- 584 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
‘’bir gariban kul Sadık’’
‘’bir gariban kul Sadık’’
‘’Kısmet ederse Mevlâ, el getirir, yel getirir, sel getirir. Kısmet etmezse Mevlâ el götürür, yel götürür, sel götürür.’’ (Hz. Mevlânâ)
Bu yazımda nasip dediğimiz tarifsiz olgudan bahis edeceğim. Bir kişi üzerinden anlatacağım hikâye de, toplumun genelinin hikâyesine benzer yaşanmışlıklara değinip, bir şeyin olduğunda da, olmadığın da hayrımıza olan taraflarını inceleyeceğiz. Kendimden bir bahis ile yola çıkacak olursam, geçmişte olması için dua ettiğim birçok olayın, şimdilerim de olmadığına şükür eder haldeyim.
‘’Sizin hayır bildiklerinizde şer, şer bildiklerinizde hayır vardır. Allah bilir siz bilmezsiniz.’’
Bakara suresi 216.Ayet’ini dünya üzerinde bir insan yoktur ki yaşayarak tasdik etmesin.
Zanaatkâr ile Sanatkâr arasında fark var mıdır, bu sorunun en basit cevabı işlerinde gösterdikleri ustalık ve önem aynı ise bence bir fark yoktur. Fark uygulamada gerçekleşmekte, biri sıfırdan üretirken, diğeri hayallerini üretime geçirmektedir. İşte biz yazarları zanaatkâr veya sanatkâr yapan da budur. Ben bu yazımda sizlere zanaatkârlık yapacağım. Bir buçuk saatte dinlediğim ama gerçekte elli küsur yıl süren bir yaşamı hikâyeleştirerek sizlere aktaracağım. ‘’hayatımdan gerçek kesitler’’ isimli yazı dizimin içine alarak ileride yayınlamayı düşündüğüm bu yazımı siz şanslı okurlarım fırından çıkar çıkmaz okuyacaksınız.
Çiçek açtırdığım kaktüslerim var benim, birde açtığı çiçekleri ellerimle budadığım güllerim. Mesele çiçek açmakta veya açtırmak ta değil, anlayacağınız kıymetli olmak mesele. Açan her çiçeğin meyveye dönüşebilmesinde. Çiçeği zaten meyve olan güllerin, kıymetsizliğinin hikmeti bu olsa gerek. Dönüşümün kendisinin makbul olduğu âlem de, her ne hikmetse dönüşen ötelenir, ötekileşir. Doğuştan kaktüs olmak mı dersiniz, makbul olanı bende bilemiyorum. Bildiğim, bilmediğimi fark edip, bilmediklerimin üstüne gittikçe, dikenlerimin artmaya başladığını, gözlemlememdir. Cahilin kibirliyle, cahiliye devrine geri döndürüldüğümüz günümüzde, bilgisizin halinden memnun oluşunu, o halde bile, kendisini o hale getirenleri takdir ediyor oluşu, bilmediğimi, biliyor oluşumun sağladığı dikenlerime şükür ediyor, hale getiriyor içimde ki deliyi. Bilmediğim konuları, bilmemi sağlayan okuduğum her kitabımı, her gözlemimi ve dinlediğim her hikâyeyi, bir gül sayarsam şayet, gül tüketerek diken üretiyorum. Dikenlerimin arasından çıkacak ilk gülü bende merak ediyor ve sabırsızlıkla bekliyorum.
Ne mutlu ki bana, benden daha önce gül üretimine başlayan kaktüsler var...
Tanrının kaktüs bahçesinde ebedi bir yer edine bilmem umuduyla.
Haydi, gülden dikene bir yolculuk için bu hikâyeyi de anlatmaya başlayalım;
Konya’nın küçük bir kasabasında, dört çocuğuyla dul kalan cefakâr bir Anadolu kadını. Hani hep derler ya onlar eski kadın, hah işte tamda onlardan. Yüzünde ki güller(gülümseme) solmuş, ilerleyen zamanlarda belki de yıllar sonra bu hikâyeyi anlatan torununa yeniden açacak. Elde yok avuçta yok zamanlar. İnsana öz babasının veya amcalarının arkalamak yerine arkasını döndüğü yıllar. Kızını evlendirip gelin ettin mi her iş tamam o zaman ki babaların gözünde, açlar mı, toklar mı, ne soran var ne de umursayan. Tırnağın varsa başını kaşı o kadar.
