- 501 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
632 – NANKÖR
Onur BİLGE
Nankör,
Antalya herkes için bir nimetti. Fakir kentiydi. Bu ilde ne yapılsa para eder, ne satılsa kâr getirirdi. Fakat her şeyde olduğu gibi bunun için de yapılacak olan işi iyi bilmek gerekirdi. At binenin, kılıç kuşananındır!
Toprak humusluydu. Verimliydi. Kan atsan, can damlardı ovaya. Bire bin verirdi. Ancak her şey üretmek demek değildi. İşin bir de pazarlama safhası vardı. Tohumu atınca iş toprağa kalırdı. Sulayacaksın, çapalayacaksın, hepsi o kadardı ama nasıl pazarlayacaksın? Püf noktası oradaydı!
İki yıl domates ekerdi yöre halkı, ilk yıl kâr ederse, ikinci yıl zarar ederdi. O zamanlarda yıldız domates ekilmeye başlanmıştı. O sene güzel mahsul alındı. Ertesi sene domatesler elde kaldı, denize döküldü. Bir de kamyonlara nakliye parası ödendi.
“Ferruh adında bir çocukluk arkadaşım vardı. Gömlekçi Ağabeyimizin Efkâr Fırını’nın yanına küçük bir dükkân açmıştı. Nasıl çalıştırılır, nasıl kâr elde edilir hiç bilmezdi. Adnan’ın da annesi becerikli bir kadındı. Zeytin, turşu, salça, kırmızıbiber, tarhana, makarna falan yapardı. Adnan anlaşıyor onunla. Evde ne kadar satışa hazır mal varsa dükkâna götürüyor.
İlk işi dükkândaki bütün malların fiyatlarını arttırmak oluyor. Etiketlerdeki rakamları neredeyse iki misline çıkarıyor. Ferruh telaşlanıyor. İtiraz ediyor: “Ne yapıyorsun sen! Adımı pahacıya çıkaracaksın! Müşterilerimi kaçıracaksın!” diye ama söz geçiremiyor! Adnan’da gereken her şey var. Açıkgözlük, cesaret, bilgi, görgü görenek, temizlik, gençlik… Üstelik ağzı iyi laf yapar. İçki onda, muhabbet onda… Antalya’nın neredeyse tamamı tanıdığı… Tanımadığıyla da üç saniyede içli dışlı olur! Gördüğüyle görümce, buluştuğuyla elti… Yoldan geçene laf atar, sohbete davet eder. Gelsin çaylar kahveler… Bağlama oyun havası… Bağlar müşteriyi. Kısa sürede sermayeyi iki misline çıkarır.” dedi Kaptan. Başlamıştı anılarını, Antalya’nın acınası halini anlatmaya. Benim de canım burnumun ucundaydı zaten. Bir dokun, bin ah işit, kâse-i Fağfur’dan!
“Malı yığıp öyle beklemeyle, dükkân köşesinde pineklemeyle olacak iş değil esnaflık. Esnaflık, düğme almaya gelene elbise satabilme işi… Malın kovuşturulması lazım… Bakma ben başarılı olamadım ama beni batıran gereksiz ve bol keseden harcamalarım oldu. Az para yedirmedim sağa sola. Biliyorsun işte. Müsrif, sorumsuz, düşüncesiz ve gösteriş budalası bir karım vardı. Pazardan dükkâna gelir, etrafı şöyle bir kolaçan eder, eve faytonla giderdi. Gören esnaf karısı demezdi! Sanki vali hanımıydı! Son darbeyi de o Nankör vurdu!.. Namerde muhtaç etti beni!”
“Aklı olan, bu memlekette aç kalmaz! Antalya Ovası Türkiye’yi doyurur! Herkese yeter de artar bile buranın mahsulü ama tarımda da hayvancılıkta da asra ayak uydurmayı başaramadık. Şehirleşmede de olanlar malum! Kooperatifleşme yeni başladı. Sebzecilikte yıldız domates ekimine geçilmişti. Adil Bölük vardı, ziraatçı… Onun yardımıyla elli dönümlük, yüz dönümlük tarlalara, bir uçtan bir uca seralara yıldız domates ekildi. Her bir sera beşer dönümlük… Gece gündüz arı gibi çalışıldı. O sene kâr edildi, ertesi sene zarar… Kâr getirdi diye daha çok ekildi. Tarım reformu yok, ihracat yok… Mahsul çoğalınca fiyat düştü. Malum, arz talep meselesi… Ne kadar üretirsen üret, talep olmayınca neye yarar! Çoğu çöpe gitti. Tarlalarda kaldı ya da denize döküldü.”
“Plansız programsız işler sebebiyle israf diz boyu!.. “Yiyin, için, israf etmeyin!” deniyor ama nerde?”
