- 591 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DEFNE
İbrahim Onbaşı (Akdağ) ,okumayı sonradan öğrendi. Yazması biraz zayıftı ama önemli olan okumasıydı. Eline ne geçerse geçsin mutlaka okurdu. Eski yeni gazeteler, büyük küçük ilanlar, yemek tarifleri, ders kitaplarının içindekiler bölümünü bile okurdu. Anadolu efsanelerini okumak bir tutku olmuştu. ilkokulu dışardan bitirme sınavlarına girdi. Diploma bile aldı. Bu merak İbrahim Onbaşı’nın ( Akdağ) bir çok konuda aydınlanmasının yolunu araladı. Duyduğu bir haber, olay, olguyu hemen kabullenmezdi. Mutlaka araştırır sonra akıl süzgecinden geçirirdi.
Okuyamamıştı. Hem çevrede okul yoktu olsa da yoksulluktan gidemezdi. Köyde her türlü işte öncülük etmeye çalışırdı. Bağ, bahçe işleriyle uğraşır tamirat yapar, duvar örerdi.
Askerliğini Hatay’da yaptı. Bir çok işten anlaması ve ilkokul diploması O’nu onbaşılığa kadar yükseltti. Köye izine geldiğinde de haki renkli asker elbisesinin kolundaki onbaşı rütbesi saygınlığına saygınlık kattı. Yirmi dört ay askerlikten sonra terhis oldu. Şanlı ! onbaşı, İbrahim askerliğini de yaptığına göre evlenme ,yuva kurma, doğacak çocuklarını okutma hayalleri ile köyünde ve civar köylerde kız aradı. Çok geçmedi yedi km ilerdeki komşu köyden Nesime ile evlendi.
Güzel bir eşi, mutlu evliliği sürüyordu.Ama İbrahim Onbaşı’nın mutlu evliliğinde ters giden bir şeyler vardı.
Günler, aylar, yıllar geçti fakat bir evladı olmadı. Köydeki birinci sıradaki dedikodu İbrahim’in kısır olduğu; tarlada, bağda, bahçede kış günü uzun gecelerde, hatta başka konuşulacak konu yoksa yine İbrahim Onbaşı’nın kısırlığı konuşuluyordu. Hacılar, hocalar, dualar, türbeler koca karı ilaçları öneriliyordu. Fakat İbrahim Onbaşı bunların hiçbirine inanacak kadar cahilde değildi. Ancak asılsız dedikodulardan bıktı ani bir karar verdi. Buralardan uzaklaşmak başka yerlerde başka yaşamlar kurmak en uygunu olur diye düşündü. Bu düşüncesini Nesime’ye söylemedi. Önceden bazı araştırmalar yapmalıydı. İki gün sonra şehire gitti. Eniştesi Sarı Mustafa’ya durumunu anlattı. Zaten Sarı Mustafa’nın da bir yardımcıya ihtiyacı vardı. Depo görevlisi olacaktı. Ayrıca gelen giden malları sayma, istifleme, gönderme gibi işleri yapacaktı.
Bu iş İbrahim Onbaşı’nın da kafasına yattı. Köye döndüğünde durumu Nesime’ye bildirdi. Zaten köydeki dedikodudan dolayı gına gelen Nesime hiç itiraz etmedi. Birkaç gün içinde tüm hazırlıklar yapıldı. Zaten pek eşyaları da yoktu. Bir kaç yorgan, yastık, döşek Nesime’nin yeşil desenli ceviz kaplama çeyiz sandığı ile bir halı üç kilimden başka bir şey yoktu. Kısa süre sonra şehir yaşamı başladı. Eniştesi Sarı Mustafa, alt katı badana boya, yaptırmıştı. Kirasını sonra almak üzere alt kat boş olduğundan oraya yerleştirdi.
Artık İbrahim Onbaşı, depoda çalışıyor geçinip gidiyorlardı. Köyün dedikodusundan kurtuldular. Ama gün geçmiyor ki hem İbrahim hem de Nesime’nin aklından evlat hasreti çıkmıyordu. Ünlü doktorlara gittiler. Ne İbrahim ne de Nesime kısır değildiler. İki yıl aradan sonra yani evliliklerin sekizinci yılının üçüncü çeyreğinde bir mucize gerçekleşti. Önce Allah’tan sonra yapılan tedavilerden olacak ki; Nesime hamileydi. Nesime doğuma kadar olan süreçte hem mavi, hem pembe patikler, hırkalar, çeşitli çeşitli bebek giysileri hazırladı. Vakti zamanı geldi çattı. Şehrin doğum hastanesinde bir kız bebek ağlaması Akdağ ailesini sevince boğdu, mutluluklarına mutluluk kattı.