Eşinin cenazesini bile görememiş, dört çocuğuyla öylece kala kalmış. Rahatsızlığından dolayı Konya’da hastaneye gelen eşi hastane de vefat edince, nakil parası olmadığından, Konya’da bir mezarlığa defin edilmiş. Her şeyin imece usulü bir şekilde haneye yetecek kadar elde edildiği zamanda para kimsede yok. Aslına bakarsak bir sorun oluşmadığı takdirde ihtiyaçta yok. Gelgelelim o sorun baş verdiğinde ise elde avuçta beş kuruş yok.
Babanın vefat ettiği ve dört çocuk bir annenin kaldığı 1960’lı yıllarda, hanenin en büyük çocuğu dokuz yaşında bir kız, ikinci çocuğu altı yaşında bir kız, kahramanımız olan erkek çocuk dört yaşında ve en son yine bir kız çocuğu bir yaşını dahi doldurmamış. Anne ise daha çok genç. En büyük olan kız çocuğuna daha küçük kardeşlerine bakma sorumluluğu vererek, ne iş olsa yapan, elin işi diye tabir ettiğimiz işlerde anca çocuklarına yetecek kadar rızık kazanan ve kimseye muhtaç etmeden yıllarca çocukları büyüyüp işin ucunu tutana kadar çalışan evin annesi ve buna benzer her hikâyede olduğu gibi hayata erken yaşta başlayan çocuklar.
Kasaba da olsa köy yeri, kendi başına hayata tutunmaya çabalayan bir kadın. Hem korkuyor kendisinin ve çocuklarının başına bir şey gelmesin diye, hem de çalışmaya mecbur. Böyle, böyle yıllar yılları kovalıyor ve ilk kuş, ilk çocuk on altı yaşında gelin edilerek evden uçuyor. Evlenip kendi yuvasını kursa da evden uçan ilk kuş, yabancı yere değil eş olarak teyzesinin oğluna veriliyor. Onun da kaderi annesi ile aynı, o da genç yaşta dört çocuğuyla eşini kayıp ediyor.
Kendisinin geçtiği yollardan kızının da geçmesi kaderleriymiş meğer.
Ablasının uçmasından sonra zaten evin tek erkeği olmasının getirdiği yükle canla başla çalışan, ismi gibi sadık, annesine ve sorumluluğu ona sorulmadan verilen hanesine. Kendilerinin sahip oldukları tarım alanları, ticarete yeterli değil, küçük anca kendi hanelerine yetiyor. Üç beş küçükbaş hayvan, birkaç düzine kümes hayvanı tüm mal varlıkları bu kadar. Yevmiyeci olarak ne iş olsa gidiyor, kışın okulda olmasına rağmen, yazın çalışıp ev halkı için para biriktiriyor. Kimi zaman kasabalarında bulunan orman işletmesinde, kimi zaman tarlada imece, kimi zaman hayvanlarını güden çoban, kimi zaman inşaatta amele, inşaat işlerinde ilerleyen zamanlarında ise sıvacı kalfası. Mevsimine göre ne iş olsa yapıyor. Günler, günleri böyle kovalarken üniversite sınavına giriyor ve öğretmen okulunu kazanıyor. Fakat para yok neyle okuyacak veya ailesine, kıymetli cefakâr annesine nasıl bakacak okurken. Düşünüyor ve imkânsızlıktan dolayı vaz geçiyor.
Tırnaklarıyla kazıyarak elde ettiği bir fırsatı imkânsızlıklar nedeniyle kaçırmış olmanın moral bozukluğu ile günleri geçiyor ve yine çalışarak. Neredeyse gençliğinde ve orta yaşlarında çalışmadan bir günü geçmemiş. El attığı her işin hakkını vermesiyle ünlü bir kişilik. Gerçi şimdilerde pek değiştiği söylenemez, emekliliğinin değerini bilmeyen emeklilerden o. Emekliliğinde oturmak için aldığı evin tadilatını da kendisinin yaptığını düşünürsek ne demek istediğim daha da net anlaşılır.
