan ve sevinçle onu takdim etmiş.
“Disk Jokey Fecri Ebcioğlu aramızda! Alkışlarımızla onu sahneye davet ediyoruz!” diyerek mikronu eline tutuşturmuş.
Fecri Ebcioğlu, ayağının tozuyla sahneye davet edilince, önceden bir hazırlığı da olmadığı için, halkı selamlamış, birkaç söz söylemiş, ne yapacağını düşünürken İlham Gencer ondan bir şarkı söylemesini rica etmiş. Hemen aklına, o zamanlar gençlerin dilinden düşmeyen, Arap asıllı Faransız şarkıcı Bob Azzam’ın seslendirdiği C’est Ecrit Dans Le Cie isimli Fransızca şarkıya yazmış olduğu Türkçe sözler gelmiş. Cebinden bir kâğıt çıkarmış ve demiş ki:
“Ben bu şarkıyı Türkçe olarak yazdım.” diyerek İlham Gencer’e uzatmış.
O çok hevesli değilmiş okumaya ama arkadaşını kırmamak için eline almış ve piyano çalarken mırıldanmaya başlamış. O akşamdan sonra lokale gelen bütün dinleyiciler o şarkıyı istemeye başlamış. Batı müziğinde, tangolardan sonra ilk Türkçeleşen şarkı olarak “Bak Bir Varmış Bir Yokmuş” müzik tarihine kaydedilmiş. Sonra da arkası geldi zaten.
Antalyalı gençlerin adetleriydi. Bahçelerinden bir gül, bir ful ya da bir karanfil koparıp dişlerinin arasında evden çıkarlardı. Onu mutlaka sevdikleri kıza vereceklerdi. Ya yakalarına takarlar, ya da ellerinde tutarlardı ama önce her nedense ağızlarında bir süre tutarlardı. Belki ayakkabılarını bağlarken, belki ceketlerini giyerken koyacak yer bulamadıklarındandı belki de alışkanlık edinmişlerdi.
Giritliler de karanfilsiz, menekşesiz, gülsüz fulsüz dışarıya çıkmazlardı. Onlar o çiçekleri gömleklerinin ya da ceketlerinin sol yakalarına takarlardı. Çiçek boynu bükük vaziyette duruyorsa, yani aşağıya bakıyorsa “Ben bekârım” anlamına geliyordu. Çiçek yukarıya gelecek şekilde iliştirildiyse güvenle ve vakarla “Evliyim” mesajı verilirdi.
Gençlerin ellerinde çiçekleri, dillerinde ünlü Fransızca şarkılar vardı. Bu şarkının Türkçe olarak okunması en çok onları sevindirdi. Benim de dilime takıldı. Günlerdir “Bak bir varmış bir yokmuş eski günlerde... Tatlı bir kız yaşarmış Boğarziçi’nde” diyorum. Ne çabuk da ezberleyivermişim sözlerinin tamamını! Demek ki musiki, hafızaya yerleştirmeyi kolaylaştırıyor. Kaptan doğru söylüyormuş.
“Kur’an –ı Kerim’in musikisi çok yüksektir. Onun hafızalara nakşedilmesinin bir sebebi de muhteşem kafiyelerle indirilmesidir. Surelere bakar mısın, Necmettin! Her surede bahsettiğim edebi sanatları görebilirsin.” demişti.
Bu adamda ne ararsan var. Şimdi de bana edebiyat dersi vermeye başladı. O mucize Kitap içindeki edebi sanatları anlatıyor. İç ve dış uyakları gösteriyor. Aliterasyon ve asonanslardan bahsediyor. O yumuşacık kadife sesiyle aşırlar okuyor. En çok da Lev Enzelna’yı dinlemeyi seviyorum. Nebe ve Rahman Sureleri de adeta sarhoş ediyor beni… Çoğu sureyi ezbere okuyor. Hem de tecvitli… Dinlemeye doyamıyorum.