Öyle bir bebekte ki, böylesi için sekiz değil seksen yıl beklenebilirdi. Göz rengini gökyüzünden, saçlarını ipekten tenini papatyadan almış tam simetrik yüz hatları ise onca yıl beklemenin bir ödülü gibiydi.
İbrahim Onbaşı, askerliğini Hatay’da yapmıştı ya bazı efsanelerde o kadim memlekette geçmişti. İsim konusundaki esin kaynağıda bir efsanenin etkisiydi. O efsane Hatay’da geçen bir eski efsanedir.
Zeus’un oğlu Işık Tanrısı Apollon, ırmak kenarında genç ve güzel bir kız görür. Bu eşsiz güzelin adı Daphne (Defne)’dir. Apollon’un içinde arzular uyandırır. Fakat Defne, Işık Tanrısı’nın içinden geçenleri anlamıştır. Kaçarak uzaklaşmak ister. O kaçar, Apollon kovalar. Çapkın Tanrı bir taraftan “kaçma seni seviyorum” diye bağırır. Defne ise Tanrılarla sevişen kadınların başlarına neler geldiğini bildiği için korkuya kapılır ve kaçmaya devam eder. Apollon ise, bu güzel periyi mutlaka yakalamak ister. Aralarındaki mesafe gittikçe kısalır ve bir an gelir ki Defne, Apollon’un nefesini saçlarının arasında duyar. Artık kurtuluş olanağı kalmadığını anlayan Defne, birden durur ve ayağı ile toprağı kazıyarak şöyle bağırır: “Ey toprak ana, beni ört, beni sakla, beni koru.” Bu içten yalvarış üzerine Defne organlarının ağırlaştığını, odunlaştığını hisseder. Göğsünü gri bir kabuk kaplar, kokulu saçları yapraklara dönüşür, kolları dallar halinde uzar, körpe ayakları kök olup toprağın derinliklerine dalar, bir defne ağacı oluverir.
Bu durum karşısında şaşıran Apollon, Defne’nin ağaç oluşunu hayret ve üzüntü ile seyreder. Sonra da sarılır ve sert kabukları altında hala çarpmakta olan kalbinin sesini duyar ve şöyle seslenir: “Defne, bundan sonra sen, Apollon’un kutsal ağacı olacaksın. O solmayan ve dökülmeyen yaprakların, başımın çelengi olacak. Ünlü kahramanlar, savaşlarda zafere ulaşanlar, hep senin yapraklarınla alınlarını süsleyecekler. Şarkılarda, şiirlerde adımız birlikte anılacak." Bu tatlı sözler üzerine Defne, dallarını eğerek Apollon’u saygı ile selamlar.
İşte bu yüzden kızının adını Defne koydu. İbrahim Onbaşı ile Nesime o Dahpne (Defne) güzelliğideki kızlarını al bebek, gül bebek büyütürler. Bu arada İbrahim ehliyet alarak geceleri şoförlük yapardı. Çünkü rutubetli alt kat kiralık ev, sürekli güzel Defne’nin hastalanmasına neden oluyordu. O sebepten aynı mahallede güneş gören ikinci katta bir ev almıştı. Böylece güzel Defne sık sık hastalanmaktan kurtuldu.
İbrahim taksi şoförü oldu olalı çok değişik kişiler tanıdı. Her yolcusundan değişik biçimlerde olaylar dinledi. Memleket hakkında, dünya hakkında, geçmiş olaylar, hükümetler, yaşanmışlıklardan bilgiler öğrendi. Bazıları ile dostluklar kurdu. Önerilen veya hediye edilen kitaplardan bol bol okuyordu. Artık tutkunu olduğu Anadolu efsaneleri dışında da kitapları okumaktan haz duyuyordu.