Çalıştığı yorucu bir günün sonunda bir nebze olsun moral bulmak için, kasaba meydanında bulunan kahve de arkadaşları ile sohbet ederken, bir arkadaşı broşürden okuduğu maaşlı askerlik olan astsubaylığı anlatıyor. Önceleri çok ilgilenmese de, o sırada sağ olan ve memuriyete yeni başlayan büyük ablasının eşine yani eniştesine danışıyor ve Astsubay olmaya karar veriyor. Mezun olduğu okulun müdür yardımcısına giderek kendisine kararını anlatarak yardımcı olmasını istiyor. Müdür yardımcısı elinde iki yıl öncesinden kalan bir broşürü verse de şuan bu isteğinin zamanı olmadığını söylüyor. Çünkü o dönemde de, günümüzde de asker alımlarının belirlenmiş bir zamanı var. Zamanı geldiğinde bir form alarak Sadık’a ulaştıracağını söyleyen öğretmeninin yanından ayrıldıktan sonra, ne olur olmaz belki müdür yardımcısı unutur diye düşünerek işini garantiye almak için, İlçe de beraber okuduğu ama sonradan Konya’ya yerleşen bir arkadaşından da kendisine müracaat formu alması için ricada bulunuyor.
Böylelikle yaşanmışlıklarını anlattığımız bu hikâyede ki Sadık’ın hayaline ulaşma yolculuğu başlamış oluyor.
Zaten önemli olan yola çıkmak değil midir, sen yola çık, yol insanı özgürleştirip, ışığa, dolayısı ile "sırra" ulaştırır.
Ne mutlu sırrına erişebilene...
Sadık her ne kadar aksini düşünüp işini garantiye almak istese de, Müdür yardımcısı günü geldiğinde eline geçen formu alıp güzelce paketleyerek Sadık’ın eline ulaştırıyor. Eline geçen formu doldurup, Konya’da bulunan askeriyeye ulaştırması gerekiyor. Tabi yukarıda anlattığımız nedenler malumunuz, para yok, varsa da çok kısıtlı, Konya’ya gitmeyi başarsa geri dönemeyecek. Birde etrafında ki herkes hayal gördüğünü ve Anadolu gariban köy çocuğu olan Sadık’ın Astsubay olamayacağını, boşuna uğraştığını düşünüyor en yakınındakiler, hatta belki kendi bile…
Nasıl şehire gider formu yerine ulaştırırım düşüncelerindeyken, aklına o zamanlarda kasabalarında bulunan ve nakliye işi ile uğraşan kamyoncular geliyor. Orman işletmenin yoğun çalıştığı zamanlarda kasabada neredeyse halkın yüzde otuzu nakliye işinde orman işletmesine çalışmakta. Bu nakliyecilerden birinin kardeşi arkadaşı olması münasebetiyle Konya’ya kadar onlarla gitmek için anlaşıyor. Geceden kamyona arkadaşı ile birlikte binip, onunla birlikte her on kilometrede bir yolculuk yaptığı kamyonun tekerleklerinin bijonnunu sıkarak çalışıyor. Kamyon eski, birde haddinden fazla yük yüklendiği için bu durum oluşuyor. Yolda patlayan lastik ise o gecenin tuzu biberi. Sabah saat beş gibi marangozlar sanayine ulaşıyorlar. O esnada bekçiden başka hiç kimse yok sanayide. Bekçiye soruyor ve Askeriyenin yerini öğrendikten sonra, kimi zaman koşarak, kimi zaman koşar adım saatinden önce askeriyenin kapısına ulaşıyor. Bekçi her ne kadar bekle otobüsler çalışmaya başladığı zamanda otobüsle gidersin dese de ikna edemiyor Sadık’ı. Yorulmuş halde askeriyenin önünde ne zaman müracaat edebileceğini sorarken kapıda ki nöbetçi askere, daha açılışın yapılmadığını öğreniyor. Fakat o esnada nöbetçi kontrolü yapan uzman çavuş durumu öğrendikten sonra gönderin gelsin diye yanına çağırıyor. Bir çalışma ömrü geçirip emekli olacağı askeriyeden ilk adımını atan sadık, nöbetçi astsubay karşısında nefes nefese. Neden bu halde olduğunu öğrenen nöbetçi astsubay, karşısında ki gariban Anadolu çocuğunun Asker olmak için koşarak geldiğinden memnun oluyor ve tamam sen git ben formunu aldım hadi şimdiden hayırlı olsun diyerek formu alıp ilk kayıt işlemini gerçekleştiriyor.