Bu şarkı fena dolaşmış dilime! Anında Boğaziçi’ne götürüyor beni. Az mı dolandım oralarda! Ne masallar başlamış bitmiştir o sahillerde! Kaç delikanlı kaç genç kıza rastlamıştır, erken saatlerde iskelelerde! Kimisinin kitapları elinde, kimisinin sefertası… Kimisi okuluna, kimisi işine gidiyor. Ya bir yerde memur, ya bir evde hizmetçi… Belki de fabrika kızı… Seyrana çıkmadı ya sabahın köründe!
Gözleriyle anlaşacaklar o kalabalıkta haliyle. Ta karşıdan bağırarak anlaşacak değiller ya! Hemen yaklaşacak, birbirlerine ellerini uzatıp tokalaşarak tanışacak, anında sohbete başlayacak da değiller!
Artık denizde dalga mı başlar oynamaya, yoksa delikanlının kalbi mi bilemem. Mutlaka yüreğindeki kan denizinde başlamıştır o dalgalanma. Öyle olmamış olsaydı, hiç tanımadığı bir kıza yaklaşıp da: “Ne kadar güzelsiniz!” diye laf atar mıydı hiç!
Güya kız uzaklaşmış. Orada bir mantık hatası var. “Fakat siz de kimsiniz?” diye soruyor. Uzaklardan mı bağırıyor öyle? “Hey! Fakat siz kimsiniz?” Tarzan’la Ceyn gibi mi anlaşıyorlar bağırarak?
Her neyse, nasıl anlaşıyorlarsa… Sanki kendisini tanıtırsa tanıyacakmış gibi… “Ben Ahmet!” “Hangi Ahmet?” “Sarı çizmeli Ahmet…” “A! Nasılsın? Annen nasıl?” Olacak iş değil! Çok tuhaf!
Cevap da bir o kadar tuhaf üstelik: “Ben bir erkek!..” diye takdim ediyor zatıalileri kendilerini, kasılarak. Bir de ceketi omzuna mı atmış acaba? Tespih elinde, ayakkalıların arkasına basmış vaziyette dayıvari bir yürüyüş, burma bıyıklar falan… Aman Allah’ım! O bir Erkek!..
Sanki kız yakalamış, yapışmış yakasına, şöyle bir çevirmiş, Erkek ters dönmüş, kızı göremiyor. Ona sırtı dönük vaziyette kalakalmış. Kız bu defa onu ensesinden yakalamış, germiş kolunu gerebildiği kadar, doksan santim uzakta tutuyor, bırakmıyor! Erkek yalvarmaya başlıyor:
“Meleğim! Bırak yanına geleyim!” diye uyaklı ayaklı konuşarak ayak yapıyor. Ne ayak olduğu da belli değil zaten. Erkek, yumuşuyor ve yumuşatmaya çalışıyor: “Elimi hiç sürmeden gözlerimle seveyim!” diye izin istiyor. Sanki gözleri bağlıymış gibi… Yaptığı işin adı ne ki!
Kız da ayrı bir âlem yani. “Olamaz, nayır nayır! Annem çok kızar buna!” diye güya itiraz ediyor. Aslında nazlanıyor. Sanki bakmasına ket koyacak annesi! Sanki oradaymış da mani olacak! Nerden bilecek! Ruhu bile duymaz! O nerde onlar nerde!
Kız bir de akıl veriyor: “Beni kenara ayır, takıl şuna buna!” Yani “Devam et alışkanlık haline getirdiğin işe!” “Yahut da…” dercesine göz kırpmaya başlıyor:
”Şayet beni istersen, bize yolla anneni. Söz veriyorum sana olacağım gelini.” Adresini de yazıverseydi ayaküstü de veriverseydi Erkek’in eline! Daha evlenme teklifi almadan hangi yüksek kaldırımın kızı ki bu, bu kadar alçaltıyor kendisini? Daha “Merhaba!” demeden… Tövbe! Tövbe!.. Kaptan falan duymasın! Mazallah! Kimsecikler duymasın! Tefe koyarlar kızı!