Daha ilkokula başlamadan okuma-yazmayı öğrenen Güzel Defne’nin ödevleri dışında ders çalıştığı kayıtlara geçmemişti. O da babası gibi okumayı çok severdi. Ders çalışmadı ama ilkokul, ortaokul yıllarında her sınıfta sınıfın birincisi ve sınıf başkanı oldu. Bu başarının sırrı dersi derste öğrenirdi. Bu iş için ayrıca zaman ayırmak istemezdi. Lise yıllarında okulunda en aktif öğrenciler arasındaydı. Folklor, spor gibi çeşitli etkinliklerde Defne her zaman yer alırdı. O yıllarda sivil toplum kuruluşlarının gençlik kollarında yer alıyordu. Annesi her ne kadar istemesede İbrahim Onbaşı "Benim kızım ne yaptığını bilir" diyerek destek verirdi.
Defne, üniversite sınavına girdiği ilk yıl öğretmen yetiştiren bir okul kazandı. O yıllarda en önde olmadı. Ama çeşitli etkinliklerde, formlarda konfreanslada izleyici olarak katılmaktan geri durmadı. Geri durmasının birinci nedeni annesine söz vermişti. Sonra ülkede garip şeyler oluyordu. Doğrusu birazda korkuyordu. O’nun amacı bir an önce okulu bitirmek ve öğretmenlik yapmaktı. Öylede oldu okulu bitirdikten sonra bir kasabada Türkçe öğretmeni olarak göreve başladı. Kasaba ortasında uygun bir ev bularak yerleşti. Zaten kasaba küçük olduğundan beş dakikada okula gidiyordu.
Kasabadaki küçük ortaokulda topu topu dört öğretmendiler. Okul müdürü ile beş kişiydiler. Müdür Osman Daş, aynı kasabadandı. Kendi kasabası olduğundan hem müdürlük yapıyor hemde ekip biçiyordu. En iyi arkadaşı kasaba ağasının ortanca oğlu Haser’di.
Haser, otuz beş yaşlarında bol baba parası yiyen bir kişiydi. Ömründe hiç çalışmamış ama su başları, mangal partileri, ondan sorulurdu. Kasabadaki tek tekel büfesinin en iyi müşterisiydi. Aynı zamanda para zoru ile şımartılmış, ahlâk fukarası bir adamdı. Müdür Osman Daş, böyle bir kişide ne buluyordu? Tabi ki para, güç ve aynı karakterdeydi o yüzden sıkı arkadaş olmuşlardı. Yani "Tencere dibin kara seninki benden kara" iki kasaba kurnazıydılar.
Müdür Osman, diğer dört öğretmen ile sorunlar yaşardı. Defne ile iyi ilişkiler kurmak istiyordu. Çeşitli bahanelerle ya pat diye sınıfa girerek dersi bölüyor ya da odasına çağırarak çeşitli görevler veriyordu. İki çocuk babası Müdür Osman, sululuk yapmaktan hiç çekinmiyordu. Defne, göreve başlayalı henüz beş ay olmuştu. Bu durumu, matematikçi Fikret hocaya açıkça anlattı. Tam da adamına söylemişti. Fikret Hoca, çeşitli sürgünlerden sonra buraya da sürgün gelmişti. Bu çirkinlikleri dinleyen Fikret Hoca hiç vakit kaybetmeden müdürün odasına daldı. Kapıyı arkadan kilitlediği anahtarın, öfkeli sesinden anlaşıldı. İçerde bir patırtı başladı ah ! keşke kapı açık olaydı da müdürün o hâli görüleydi. Bu olay üzerine ertesi gün okula gelmeyen müdür Defne’yi de kara listeye aldı.
Türkçe öğretmeni Defne’nin, okuduğu kitaplar Türk ve Dünya edebiyatının seçkin örnekleriydi. Orhan Kemal, Kemal Tahir, Aziz Nesin, Fakir Baykurt, Yaşar Kemal veya, Puşkin, Emile Zola, Gorki, Jack London, Dostveyski gibi yazarların kitaplarını okuyordu. Son okuduğu kitap "Yüzbaşının Kızı" kitabıydı.
Müdür Osman, hiç kitap okumaz okuyanı da pek sevmezdi. Hele hele Rus yazarların kitabını okumak bir vatan hainliği demekti! Osman, Ruslara o kadar karşıydı ki o yüzden Rus salatası nasıl olur tadını dahi bilmiyordu. Defne bu okuduğu kitaplardan dolayı kara listenin birinci sırasına yükseldi.
Yediği dayağı sindiremeyen kasaba kurnazı müdür Osman, belli etmiyordu ama mutlaka başka planlar yapardı.
