- 608 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
631 – GENÇLİK
Onur BİLGE
“Gençlik,
Gençlik demek sen demektin benim için. Benim için çok ama çok gerilerde kalmış bir zamandı. Seninse tenine sinmişti, avuçlarının içindeydi. Bilmem değerini biliyor muydun. Benim kaçmaca kovalamaca yaşadığım, rüzgâr gibi geçen en güzel çağımdı, doyamadığım!
Kaptan eskilerden bahsediyor, gençlik yıllarını anlatıyordu. Deniz aşkından, kaptan olmaya nasıl karar verdiğinden, açık denizlerden, limanlardaki maceralarından bahsediyordu. Yine her zamanki gibi ağzı açık dinliyordum. Zaman zaman o oluyordum. Yanımda sen oluyordun oralarda. Dünyayı dolaşıyorduk. Hayallerime de yasak koyulamaz ya!
Belki çok konuştuğu, yorulduğu, belki beni de konuşturma nezaketi gereği olsa gerek sohbetini en heyecanlı yerinde kesti ve:
“Epey kafa ütüledim. Kafan şişti değil mi?” diye sordu.
“O nasıl söz, Kaptan! Estağfurullah! Zevkle dinliyorum Vallahi!” diyerek kaykıldığım yerden şöyle biraz toparlandım. O anlattıkça salmışım kendimi arkaya…
“Haydi bakalım, biraz da sen bahset, sizin oralardan! Nasıldı senin gençliğinde İstanbul’da hayat? Eskilerden ne var ne yok sende?”
“Gençliğimde İstanbul’da ne güzel günler geçirmiştim Ağabey! Başımda kavak yelleri esiyordu! Ekmek elden su gölden yaşayıp gidiyordum. O zamanlar analığım da babalığım da sağdı ve evin geçim derdinin tamamı omuzlarımda değildi. Ben de çok çalışıyor olsam da gençliğimi gerektiği şekilde yaşamaktan geri kalmadım. Boyum uzayıp, bedenim güçlendiğinde üstümdeki aile baskısı epeyce hafifledi. Arkadaşlarıma ayak uydurmaya başladım ben de.
Ahlaken övülen, güvenilir bir gençtim. Yakın çevrem tarafından seviliyordum. Komşu kızlarını düğüne, bayrama, sinemaya, hatta denize götürüp getiriyor, ailelerine teslim ediyordum. Anneleri ne kadar memnun oluyorlardı. Bizim mahallemiz, tek bir ev gibiydi. Tek bir sülale gibiydi tüm mahalleli… Komşu kızına yan gözle bakılmazdı!”
“O zamanlar daha bir başkaydı canım! Hele benim gençliğimde… Aileler arasında korkunç bir bağ, insanlar arasında nezaket vardı. Biz gençler bisiklet sevdalısıydık. Öyle bir furya vardı o zamanlar. Mahalle aralarından bisikletle geçerken bile “Yaşlılar, hastalar rahatsız olur! Çocuklar uyuyordur!” diye yavaşlardık. Neredeyse bütün Antalya hısım akrabaydı zaten. Herkes birbirini iyi tanırdı. Kasabalara köylere kadar kız alınıp verilmiş. Kaşımızı kaldırıp mahalle kızına bakmazdık. Namus meselesi olurdu.”
“Kızların bazıları türbelere gitmek istiyorlardı, Kaptan Ağabey. Anneleri: “Eyüp Sultan’a gitmek istiyor bizim kız. İşin yoksa götürüversene Necmettin! Yalnız salmak istemiyorum da… Maazallah başına bir şey gelmesin!” diyordu. Her yere gitmek canıma minnetti de türbelere mürbelere gitmeyi hiç canım çekmiyor, ayaklarım geri geri gidiyordu. Telli Baba’lar, tüllü babalar… Merkez Efendiler, Herkez Efendiler… Nerden bilirlerdi, nerden duyarlardı! Hangi evliya hangi konuda mahir, bilirlerdi. “Şu evliyaya şunun için, bu evliyaya bunun için gidilir!” diyorlardı. Babalığım Cuma Namazına gidiyordu, ben kızlarla evliyaları ziyarete… El mecbur! Küçük hanımlar öyle istiyorlardı.”