“Bırak israfı, şükür de yok!.. Kan atsan can biter bu ovada! Güneşi, suyu, her şeyi var. Hem de bol miktarda ama nimetlerin farkında olan yok! Nimetin değeri anlaşılmıyor. Kimse bakmak, görmek, idrak etmek ve neticede şükretmek lüzumu hissetmiyor. Onun için bet bereket kalmadı. “Şükrederseniz, nimetlerimi arttırırım!” deniyor. Kimse umursamıyor!”
“Ben de Antalya^ya ilk geldiğim zamanlarda Yukarı Pazar’da yedek parçacılık yapan bir gençle tanışmıştım. O da yeni dükkân açmış, sıkıntı içindeydi. Ne yapacağını bilmiyordu. Bucaklıydı, Antalya’da çevresi yoktu. Yeni tanıştığı birkaç kişiden başka kimseyi tanımıyordu. “Dükkân açtım da ne oldu! Hevesin kursağımda kaldı! Kaç kişide araba var ki sanki! Ne kadar araba var da ne satacağım! Gelen yok, giden yok! Akşama kadar sinek avlıyorum!” diyordu. Dükkânında doğru dürüst mal yoktu. Aldığı birkaç parça metayı çıkarıp raflara dizmişti. Dedim ki: “Bu boş kutuları atma. Raflar dolu görünsün. Açıp içine mi bakacaklar!” Boş kalan yerlere kutuları koydurdum. Kutuların ikisi doluysa beşi boştu. Anadol’dan sonra Murat 124 çıktı. Mahsulü kaldıran, altına bir araba çekti. Zamanla dükkân doldu.”
“Bizim erkeklerimiz işlerini bilirler. Sebzeyi karılarına ektirir, baktırır, çoluğu çocuğu ırgat gibi çalıştırır, tarlada tapanda, mahsulü kaldırdılar mı soluğu meyhanede, kumarhanede alırlar! Neler gözdü bu gözler! Neler duydu bu kulaklar!.. Gece yarısı evlerine adamlarla giden, karılarının kollarındaki iki bileziği zorla alıp onlara veren kumarbazlar… Kadıncağızın kolundan sıyırıp alırken derisini yüzdürmüş bileziklerin kenarlarına! Elleri kan içinde! Kime ne desin garip! Onca emek çekmiş, ekmiş dikmiş, mahsul almış. Satılınca iki bilezik yapmış koluna, iyi günde süs için, kara günde bozdurup bir deri tuzlaması için… Gel gelelim, cehalet!.. Hay’dan gelmiş, Hu’ya gitmiş!..”
“Selden gelmiş, suya gitmiş… Olmadı! Anlam oturmadı! Emek emek gelmiş, suya gitmiş…”
“Hay olan, hayat veren manasındadır. Allah’ın Hay sıfatının tecellisidir, kupkuru topraktan o körpecik mahsulleri çıkarmak, hayatın devamı için taştan su fışkırtmak... Hu da Allah’ın başka bir sıfatıdır. Hüve kelimesinin kısaltılmış halidir. Onda da kastedilen Allah’tır! Benim naklettiğim sözde yanlışlık oldu. Hu’ya gitmedi. Hu’ya gitmiş olsaydı, sadakaya, zekâta, hayra sarf edilmiş olması lazımdı. Halbuki kumara gitti! Hiç düşünmüyor bu kumarbazlar işin sonunu! Kumarhanelerde kazanmak olur mu!.. O zaman onlar nasıl kâr edecekler!”
“Bileziklerden sonra sıra neye gelecek? Kumar, Allah’ın emaneti olarak alıp nikâhladıkları hanımlarını da götürecek! Neymiş bu itiyat!.. Bunun için yasaklanmış işte içki ve kumar gibi bu fena alışkanlıklar! İyi ki içkiyi bıraktırdın bana! Allah senden yerden göğe kadar razı olsun ağabey!
Kumar alışkanlığım yoktu zaten. Yok zamanlarımda içki bulabilmek için ne yollara başvuruyordum! Tavla falan oynuyordum, bir kadeh rakısına! Kazanacağım diye ter döküyordum, dört bir yanımdan! Kalkıp kalkıp oturuyordum heyecanımdan! Öte yandan da korkuyordum! Kaybedersem, bir küçük rakı alacak kadar bile param yoktu. Zaten onun için koşuyordum ya bir kadeh rakının peşinden!
Tüm dikkatimi toplayarak, her ihtimali hesaplayarak, her oynayacağım pulun başıma ne getireceğini ince ince düşünerek oynuyordum. Her halükârda kazanmak mecburiyetindeydim!.. Üstelik rakibimi eğlendirebilmeliydim. Ne kadar çok eğlendirebilirsem, bir sonraki oyun için o kadar çok hevesli olacaktı. Ya benimle oynamaktan zevk almasaydı? Onun için yapmadığım şaklabanlık kalmazdı!