Belki de Sadık için ‘’o ilk hayırlı olsun’’ kelamı Tanrı katında kabul olmuş bir dua idi, kim bilebilir…
Müracaat formunu yerine zamanında ulaştırmış olmanın mutluluğu ile geldiği gibi yine koşarak Marangozlar sanayiine ulaşıyor. Yine amaç aynı para yok, yük kamyonu ile kasabasına geri dönebilsin. Zaten kamyoncu ve kardeşi ahbabı. Saat sabah 9:30 sularında geldiği kamyonun yanına ulaşıyor, şansına daha yükün indirileceği yerde iş yeri patronu teşrif etmemiş. Kamyoncu içeride bulunan işçileri acele ile yükün boşaltılması konusunda fırçalasa da işçiler patronun gelen malzeme ile ne yapacaklarını bilmedikleri için indirme işine yanaşmıyorlar ve patronu bekliyorlar. Patron geldikten sonra nakliyeci ile kısa bir konuşma ve dalaşma sonunda kamyonda bulunan tomruk yükünü içeride ki personelin indiremeyeceğini kendisinin gidip amele bulup geleceğini beklemelerini söylüyor. Duruma iyice kızan ve geç kalan nakliyeci ise ‘’ şu çocuklara üç beş kuruş ver indirsinler diyor’’ patronun canına minnet kabul ediyor. Bizim sadık ile arkadaşı olan kamyoncunun kardeşine indirme işi ne ola ki, onlar zor olan işi yapan kamyonu yükleyen delikanlılar yevmiye ile. Hemen hızlıca takriben beş dakika da patronun istediği yere tomruklar iniyor ve yerleştiriliyor. İş patronun para ödeme faslına gelince kamyoncu araya girip çocuklara 100 er lira ver diyor. İşi görülen işyeri sahibi parayı nakliyecinin dediği miktarda gençlere veriyor. O zamanki orman günlük yevmiyesinin 60 lira olduğunu düşünürsek beş dakika da Beşiktaş kendi tabiri ile ve muazzam para.
Tam kasabaya doğru yola çıkacaklar, nakliyeciye bir müşteri denk geliyor. Kasaba yolu üzerinde bir başka kasaba da bulunan bir fabrikanın tamir edilmiş bir parçası. Çok büyük değil ama ulaşım aracı olan otobüse sığacak veya elde taşınacak kadar da küçük değil, nakliye gerekli.
Nakliyeciler ve otobüsçüler sever bu tip müşterileri, kendi tabirleriyle ördek. Ördek kısmını ben ekliyorum, sadık sanırım bu tabiri bilmediği için böyle bir benzetme yapmadı. Bende o anlatırken pür dikkat dinlediğim için o esnada söylemedim. Okurken görür bilmiyorsa o da öğrenir bu tabiri.
Ördeği ile anlaşan nakliyeci yükün yükleme zamanı geldiğinde yine aynı tonla ‘’boşuna adam arama çocuklara üç beş kuruş ver sende yardım et yüklensin çabucak ‘’ diyor ve bir yüzlük daha tırınk cebe. Yükün ineceği kasabaya geliniyor ama indirecek kimse yine yok, yine aynı nakliyecinin sözü, ‘’ çocuklara üç beş kuruş ver sende yardım et indirin birlikte’’ yük iniyor ve cebe yine tırınk bir yüzlük.
Kasabalarının girişine geldiklerin de bir ördek daha ismi lazım değil. Sadık ile arkadaşı yükü indir bindir yapıyor, bu işten de cebe tırınk iki yüzlük. Yol parası bile olmadan hayalinin peşinde yola çıkan Kul’unun dönüş yolunda cebine beş yüz lira sokarak evine ulaştıran yaratıcının Sadık ile bize mesajı net.