“Sonradan sonraya bizim buralar da değişti. Eğlence yerleri açılmaya başladı. Gençler oralarda sabahlara kadar tepiniyorlar, içiyorlar, güya eğleniyorlardı. Eğlenmenin de bir adabı vardı canım! Bunlarınki bambaşka bir şeydi. Böyle şeyler Adalya’da yeniydi.”
“İstanbul, bildiğin gibi eğlence merkeziydi Ağabey. Ancak ben fakir çocuğuydum. Oralara para yetirecek durumda değildim. Biz gazinolara bile giremezdik. Nerde? Safiye Ayla’yı, Müzeyyen Senar’ı falan ta nerelerden dinlerdik! Gecelerimizde öyle büyük büyük âlemler yoktu. İşte arkadaş arasında, üç beş kişi, kenarda kıyıda, karınca kaderince… Bira bulabilirsek ne âlâ! Bayram ederdik! Biz kanaatkâr gençlerdik.”
“Antalya’da ilk diskotek, Kadınyarı’nın yanındaki sokakta, Naci Arın Apartmanının en üst katında açıldı. Kulüp Fuaye miydi neydi adı! Geçinmeye muradım olmadığından unutmuş olabilirim. Oraya özellikle gençler gider, sabahlara kadar eğlenirlerdi. Arıkovanı gibi işlerdi. Türkiye’ye diskoteği ilk getiren Adnan Aras’tır. O diskotek daha sonra, Konyaaltı Caddesi’ne taşındı. Adalyalı gençler barda bile, düğünlerden sonra oraya gelen aileler rahatsız olmasın diye arkaları dönük otururlarmış. Kadına kıza bakmak çok ayıptı. Biz Adalyalılar hep birbirimizdik zaten. Ya komşu ya akraba… Dışarıdan kimse yoktu.”
“Karınca ile ağustosböceği hesabı, kâh çalışmayla, kâh gırgır şamatayla geçti gençliğim. Laklaka, gırgır, lay lay lom… Gençlik epey uzun sürdü, iyi sefa sürdü bende. Oldukça geç evlendim. O zamanlar bilirsin, çok erken baş göz edilirdi kızlar da erkekler de… Bekletilmezdi. Gözleri açılmadan başları bağlanırdı.”
“Bizim burada da gariban çocukları gidemezdi öyle yerlere. Oralara uygun kıyafet falan nerde? Şöyle iyi bir yakayı paçayı düzmeden girilir mi zengin çocuklarının arasına! Ucunda maskara olmak da var! Antalya’nın en zenginlerinden olan Konuklar falan eğlence hayatına düşkündüler. Aydın Konukların evlerinin altında Kulüp Haybeci adında bir yerleri vardı. Şaraplar beleşmiş. İbrahim Konuk gitti mi eğlence başlarmış.
“İstanbul’da da öyle… Ünlü butikler açılmaya başladı. Erkekler de de kızlarda da bir giyim yarışı başladı! Moda falan bilmezdik eskiden biz. Bir pantolon bir ceket bulan bayram ederdi. İşte beni mahveden de o oldu! Asra uygun bir hayat tarzımız olmalıydı. Öyle deniyordu. Çalış babam çalış! Kazan babam kazan! Git beş on dakikada harca! Elde avuçta yine bir şey yok, yine bir şey yok! Yine de istediğimizi alamaz, giyemezdik. Vitrinlere bakar, burnumuzu çekerdik!”
