- 681 Okunma
- 3 Yorum
- 4 Beğeni
637 – ÇEKİÇ
Onur BİLGE
“Çekiç,
“Antalya, Akdeniz kıyılarının en güzel körfezdir. Denizi kucaklayabildiği kadar kucaklar. Sevgiyle sarar, bağrına basar!” diyor Kaptan. O bilmeyecek de ben mi bileceğim! Hayatı denizlerde geçmiş. Uğramadığı liman, ayak basmadığı kıyı kalmamış. Vaaza ara verdikçe doğup büyüdüğü yeri övüyor.
“Rüzgârı, denizden nem, ormanlardan çam kokusu taşıyan meltemdir. Bir uçtan bir uca tarih, baştan ayağa güzelliktir. Göz alabildiğine dağ, deniz ve orman, şırıl şırıl su, çağıl çağıl çağlayandır. Üç mevsimi sıcacık güneş, bir mevsimi cayır cayırdır!”
“Aman öyle deme ha! Sakın! Yoksa cehenneme eş sanacaklar, kaçacaklar! Akdeniz Antalya’da Aşkdeniz halini alır. Ona o adı ben layık gördüm. Çok yer görmedim ama eminin ki hiçbir yerde böyle bir güzellik olamaz!”
“Yeryüzünde cennetin bir örneği var mı?” diye sorsalar, göğsümü gere gere “Antalya!” derim. Çivit mavisi denizi, portakal rengi güneşi, yeşili… Gecede billur gibi yıldızları, pırıl pırıl ayı, yakamozları… Şair edeceksin beni de kendin gibi…” diye güldü. Nadiren gülen, daima gülümseyen biridir oysa.
“Saklıkent’te karıyla, Geyikbayırı’nda narıyla, Boğaçayı boyunca bahçeleri, bağıyla gezmelere doyulmaz!” diyerek, bir bisiklet de o bulmuş, beraber ta oralara kadar gittik. Korkuteli’ye bile bisikletle gidenler varmış. Biz dinlene dinlene gezdik.
“Ardıçlı yamaçlar, katran kokulu dağlar… İki tarafından sulanır yemyeşil ova. Doğusundan Düden’le, batısından Boğaçayı’yla… Portakallar, mandalinalar, limonlar, greyfurtlar o suları içerler kana kana. Zeytinler, narlar, asmalar… Zehir yeşili yapraklar… Çayırlar çimenler hep su isterler. Ne güzel bir nimettir su! Doğrusu, hiçbirimiz gerektiği şekilde şükredemiyoruz! Şükür az gelir! Hamd etmek lazım!”
Gül gülistan bir şehir! Ancak dar geliyor bana. Herkesin keyfine, benim de kederime değme gitsin! Nereye gidersem gideyim, hüznüm hep yanımda… Gölgem gibi yapışmış yakama, bırakmıyor!
Torosların eteğinde Çıralı’nın ateşi gibi yanıyor zavallı kalbim. Feslikan’ın karında buzunda yalnızlıktan donuyor. Aklını nasıl çeldi senin o at hırsızı kılıklı züğürt Kuzen? Bunu aklım almıyor! Paranın açamadığı kapı, yıkamadığı yapı yoktur, bilirim ama onda para da yok! Neyine tav oldun da gittin?
Aklında kaç tilki dolaşıyor senin? Birinin kuyruğu diğerine değmiyor. Kara kaşlım, deniz gözlüm, son gülüm… Önüm kış… Başka bahar göremem, ölürüm. “Ayağını koruyamayan at, ölüme hazırlansın!” dedi, dün laf arasında Kaptan. Bir at için ayakları ne kadar önemliyse sen de o kadar önemliydin benim için!
Kavurucu rüzgârlar geldi geçti üstümden, buydurucu kışlar, fırtınalar, boralar… Ta buralara kadar göçüp geldim. Keyfimden değil! Neler geldi geçti, ne felaketler! Sen öyle bir gelişle geldin ki geçmek bilmedin!
Ne Arapsuyu kaldı, Kaptan1ın beni alıp götürmediği, ne Çakırlar, ne de Bahtılı… Durali, Uncalı, her yeri gezdirdi. Kaynaklardan buz gibi sular içtik avuç avuç. Acıkınca bir şeyler alıp yedik.
Dünyanın her yerini görmüş adam. Ansiklopedi gibi… Nereden konu açılsa bir şeyler biliyor. Anlatıyor da anlatıyor… Aklı sıra oyalıyor beni. Aklı sıra kovalıyor seni. Unutturmaya çalışıyor bana seni… Bana beni…
Denizden bahsediyor. Denize gidenlerden, denizden gelenlerden… Ben sevenlerden sevilenlerden bahsetmek istiyorum. Bütün ümitlerin tükendiği yerde, güzel şeyler beklemekten dem vurmak istiyorum. O denizde yaşamaktan, onunla bütünleşmekten, büyükleşmekten bahsediyor.
Gönlüm sana göçmüş, sense o soytarıya… O, O’na göçmekten söz ediyor. O’nunla büyülenmekten, büyükleşmekten… Ben seninle şenlenmeyi düşünüyorum, o O’nunla şenleniyor. O şenleniyor, ben senleniyorum.
Sevdiğinden bahsediyor. “Sevgili’nin önünde diz çökmez mi insan!” diyor, namaz vakitleri geldiğinde.
Rüzgâr estikçe denizden tuzlu ve tozlu bir nem getirip bırakıyor tenime. Saçların düşüyor aklıma, rüzgârla savrulan… O baş döndürücü şampuan kokusu geliyor… İçime en yakıcısından hasretin düşüyor.