Sen yola çık, ey kulum, yola çıkana yol açık. Yolu da açarım, cebine paranı da koyarım, evine de sağ salim geri getirip kasabana seni teslim ederim.
Form da özel bir not vardı:
‘’belirli bir tarihe kadar biz size haber vermez isek yeniden müracaat yapmanıza gerek yoktur ‘’
Belirlenen bu süreyi beklerken bu arada kasabada devam eden sıva işlerinde kalfalığa devam etmekte bulduğu iş fırsatlarını değerlendirmek suretiyle üç beş kuruşta olsa eve para getirmekteydi. Sürenin bitmesine bir hafta kala işten çıktığı her gün postacıya gitmekte ve kendisine bir mektup gelip gelmediğini kontrol etmekteydi. Her kontrole gittiğinde de postacıyı sıkı sıkı tembihlemekte ve durumun önemini postacıya anlatmakta idi. Genel manada işini düzensiz yapan sallabaşı al maaşı zihniyetinde ki postacı ise ‘’tamam yeğenim sen merak etme sana bir mektup geldiğinde ben sana hemen ulaştırırım deyip’’ başından savmakta idi. Böyle böyle belirlenen süre dolmakta ve bir haber gelmemekteydi. Beklediği son Cuma da haber gelmeyince neredeyse kendine de küsmüş ve o gün çalışmamıştı. Ertesi gün imece usulü kendi otlarını biçerlerken öğlene doğru dayısı bir mektup getirerek postacı sana gönderdi deyince, durumu anlamış eline kaptığı bıçakla postacıyı kana bulamaya giderken arkadaşları ve dayısı müdahale ederek sakinleştirmişlerdi. Sadık’ın mektubunu son gününe kadar tutan ve eline ulaştırmayan postacı hayalini gerçekleştirmesine o an için engel olmuştu. Mektupta pazartesi sabah saat 7:30 ‘da Balıkesir ordu donatım okulunda olunması gerektiği yazıyordu.
Konya nere, Balıkesir nere, nasıl gidilecek o yol…
Dayısı, o esne da kasabalarında bulunan, yurtdışında çalışıp ta tatile gelmiş bir ahbaplarının düğün için kasabanın bağlı olduğu ilçeye gideceklerini söylemiş ve söylerken de git bir görüş senide götürürler belki demişti.
Almancı diye tabir ettiğimiz şahıs arabanın çok kalabalık olduğunu söylese de durumun önemini anlayınca kabul etmiş ilçeye kadar götürebileceğini söylemişti. Üstünü değiştirmek ve biraz da olsa annesinden para alabilmek için müsaade istemiş, eve gelmişti. Annesine durumu anlattıktan sonra duş bile yapamadan üstünü değiştirmiş, 13 bin annesinden, 5 bin de halasından alınan borçla kasabadan ilçeye doğru yola çıkmıştı. Elde yok avuçta yok, evde olan ve komşu halada bulunan son paraya kadar alınmış Sadık’a verilmişti. Daha sonrasında alınan bu borç para bir adet küçükbaş satılarak anca ödenecekti. Bunu özellikle belirtiyorum ki günümüzle kıyaslana bilsin ve ne kadar az bir para ile yola çıkıldığı anlaşılsın.
O zaman imkân yok, şimdiki gibi her kapıda bir araç yok, her saat başı toplumsal ulaşım aracı yok, kasabadaki tek vasıta sabah saat 7:00 de ilçeye hareket etmekte ve akşam saat 16:00 da tekrar ilçeden kasabaya gelmekte. Almancı dediğimiz ahbap olmasa kasabadan ilçeye ulaşma imkânı yok.
Yolda sohbet ederek kasabadan ilçeye doğru giderlerken, Almancı ahbap Balıkesir’e direk araba olmayacağını önce İzmir’e sonra da oradan Balıkesir’e gidebileceğini söylüyor. Gideceği yer olan düğün salonuna gitmeden Sadık’ı otogara bırakmak isteyen Almancı ahbap, tam anlamıyla son anda, son Balıkesir Arabasına, belki de tek araç, hareket ederken aracı durdurup Sadık’ı araca bindiriyor. Muavinle sohbet ede ede İzmir otogarına girerken, yine son anda Balıkesir’e giden son arabaya yetişerek biniyor.