“Adalya’da bize takım elbise diken, Tüccar Terzi Remzi Topbaş vardı. Mezurası boynunda, gözlükleri burnunun ucunda… Şu anda hayalimde, sararmış beyaz kaput örtülü masasının başında pantolon ütülerkenki hayali canlandı. Elinde kocaman, gülle gibi bir kömürlü ütü… Biz de kömür ütüsü kullanırdık. İçlerine, maltızlarda, mangallarda yakılan kömürler konurdu. Açık renkli kumaşlar nemli tülbentlerle, koyu renkli olanlar gazete kâğıtlarıyla ütülenirdi. Şık olacaktık ya ele güne karşı… Kepaze olmayacaktık! En zenginimiz bile yılda bir pantolon ancak diktirirdi. Düşün arkadaşım! Evlerimize bir dikiş makinesi almak bile meseleydi! Onun için önce sıraya girilir, epey bir beklenir, alınca da aylarca taksiti ödenirdi. Ne günlerdi!”
“Biz dokumacı bir aileydik. Karadeniz usulü kumaşlar dokurduk. Geçimimiz ondandı. Dokuduğumuz kumaşları Kapalıçarşı’daki mağazalara götürür, esnaf ne verirse satar gelirdik. Sonradan ona da rağbet azaldı. Fabrikalar arttı. İyice sıkıntıya düştük.”
“Bizim Adalya’da geçim kaynağımız topraktı. Tarlalardan bahçelerden kaldırılan mahsuller alıcı buldukça kazanırdı halkımız. Kadınlarımız salça, tarhana, kırmızıbiber, turşu, reçel falan yapar satarlardı. Reçellerimiz, öyle herkesin bildiği gibi değildi. Yöreye hastı.
Hele bir komşumuz vardı. Envaiçeşit reçel yapardı. Kocası da Halk Pazarına götürür, satardı. Oğullarının sesi çok güzeldi. Gençlik bu ya… “Ses sanatçısı olacağım ben! Meşhur olacağım!” diye tutturmuş. Zapt edememişler! “Gideceğim de gideceğim! Kendimi göstereceğim! Çok para kazanacağım!” diye kalkmış ayağa, hane halkını da kaldırmış!
Yokluk kıtlık zamanı… Elde yok avuçta yok! Herkes peynirini ekmeğine katık ediyor, öyle geçiniyor. Ucu ucuna zar zor getiriyor! Hele kan yetimler var ya, çok fakirler... Onlar dişlerinin kanını emiyorlar! Bizim oğlan bir de arkadaş ayarlamış yanına. O da kendisi gibi havai… Bu iki kafadar İstanbul’a gidecekler ama yanlarına alacakları nakit para yok! Annelerinin reçellerinden orada satıp para etmek için teneke teneke portakal, patlıcan, karpuz ve bergamut reçellerini almışlar yanlarına, çıkmışlar yola. İstanbul’a gitmişler.
Taksim’de ve Ankara Pazarı’nda kavanozlara doldurup doldurup satmışlar. Oralarda buraların reçellerini kim bilecek! Anlatmışlar, övmüşler, tattırmışlar, nihayet satıp bitirmişler ama canları da çıkmış yani! Kolay mı! Az uz değil, bir sürü teneke… Oradan buraya taşı… Kolay mı para kazanmak! Parasını da eğlence yerlerinde bir güzel yemişler. Gemide bile lüks mevkide gitmişler. Güvertesinde hiç tanımadıkları, bir daha da hiç karşılaşmayacakları insanlara hava ata ata karşılıklı Harman sigarası tüttürmüşler.
Paralar suyunu çekmiş. Antalya’ya geri dönecekler, metelik yok! Çarnaçar garajda hamallık yapmaya başlamışlar. “Taşıyalım abi!” diye diye yapışmışlar bavulların saplarına. “İstemem!” diyen de olmuş, canına minnet olan da… Sadaka kabilinden verdikleri paralarla birer bilet alıp, canlarını Adalya’ya dar atmışlar!”
Biter tükenir mi anılar, maziye dalınca… Gençlik o zaman oralardaydı. Ben buralardayım. Yaşlılık da başımda…
Senin adın Gençlik olsun bu mektupta. Benimki malum…
Yaşlılık”
***
Onur BİLGE,
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 631