Yaptığı plan için Haser, biçilmiş kaftandı. Defne öğretmenin bir kominist olduğunu çocukları zehirlendiğini anlatsa da Haser, siyasetten anlamazdı. O başka şekilde yapacaktı bu işi. Şöyle ki; sık sık okula geliyor veya babasının arabasını alarak okul etrafında tur atıyor, yüksek sesle arabesk müzik dinliyordu.
Defne okula gidip gelirken laf atıyor, sarkıntılık derecesinde sululuk yapıyordu. Bunu fark eden Matematikçi Fikret Hoca, önce Haser’in babası ile konuşmayı uygun gördü. Babasından azar işiten Haser, Fikret Hocanın yolunu kesti. Tam o sırada diğer öğretmenler de okul çıkışı birlikte yürüyorlardı. Haser elindeki levyeyi tam Fikret Hoca’nın kafasına indirecekken Defne elindeki çantasını Haser’in kafasına indirdi. Kafasından kanlar akarken Defne’ye saldırdı. Militanca dövüşen Defne ikinci çanta darbesini de Haser’in kafasına indirdi. Bu kısa kavgayı oradan geçenler ayırdılar. Kavga bittiğinde babasını arabasının tekerleklerini cavlatarak gaza basan Haser, oradan uzaklaştı.
Bu olay, kasabada hızla yayıldı. Ne müdür Osman Daş, ne de Haser bu işin peşini bırakmadılar.
Aradan fazla geçmeden yeni plan uygulamaya kondu. Defne öğretmenin aslında Haser’in sevgilisi ve kasaba dilinde kapatması olduğu ortaya atıldı. O kavganın nedenide Haser yüz vermediği için olmuştu. Bu dedikodu da küçük kasabada hızla yayıldı. Defne öğretmeni tanıyanlar böyle bir ihtimale inanmadılar, ama "acaba" diyenlerde az değildi. Olayın daha inandırıcı olması için gizlice Defne’nin evine giren Haser, Defne’nin bir kaç iç çamaşırını çaldı. İnanmayanlara o iç çamaşırları göstererek intikamını ahlaksızlık ile taçlandırdı. Müdür Osman, bu işlerde arka plan yöneticisi olarak yardımcı oldu.
Kasabanın ortasında Haser’in dayak yemesi, kasabanın ağası Beşir Ağayı çok kızdırdı. Konuyu başka şekilde çözecekti.
Sezon finalinde Beşir Ağa vardı. İldeki bazı etkili ve yetkili kişilerle görüşmeler sonucunda olay bambaşka bir yöne evrildi.
Defne ve Fikret Hoca ertesi günü, ilçe milli eğitim müdürlüğü tarafından sorguya alındı. Olayın adli olarakta soruşturulması başlamıştı. Bu yüzden her iki öğretmende geçici olarak açığa alındı. Açığa alınma Fikret Hoca için dert değildi, ancak daha mesleğinin ilk yılında böylesine pis bir oyun sonunda açığa alınmak Defne’ye ağır geldi.
Memlekette yasalar o kadar iyi çalışıyordu ki iki öğretmen hakkında komünizm propagandası yapmaktan soruşturma açıldı. Soruşturma savcısı, bu iki vatan haini ! öğretmen hakkında örgüt kurmak ve yönetmekten dava açılmasını ve öğretmenlikten men edilmesini istedi. Davanın hakimi görmüş, geçirmiş siyasilerin tecihi ile bu kasabaya sürgün edilenlerdendi. Savcının iddialarını yeterli kanıtların toplanması, tanıkların dinlenmesi için bir ay sonraya gün verdi.