Her şey tamda planlanmış gibi son anda, son ulaşım aracı…
Balıkesir arabasında biraz uyuyup dinlenerek sabah saat 6:00 sularında Balıkesir’e iniyor. Elbiseyi değiştirmiş olmasına rağmen duş bile yapamamıştı, saçta başta saman parçaları. Kendi kendine böyle gitmeyim deyip bir berbere girerek saçlarını ve yeni yeni çıkan sakallarını kestiriyor. Bıyıklarına kıyamadığından hilal biçiminde bıraktırıyor ve berberde işini bitirip, sora sora, ordu donatım okuluna yürüyerek ulaşmaya çalışıyor. Yürürken aynada kendine bakıyor bıyıklar süper ama darbe zamanları kendi kendine ya diyor beni sınav yapacak askerler komünist ise işte o zaman bu kadar yolculuk boşa gidecek, bir jilet aldığı ile önüne gelen ilk wc de su ile hart hart sabunsuz kendi tabiri ile canım hilal bıyıklarına kıyıyor. Kafada başka sorun kalmayınca yola devam ediyor yine sora sora, sorduklarından birilerinin de kendisi ile aynı yere gitmekte olduklarını anlayınca onlarla birlikte gideceği yere varıp beklemeye başlıyor. Kolay mı gariban bir Anadolu delikanlısı için o kadar yol, o kadar emek. Bir şekilde önüne çıkan her engel aşılıp şuan oturmakta olduğu sınav koltuğunda beklemekte olduğunu anlıyor. Sınava üçer üçer alınıyor, kendisi de dördüncü üçerli grupta, sıra kendisine gelmeden bakıp gözlemliyor, seçilenler sağ tarafa ayrılırken seçilmeyenler ise bin bir hakaret küfür ile bulundukları salondan kovuluyorlar. Tam da sıra kendi gruplarına geldiğinde önünde ki iki kişi de hakaret küfür salondan atılınca, bir korku panik sarıyor içini, şimdi hapı yuttuk benden öncekiler sinirlendirdi adamı şimdi beni de kovacak düşüncesi ile heyetin karşısına çıkıyor.
Heyet başı : ‘’ oku len diyor’’
‘’neyi okuyum efendim söylerseniz okuyayım’’ diyor çekingen bir sesle.
‘’Senden öncekilere sorarken duymadın mı’’ deyince,
‘’Duymadım’’ diyor.
‘’İstiklal Marşının On kıtasını ezbere oku evladım’’ diyor heyet başı.
Allah bu ya tamda çalıştığı yerden geliyor soru. Milliyetçi Anadolu delikanlısı hilal bıyıkları yolda kesmiş, bilmez mi hiç İstiklal marşını…
Lise de ki edebiyat öğretmeni zaten tam bir vatan aşığı, İstiklal Marşını Ezbere ve vurgulu okuyanı geçiren öğretmenden takdirle geçmiş Sadık. Başlıyor vurgulu ve hisli okumaya tamda ikinci kıtası biterken heyet başı durdurup daha önceden seçtiklerini de çağırıp bir halka oluşturarak devam ettiriyor. İstiklal marşı bitince alkış, kıyamet. Tamam diyorlar seçtiklerimiz spor sınavına girecek, olması gereken yazılı sınavı da heyet iptal etmiş, direk spor sınavı. Bal dök yala tadından yenmez bir durum en çok korktuğu iki sınavı geçmiş yalandan koşudan ne çıkacak.
Spor sınavının yapılacağı yere geldiklerinde herkes yanında getirdiği eşofman ve spor ayakkabısını giyip hazırlanırken Sadık ayağında ökçesine bastığı sivri burun adana ile bir köşede bekliyor. Aceleden eline ulaşan kâğıdı tam okuyamadığından spor elbiseleri getirmesi gerektiğini bilmiyor. Gerçi okusa ne çıkar nasıl alacak eşofman ve spor ayakkabısını.