İnanılır mı İstanbul kızlarına! Güvenilir mi sözlerine! Beni de kandırmıştı bir tanesi vaktiyle. O oğlan gibi inanmış, bir ok gibi yaylanmıştım da evin yolunu tutup anneme yalvarmıştım. “Her kız alınmaz oğlum! Yükseklere bakma! Yükseklerden uçarlar onlar. Onlar kim, biz kimiz! Yükseklerden atıverirler seni sonra! Gel, vazgeç! Dediğim komşu kızını alalım sana!” demişti de diretmiş de diretmiştim! Ben de öyle tehdit etmiştim onu.
“Delirtecek misin beni! Öldürürüm kendimi!” diye mecbur etmiştim, onu istemeye. Daha biz davranamadan o fabrikatörün oğlu atmaca gibi geldi aldı kızı! Ben de bakakaldım öyle arkalarından! Bir de nikâh ve düğün davetiyesi göndermişti evimize. Ben de o sümüklü sümsük kardeşini almıştım, ona inat. Onun için armağanlara boğmuştum, şımartmıştım Nevin’i. Nesrin’i çılgına döndürmek için ne şiirler yazıp asmıştım evimizin duvarlarına! Aslında onlar Nevin’e değil, Nesrin’e yazılmışlardı. Onu çatlatacağım diye kendim çatlamıştım kıskançlıktan ama o hiç fark etmemişti. Sonra da terk edip geldim onu da İstanbul’u da buraya. Toroslar’ın kucağına…
Anne, içi titreyerek atlayıp gitmiş gitmesine de adresi nerden almış? Kız adresi verdiyse, neden üç gün beklememiş? Üç ay beklediyse, o zaman zarfında alelacele kimi buluvermiş de uyduruvermiş kendisine? Hem de kız isteme, söz kesme, nişan, nikâh, düğün hep birden mi olmuş? Bu nasıl bir kızmış ki hiç tanımadığı bir Erkek’e hemen evlenme vaat ediyormuş? Âdetlerimizde var mıymış! Sorup soruşturmadan kim kinin kızını istemeye gidermiş, kim kime “Anneni gönder! Söz, gelini olacağım!” dermiş!
Önce bir bakarsın, görür, tanır, sorar araştırır, öğrenmeye çalışırsın. Bakalım neyin nesi, kimin fesi? Bakalım ayı mı, kurt mu! “Atlamış gitmiş içi titreyerekten…” “Ya vermezlerse?” diye mi, yoksa “Ya verirlerse?” diye mi acaba? Neden titriyor içi?
”Güzel kız kapıyı açmış gülerekten. Buraya kadar tamam! Olabilir. Yağız olan kim oluyor acaba? Arada bir yağız var ama kim? Yoksa atlayıp gidilen at mı yağız olan? Bu bir!.. Anne verilen adrese gidince kapıyı güzel kız açmış. Kız olamaz artık o şimdi bir küçük hanımdır. Üstelik verilen adres, kızın anne babasının oturmakta olduğu evdir ve artık evlendiği için küçük hanımın kocasının evinde olması gerekmektedir. Fakat şarkı sözü icabı ya da kadıncağızla alay etmek veya ona nispet yapmak için baba evine özellikle dönmüş olabilir. “Hanım geç kaldın! Bak, artık evlendim ben! Bekledim de gelmedin…” Bir de evlilik yüzüğünü göstermiş olmalı, elini kadıncağızın burnuna sokarak. Mutlaka yağız atla geldiğini biliyor ki:” Yaya kaldın bu işte!” diye geçmiş dalgasını.
Yok yok, öyle olmamıştır. Erkek ile dalga geçmiş, adres vermiş, egosunu tatmin etmek için anneyi kapısına getirtmiş, sonra da evlendiğini söyleyerek başından savmak gayesiyle sol elindeki yüzüğü ters çevirerek evlenmiş numarası yapmış, bir de suçu ona yükleyip, ters yüz göndermiştir.