Mahkeme günü geldiğinde, bütün taraflar hazır bulundular. Davanın savcısının işi başka yöne çekmek istediği belliydi. Siyasi olmasını istiyordu. Hakim, tarafları dinledikten sonra savcının isteğine uymadı. Defne öğretmenin okuduğu kitapların yasaklı veya sakıncalı kitaplar listesinde olmadığını ve Türkçe öğretmeni olması dolayısıyla mesleki gelişme kitapları olduğuna hükmetti. Ancak alınan ifadelerden anlaşılacağı üzere esas suçlunun Haser olduğunu ve devlet memurunu darp ve tehdit etmek, rencide edici söz ve eylemlerden üç yıl iki ay ve ayrıca Defne öğretmenin evine girerek hırsızlık yaptığı için bir yıl üç ay ve iç çamaşırlarını teşhir etmek suçundan dört yıl olmak üzere sekiz yıl beş ay ceza verilmesini uygun gördü. Ayrıca Müdür Osman Daş hakkında, yardım ve yataklıktan dolayı memuriyetten el çektirilmesini hükmetti. Beşir Ağa, Haser ve müdür Osman Daş hiç böyle bir şey beklemiyorlardı. Haser hemen oradan il hapishanesine sevk edildi. Beşir Ağa bu sonucun hesabınında sorulacagını bağıra bağıra söylemekten çekinmedi. Okulun hizmetlisi emektarı Cuma efendi, süslü konuşmayı bilmez ve öyle etkili konuşamazdı ama olanları ne eksik ne fazla bir bir ifadesinde söyledi. Böyle bir karar çıkmasında okulun emektar hizmetlisinin ifadesi etkili olmuştu.
Olayın idari kısmı ise Milli eğitim müdürlüğünün işiydi. Kerameti kendinde bilen bu kurum öğretmenin yanında olması gerekmez mıydı? Gerekmedi. Zaten Fikret Hoca, fanatik bir sürgün tutkunuydu. O bir koministti. Bu ülke için çok ama çok çok tehlikeliydi! Aynı yerde bir yıl kalmasının ülke ekonomisine vereceği tahribat yüksek maliyet gerektirirdi. Ama Defne öğretmen böylesine bir kişiyle aynı safta yer aldıysa O’da zararlıydı! Böyle düşünmüş olacaklar ki "Görülen lüzum üzerine! " kasabada değil il sınırları içerisinde bile görev yapamazlardı. Bu karar Beşir Ağa’nın Ankara’da ki adamları tarafından verilmişti.
Fikret Hoca’nın bir bavulu vardı. Başkada bir şeyi yoktu. Bildiği doğrulardan asla ödün vermediğinden, memleketin çeşitli illerine sürgün edilmişti. Bu nedenle evlenmek yuva kurmak kısmet olmamıştı. Ve Fikret Hoca, hep yanında taşıdığı o emektar bavulunu çoktan hazırlamıştı.
Fikret Hoca, kışı çok, yazı az, fakiri bol zengin kıt olan doğu vilayetine sürüldü. Defne öğretmen ise, daha kuzey ve daha doğuya güneşi az, yağmuru bol Karadeniz tarafına sürgün pardon tayin edildi. Tam sürgün günü okullar uzun tatile başlamışlardı. Ya da tam o gün kararnameleri ellerine tutuşturuldu.
Biri kronik sürgün, diğeri acemi sürgün hiç zaman harcamadan dost ve arkadaşlarına veda ederek o kasabadan ayrıldılar.
Defne öğretmenin adı, sonraki yıllarda artık kırmızı kalemle altına not düşülen öğretmenlerden oldu. Öğretmen hareketlerinde, toplumsal muhalefet bayrağını taşıyan birisiydi. Bir çok kere gözaltına alındı, tutuklandı, ıslandı, gaz yedi, sürgünlere gönderildi. O’da Fikret Hoca gibi evlenip yuva kuramadı. Ama yılmadı yurdun çeşitli illerinde onurlu bir şekilde görev yaptı.
Yıllar sonra Fikret Hoca’nın hem meslekten hemde sürgünlükten emekli olduğunu duydu.
Kendisi ise her gittiği yerde tüm engellemelere rağmen kütüphaneler kurdu. Çünkü dilbilgisi kurallarını bilmek yada bilmemek pek önemli değil diye düşünüyordu. Yani hiç kimse günlük yaşamın içinde "Bak burda -ki eki bağlaç - de ekini sözcükten ayrı söyledim , ........mi? eki burada ayrıldı. Bu cümleyi ! işareti ile bitirdim" diye belirtmeden de konuşup anlaşabilirdi. Bunları öğrenmek isteyenler ilerde zaten öğrenirlerdi.
Ama kitap okumanın; su, ekmek, hava kadar önemli olduğunu herkese uzun uzun yıllarca anlattı.
Karanlığı aydınlık yok ederse, cahilliği, fakirliği, körlüğü de okumak yok eder diyerek öğrencilerine kitap sevgisi kazandırdı.
Ömer Yalçın
28/11/2020
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.