Deniz kumsalı yalayıp yutacak neredeyse! Nasıl da dövüyor falezleri! Öyle bir hınç kaplıyor benliğimi! Kayalarla savaşa kalkışmak gibi… Yel değirmenleriyle savaşmak gibi… Öyle bir Don Kişot olasım var ki!..
Sıvası dökülmüş Kaleiçi evleri gibiyim. Şehnişini sarkmış, kavlayıp kalkmış sıvalarının altlarından yer yer kararmış tahtaları görünen, asırlık Rum evleri gibi… Rüzgâr estikçe “Hu” çeken dervişler gibi sallanıyorum. Yarı rükûya varmışım. Neredeyse secdeye kapanacağım!..
“İlle de namaz!” diyor Kaptan.
“Ah!..” diyorum! Bir “Ah!..” daha çıkıyor içimden!..
“Çile çekmeden olmaz!” diyor. Çilehanelerde erbain çıkaranlardan söz açıyor. Ben erbainin eşiğindeyim. Sanki bilmiyor! Puslu haber almışım ötelerden. Türkü çekmek gibi telaffuz ediyor çile çekmeyi. Çile çekmek ne demek, en iyi ben biliyorum. O bilmiyor. Ya da bilmezlikten geliyor. Bilse söz uzayacak. İstikâmet değişecek.
“Allah istikâmet versin!” diyor. Hep diyecek, eminim! “Ya Sabır!” çekiyorum. Üzüntü çekiyorum. Her derdi sineye çekiyorum. Nefis çekiyor. Nefisle savaşım var. Baş edemiyorum! “Tespih çek!” diyor Vaiz! Ben Tararo olmuşum!
“Bırak beni kendi halime! O sokak senin bu sokak benim, gezeyim! Hiç değiştirmeyeyim giydiklerimi. Hiç yıkanmayayım! Ne yiyeceğimi ne içeceğimi düşünmeyeyim. Ne verirlerse yiyeyim, ne bulursam içeyim. İntihar günahsa, yasaksa madem, ben de Ceylan gibi sürüneyim!”
“Ağzını hayra aç, arkadaşım!” diyor, kaşlarını çatarak. O/nur yüzü asılıyor ki bu hal nadiren olur onda. “Eşref-i mahlûkattır insanoğlu! Tabiatta ne varsa onun için vardır. Her şey onun istifadesine tahsis edilmiştir…”
“Anlat, anlat da Kaptan Ağabey, bari Türkçe anlat! Anlayabileceğim gibi anlat da yararı dokunsun! Dinliyorum, hem de can kulağıyla ama anlayamıyorum.”
“Bir Kedici Feride Hanım vardı. Vaktiyle kimya tahsil etmiş. Kimya mühendisiymiş. Üstünde eprimiş soluk mu soluk yeşilimsi kaşe bir mantosu vardı. Sokak sokak dolaşırdı, kafasına estiği gibi gezerdi. Ben diyeyim otuz, sen de “Kırk elli” kedisi vardı. Demek ki insanlara yaklaşmış, yaralanmış… Kedilerle bozmuştu aklını! Mesleğinden vazgeçmiş. Kendinden vazgeçmiş. Kedilerin önüne koymuş kendisini, yesinler diye sanki!”
“Ben de gençlerin önüne koydum kendimi. Gelen kusuyor giden kusuyor derdini. Toprak gibi emiyorum, hazmediyorum, gül veriyorum. Kusmuk kokulu değil, mis kokulu güller… Sen de aynı şeyi yapıyorsun Kaptan Ağabey. Sen büyük küçük, kadın erkek, yaşlı genç herkesin derdini dinliyorsun. Kendince derman oluyorsun. Kazandıklarınla mutluluğu buluyorsun.”
“Müslümanlar, eller gibidir. Birbirlerini yıkar, temizlerler. Öyle olmalıyız tabii! Nasıl başka türlü olabiliriz! Bir de Deli Zühre vardı. Halen birbirlerine deli demek isteyen kadınlar kızlar farkında ya da değil, onu yâd ederler. “Deli Zühre!” diye nitelerler. Şimdilerde metafor mu diyorlar?”
“Eğretileme de diyorlar. Görüntü, yaşantı veya bir davranışın kavranması için canlandırma anlamında…”
“Seni kimsenin yuğgu taşı gibi ezmesine fırsat verme! Teşbihte hata olmaz. Alçak eşeğe herkes biner. Yağız atlar gibi dur! Öyle güçlü, öyle mağrur! Bu gurur, İslam’ın gururu! Şerefli yaratılana has bir duruş! Benlikle alakası yok. Yanlış anlama!”
“Loğ taşı mı demek istedin? Hani toprak damları sertleştirmek için kullanırlar… Yolları düzlemek için falan… Yani silindir…”
“Aslı “yugu” olsa gerek ama bizim buralarda “yuğgu” derler.
Sen de yuğgu taşısın! Silindirleyip geçtin beni! Hayır hayır! Geçtin ama geçip gitmedin. Sürekli aşağı yukarı gidip geliyor, mekik dokuyorsun tepemde! Ezildikçe ezildim, inceldim. Dağılacağım ben de.
Mahallede arkama takılacak: “Tararo! Hasan’yo! Pemparo! Kuzulo!” diye bağıracak Giritli çocukları neredeyse!
Belli sayıda inermiş çekiç örse… Dağılır gidermiş altın, haddinden fazla dövülürse!
Tararo”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 637