Şayet tavlaya döktüğüm emeği ticarete dökseydim, içki yerine parayı hedefleseydim, şimdi ben de elin biri olurdum. Ah! Aptal kafam!.. Hiç akıllanmadım ben! Analığım: “Sen adam olmazsın!” derdi. Dediği gibi de oldu. Sakalım bıyığım oldu ama adam olamadım!”
“O kadar yüklenme kendine, arkadaşım! Zararın neresinden dönülse kârdır! Tövbe ettin ya! Tövbende de durdun! Daha ne!”
“Senin sayende… Anan atan nur içinde yatsın!..”
“Adını bile anma o zıkkımın! Zıkkım deriz biz. Zakkum… Cehennem yiyeceği… Acı!.. Zehir!.. Allah muhafaza etsin cümlemizi! Biz nerde hata ediyoruz, biliyor musun Necmettin?”
“Nerden bileyim ağabey! Bilseydim başıma o haller gelir miydi! Yolumu sen buldurttun!”
“Kuyudaki kurbağalar, gökyüzünün kuyunun ağzı kadar olduğunu zannederler. Hiç dışarıya çıkmamışlar ki! Dışarıdan ne kadar göründüğünü bilmezler. Balık da suyun kıymetini bilmez. Kaplumbağa da kabuğunun değerini… Hiç kaybetmemiş ki! Belki de sıkılır içerde. Daralır. Taşımaktan yorulur da yakınır durur. Halbuki onun için ne kadar zaruridir!
İnsan da saymakla tükenmeyecek kadar çok nimete gark olmuş vaziyettedir ama bunu hiç görmez! Zindana atılmadan güneşin, çöle düşmeden suyun, nefessiz kalmadan havanın değerini bilmez. İki dakika nefessiz kalamadığı halde nefes alıp verdiğini bile hissetmez. Ne karbondioksit fazladır, boğacak kadar, ne de oksijen, ciğerini yakacak kadar… O kadar kararındadır ki her şey, en zaruri ihtiyacı olan nimeti dilediğince ve karşılıksız olarak kullanırken varlığını bile hissetmez. Nefes alıp verirken hiç yorulmaz! Günde binlerce nefes alır verir de “Öf!” demez. Onca nefes alır da birini verirken: “Çok şükür!” diye nimeti bahşedene teşekkür etmez.
Şeriat, herkesin yapması ve yapmaması gereken emirlerden, uyulması gereken kurallardan ibarettir. Tarikat gönül işidir. Baştan sona aşktır! Sarhoşluktur! Hoşluktur! Hakikât ise sunulan nimetleri görmek, yaratılış ve sunuluş sebebini anlamak, Yaratan’ı bulmak, O’na ulaşmak demektir. Şeriatte, sen ve ben vardır. Tarikatta, biz… Hakikâtte O vardır, olanca ihtişamıyla!”
“Anlayamadım. Ah!.. Aptal kafam!.. Kafa yok ki bende! Nato kafa, nato mermer!”
“Anlarsın Necmettin! Anlarsın! Sen “Allah!..” demeye devam et! O sana Zat’ını anlatır. O’nu idrak etmek, idrak edemediğini idrak etmektir!”
Yine ters yüz etti beni, yastık kılıfı gibi… Yine amuda kaldırdı, tepe takla bıraktı!
Sen de aynı şeyi yapmıştın bana Nankör kız!.. Nan, ekmek demektir. Körün ne olduğunu bilirsin. Ekmeğe kör bakan anlamındadır nankörlük. Nimeti küfranlıktır! Küfran-ı Nimet, nimeti kullanırken nimeti bahşedeni unutmaktır.
“Alo!” dediğinde emrine âmadeydim. Kolayca ulaşabiliyordun bana. Şimdi ara bakalım, bulabilecek misin! Parmağının ucuyla ittiğini, gün gelecek, iki elinle tutamayacaksın! İşte o zaman kıymetimi daha iyi anlayacaksın!
O otun peşinde koşmaya devam et! At ne bilsin üzerindeki zengin koşumların değerini! O ancak arpadan, ottan anlar.
Oysa ne bulunmaz, ne doyulmaz zamanlardı, o zamanlar!
Nimet”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 632
YORUMLAR
Yine ceplerimi doldurdum. Yüzümde tebessümlerle kâr etmişbir çocuk geziniyor. Eminim.
Hay Allah Hu Allah. Diyerek Yanlış yorumlanan bir çok ata sözümüzden imana taalluk eden bu sözün asıl anlamını deşifre eden satırlar ve sonra Nimete biganeliğimizin açık edilerek sunulması, tadına doyumsuz vaaz gibiydi yazınız. Nan +kör. ile soslanıp sunulmuş enfes bir yazı.
Allah razı olsun. :)
yeğinadnan tarafından 28.11.2020 12:31:27 zamanında düzenlenmiştir.