Biraz önce sınav yapan heyet başı durumu anlayınca içeride olanlardan verin buda giyinsin hazırlansın diyor. Orada belli ki önceden sınava gelenlerin bıraktıklarından bir eşofman ve bir spor ayakkabı bulup veriyorlar. Eşofman idare etse de ayakkabı 46 numara. Olsun diyor ne çıkar yalınayak koşmaya razı gelmiş o alana. Ayakkabıyı giyiyor heyet başı diyor ki başka ayakkabı yok mu o ayakkabıya ondan bir tane daha sığar, diyor. Sadık’ın ayak 40 numara. Olmadığını söylediklerin de Sadık’a iyice altından da bağla diyor. Deneni yapıyor ve kendi tabiriyle foşuduk, foşuduk bir kilometrelik koşu alanında en yakın rakibine yüz metre fark atarak birinci oluyor. Niye bu kadar hızlı koştun çatlayacaksın diyorlar gülerek, o da ne ki, ben bu formu almak için 20 kilometre koştum diyemiyor. Çünkü askeri disiplin sınav için bile olsa nizamiye girişinde gelenlere kendisini hat safhada hissettiriyor. Askerliğini yapan herkes bilir bu mevzuyu.
Spor sınavından sonra iş hastane raporuna geliyor, şimdilerde bu rapor sınava girmeden alınsa da o zamanlarda sınavı kazandıktan sonra alınıyormuş. Üç alternatif 20 gün süre var. Ankara, İstanbul ve İzmir askeri hastaneleri. Sınav oldukları yerden çıkmadan uyarıyorlar önce rapor işinizi halledin, sonra memleketinize gidin ya değilse rapor işi uzun sürer yetiştiremezsiniz diye. İyi ki de uyarmışlar.
Sadıkta şöyle bir düşündükten sonra, Ankara da ki hastane gitmeye karar veriyor. Olurda parası biterse veya başına bir iş gelirse kendisine akrabaları daha kolay ulaşsınlar.
Balıkesir’den Ankara’ya bir şekil de ulaştıktan sonra önce bir konaklama yeri arıyor, sora sora otellerin yerini bulsa da tarif edilen ucuz otellerin ve pansiyonların olduğu bölgeyi bulamayarak denk geldiği otellere gecelik konaklama fiyatını soruyor. En ucuz söylenen rakam 1500 lira gecelik, cebinde ki para ile anca beş gün otelde kalabilir. Böyle böyle akşama kadar gezerken Tandoğan’da, Kasabalarının bağlı olduğu ilçe de lise okuduğu sıralarda yukarıda sözünü ettiğimiz, edebiyat öğretmeni denk geliyor. Nasıl mutlu oldum anlatamam diyor anlatırken Sadık. Hiç bilmediğim bir memlekette bildiğim bir yüz, gayrı ölsem de gam yemem. Kısa bir hoş beşten sonra öğretmeni önce Ankara’da gezdiriyor ve sonrasında da ucuz konaklama yerlerinden birine bırakıyor. Bu konaklama yerinde gecelik ücret 225 lira. Oh diyor tamam burada da işimiz rast gitti.
Sabah uyanır uyanmaz yola çıkmak için otel görevlisine adres soruyor ve yine koşarak Askeri hastaneye ulaşıyor. Ama ne mümkün hemen işleri halletmek, kuyruktaki insanların sayısı neredeyse yüze yakın. İlk gün bir muayene ve rapor, ikinci gün yine bir muayene ve rapor. Böyle böyle Cumaya kadar anca işin yarı kısmı hal oluyor.
Cuma günü kaldığı oda iki kişilik olunca yanına bir adam geliyor odayı paylaşmak için. Sohbet sohbeti açarken adam sıvacı olduğunu ama işsizlikten şu ara tamirat yaptığını ve kalorifer borularının geçmesi için açılan delikleri kapatarak sıvadığını söylüyor. Sadıkta daha önceden kasabalarında o işi kalfalık düzeyinde yaptığını ve hafta sonu kendi sinide yanında işe götürüp götüremeyeceğini soruyor. Adam kabul edip kendisinin kapatıp sıvadığı delik başına 40 lira aldığını ve Sadık’a 10 lira verebileceğini söylüyor.