Bu şarkı dilime dolandı ya… Dilimden çok aklıma dolandı iyi mi! Her söyleyişime musikisiyle haz verirken anlamsız anlamıyla anlama kabiliyetime rağmen anlama mekanizmamı anlaşılmaz hale getiriyor.
Bu konuda o kadar çok akıl yürüttüm ki ister istemez, yazmaya kalksam bu mektup gibi en az iki mektup daha çıkar ortaya.
Yine duramadım, yazmadan geçemeyeceğim. Hayat belki de bu şarkıdaki kadar süratle geçiyor ve buradaki gibi mantıklı mantıksız işlerle, lüzumlu lüzumsuz kişilerle tüketiliyor. Gönül gördüğünün peşinden gidiyor. Gâvur parasıyla peş para etmeyecek insanlara ne kadar çok değer veriliyor! İnsanların duyguları ve iyi niyetleri nasıl da harcanıyor! Ne kadar da basite alınıyor!
Kaptan olsaydı ve duysaydı bu düşündüklerimi derdi ki: “Sevgili Kardeşim “İnsan hayatı bir oyun ve bir eğlenceden ibarettir.” Bu bir ayettir. İnsan ömrü çok uzunmuş, hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. Saman alevi gibi geçiverir.”
Yalan da değil hani! Daha dün Nesrin’in peşinde koşuyordum İstanbul sokaklarında, Antalya Ovasını dar ettim kendime, ulaşamadığım et nedeniyle.
Kedi, ulaşamadığı ciğere murdar dermiş ya… Oysa fır dönmüştüm, günlerce gecelerce içimin acısından, kuyruğumun ucuna baka baka.
Tu kaka! Tu kaka!..
Kedi”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 638
YORUMLAR
""Gönül gördüğünün peşinden gidiyor. Gâvur parasıyla peş para etmeyecek insanlara ne kadar çok değer veriliyor! İnsanların duyguları ve iyi niyetleri nasıl da harcanıyor! Ne kadar da basite alınıyor!""
Alıntıladığım satırlar. Maalesef . Erk'in bize reva gördüğü hayatın özeti.
Bu satırlar "dün" bize yapılanın fotoğrafını ustaca çekmişsiniz. Zira Bu gün dünün esiridir. Eseri değil.
Eğlenceli bir akışa sahip yazınız finalde hüzne kapısını aralıyor. Yazıyı okurken şarkıyı da açmakla iyi etmedim galiba. Yazının tesirini katne kat artırdı üzerimde..
Şarkının görseli, yazı boyunca benimleydi. Kolunda sepetle, güle oynaya, kırlarda çiçek toplayan bir kız. Merhum Feri Cansel'in canlandırdığı o film karesi,
O yıllara dair hissettiğim aşağılık duygusu yeniden nüksetti içimde. Bize benzeyip bizden olmayanların Güve gibi kemirmeye başladığı ahlakımızın, ellerimizden nasıl kayıp gittiğine bir kere daha şahit oldum.
Ve artık şundan eminim. Siz Aleme DOST sunuz. Bu dostluğunuz Dost bildiklerinizi muhafaza edemese de Muhatabınızın Dostluğunu celb edeceğinden ümit varım.
Ellerinize sağlık.
Bu adamda ne ararsan var. Şimdi de bana edebiyat dersi vermeye başladı. O mucize Kitap içindeki edebi sanatları anlatıyor. İç ve dış uyakları gösteriyor. Aliterasyon ve asonanslardan bahsediyor. O yumuşacık kadife sesiyle aşırlar okuyor. En çok da Lev Enzelna’yı dinlemeyi seviyorum. Nebe ve Rahman Sureleri de adeta sarhoş ediyor beni… Çoğu sureyi ezbere okuyor. Hem de tecvitli… Dinlemeye doyamıyorum.
güzel yüreğiniz daim olsun
selam ve saygılar...