Akşamdan anlaşan usta ve kalfası ertesi gün mükemmel bir çaba ile 120 delik tamiratı gerçekleştiriyorlar. Usta normalde kendi başına otuz kırk delik tamiratı yaparken, sadık yardım edince bu iş üç katına çıkıyor. Sadık’a ise hiç hesapta yokken 1200 lira para kazanma fırsatı da doğmuş oluyor. Hafta sonu iki günlük zaten anladığı ve kasabalarında yaptığı işi yaparak cebine 2500 lira gibi bir para giriyor. Kasaba da günlük sıvacı kalfası yevmiyesinin de 200 lira olduğunu burada belirtelim.
Çalışana veya çalışmak isteyene işte var para da…
İki günlük hafta sonu arasından sonra askerliğe uygunluk raporu alma işine devam ediyor. Ama her iş bittikten sonra heyet karşısına çıkıp raporu imzalatması gerekiyor, gün Cuma olmasına rağmen yetişmeyince pazartesi heyet karşısına çıkmak için yeniden boş durmuyor ve ustasına kalfalık yapmak suretiyle çalışıyor. Biraz daha cebinde eksilen parasını yerine koyduktan sonra, ustası ile pastane de kahvaltı yapıyor. Tabi hesaplar ustadan. Cebinde bulunan paranın azlığından, hastanede ki işleri için, vasıtaya binmek yerine 15 gün yürüyerek gidip geldiğini düşünürsek, pastane de yemeği nasıl yesin Anadolu’nun gariban köy delikanlısı. Heyet karşısına çıkıp rapor işini tamamlayınca ailesine verilmek üzere kasabada bulunan eniştesine bir telgraf çekip durumu anlattıktan sonra eve gelmek için yola çıkacağını bildiriyor.
Neredeyse 15 gündür oğlundan haber alamayan anne, müjdecilere kümesten iki horoz hediye ediyor. Oğlu geliyormuş müjdeciler canını istese verecek, iki horozun lafı mı olur.
Dua et anneanne o müjdeci ben olsa idim senin iki horozla hallettiğin iş sana en az iki keçiye mal olurdu .
Eve gelip ev halkı ile hasret giderdikten ve üstünü başını değiştirdikten sonra eğitim alacağı Balık esir ordu donatım okuluna teslim olup eğitimini tamamlıyor. Üst baş önemli, çünkü neredeyse her gün aynı elbiseyi giydi, hastaneye de, çalıştığı sıva işi nede…
Her gün yıkadı, temiz, temiz giydi ama elbisesini değiştirebilecek yedek elbisesi yoktu.
Her renk elbisesine göre ayakkabısı olan ben için bu durum epeyce zor olurdu sanırım. Ama bu zorluklarda Sadık’ı sadık yaptı…
Eğitimini tamamladıktan sonra, ilk maaşını ve yol harcırahı olan 44 bin lirayı alınca gözleri açılıyor bir anda. Belki de o zamana kadar öyle bir para sahibi hiç olmadı, kasabada sıvacı olarak kalsa öyle bir maaşa sahip olabilir miydi, sanmıyorum. Kasabaya geldikten sonra annesine borcunu ödünç aldığı 18 bin lirayı, annesi almak istemese de ödedi. Bacılarına ise karınca, kararınca hediyeler aldı. Ve ilk görev yeri olan Erzurum şehrine giderek peygamber ocağı olan askerlik mesleğini daha sonralarda da değişik illerde hakkını vererek tamamladı ve emekli oldu.
Bu gün elli küsur yaşında emekli bir astsubay olan, sadık dayım biz gençlere şu tavsiyeyi veriyor. Çalışın, çalışın, çalışın. Allah bir çalışana on veriyor, bu söylemimin en basit delili benim hayatım.
Ben de küçük yaşta beden işlerinde epeyce yıprandığım için olsa gerek, pek onun anlattığı sınıfa girmesem de, arkamdan ‘’herkesin yapacağı bir iş vardır, Tankutalp’e de seveceği bir iş verin’’ diyormuş. Şimdiler de, her işten kaçan beni seveceğim bir iş arama çalışmalarına düşürdü annemi.
Eyvallah dayım, buluruz köyde yapacak bir işte biz.
Gülden dikene bir yolculuk için anlattığımız bu hikâye de. Ana tema çok basit.
‘’sen yola çık, yol’a çıkana yol açık’’
Gazeteci yazar
Tankutalp ALTUNSOY
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.