- 528 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
625 – AYLA
Onur BİLGE
“Ayla,
İşte rabıta böyle bir şey olsa gerek! Bir anlık dalgınlık, düşünceyi dağıtıyor. Tekrar toplamak, odaklanmak da ayrı bir maharet işi… Ya yaşlılıktan ya da kansızlıktan, uzun süre hareketsiz oturunca ayaklarım uyuşuyor. “Kalkayım hem bir bardak su alıp içeyim. Bu vesileyle birkaç adım atmış olurum. Of!.. Ayaklarım nasıl da uyuşmuş!” diye söylenerek kalktım. Baktım bacaklarım yerlerinde yok! Odamın sokağa bakan tek penceresinin pervazına yapıştım kaldım. Ne kadar iğne varsa batmaya başladı ayaklarıma! Dayanılır gibi değil!.. Ayaklarımı iğneli beşikten kurtarıncaya, tekrar kazanıncaya kadar beklemeye başladım. O sırada sokakta oynayan o çocuğu gördüm. Yan komşum Selahattin’in oğlu Muhittin’i… Bisikletime atladığım gibi ta İstanbul’a, o masum çocukluğuma kadar gittim geldim!
Akıl almaz işleri var Allah’ın! Akıl ermez marifetleri var beynin! Gel de hayretler içinde kalma! Şarampol’ün tarihinden çocuk bisikletine, çocuk bisikletinden fakir bir ihtiyarın ümitsiz aşkına bir anda götürür getirir böyle insanı!
Kaptan’ın bahsettiği tay-i zaman tay-i mekân nasıl bir şey acaba? Bir anda dünyanın bir ucundan bir ucuna gidip gelmek… Pek inanılır gibi gelmiyor bana ama Aziz Mahmut Hüdai Hazretlerinden falan bahsediyor. İstanbul’daki türbesine ziyaret için giden çok olurdu. Analığım da giderdi. Onun hayat hikâyesini anlatıyor. Üftade Hazretleri ile neler yaşadıklarını… Onun bir sözünü yazdırmıştı bana. Onu da kaydetmeliyim:
“Aklı olan anlar bunu, bu dünya bir misafirhanedir. Sonsuz sefa yeri cennete gitmek için gayret etmeyen, akılsız bir divanedir.”
“Evraka! Evraka!.. Buldum! Buldum!.. Kaptan’ın bana sorduğu sorunun birinin cevabını buldum!.. Hani “Akıllı kimdir?” diye bir soru sormuştu ya… Onun cevabını yazdırmış bana çaktırmadan! Vay be! Ben de hiç ayıkmamışım ha! “Yaz, bak unutursun sonra!” diye yazdırtmıştı. Dedi, duydum, bir kulağımdan girdi bir kulağımdan çıktı. Yazdım, yine anlayamadım. Şimdi dank etti kalın kafama! Ah! Aptal kafam!..
Ona diyeceğim ki: “Akıllı, dünya için değil, ahiret için çalışandır!” “Aferin!” diyecek. Ben de ona: “Bu aferini saklayacağım, bayramda harcayacağım!” diyeceğim.
Çocuk gibi oyun oynatıyor bana. Radyodaki bisküvi reklâmlarındaki gibi… “Bir bilmecem var çocuklar!” “Haydi sor sor sor!” “Çayda, kahvaltıda yenir…” “Acaba nedir nedir?” “Bisküvi deyince akla…” “Tamam! Şimdi buldum! Akıl akıl akıl!”
Bir de Orhan Boran’ın Ankara Radyosu’nda sunduğu florürlü diş macununun reklâmını yaptığı bir eğlence programı vardı. Akşamın erken saatlerinde heyecanla çıkar, birkaç anekdot, fıkra falan anlatır, sonra da dinleyicilere sorular sorar, doğru olarak cevaplayanlara florürlüsünden bir sıkımlık diş macunu verirdi karşılığında. Ne günlerdi be!.. Pazar akşamları saat tam dokuzda da “Radyo Tiyatrosu” başlar, bir saat sonra bitiverir, tadı damağımızda kalırdı!
Nerde kalmıştım? Antalya’nın yerlilerinden olan Kaptan’ın şehrin ve şimdiki yaşamakta olduğum Giritli Mahallesinin eski hali hakkında anlattıklarından aldığım notlardan faydalanarak aklımda kalanları kaydediyordum.
Mahallenin girişinde, ulu çınarların altında kalmıştım. Karşılıklı sıra sıra dükkânlar, yaprak hışırtıları, gölgenin ve denizden esen yelin serinliği… Alnımda ter tanecikleri, gömleğim sırtıma yapışmış… Çöküp kalmışım İsmail’in Kahvehanesinin önündeki hasır iskemlenin üstüne… Öbür iskemleyi de ters çevirmişim, koymuşum ayaklarını, dayamışım kollarımı arkalığına… Soğuk bir İbrahim Sami Gazozu açtırmışım garsona… Taş plakta Safiye Ayla… Gel keyfim gel!..
“Mani oluyor hâlimi takrire hicabım
Üzme yetişir, üzme, firakınla harabım
Mahvoldu sükunum beni terk eyledi habım
Üzme yetişir, üzme, firakınla harabım”
Hiçbir zaman benim olamayan kırmızı bisikletimi, kalın kitaplar arasına konan kırmızı bir gelincik gibi yazdıklarımın arasına, çok güzel bir anı olarak koyayım, kurursa kurusun o da benim ve arzularım gibi. Ben yine kaldığım yerden Antalya’nın, özellikle de bu mahallenin anılarını yeşertmeye devam edeyim.
“Mahallenin girişinde, karşılıklı iki sıra dükkânlar, mağazalar, tamirhaneler vardı. Bu küçük çarşıda ne aransa bulunurdu. Özellikle hayvancılıkla uğraşanlar için bıçağından satırına, yeminden semerine kadar ne lazımsa mevcuttu. Unlar, bıçaklar, satırlar, yularlar, kaşağılar… Akla ne gelirse vardı. At ve eşek semeri yapanlar bile vardı. Hallaçlar, yorgancılar, nalburlar, aktarlar, manifaturacılar, ayakkabıcılar, zücaciyeciler, dondurmacılar… Yalnız kitapçı ve kırtasiyeci yoktu. Gazeteler şehre bir gün sonra gelirdi.
Kadınlar, dokuma ve örgü konusunda rakip tanımıyorlardı. O sebeple atkı çözgü ve örgü için iplikler, yünler, demir taraklar, tığlar, şişler gibi ihtiyaç duyabilecekleri ne varsa buradaki dükkânlardan rahatça bulabiliyorlardı. Dükkânlarda iğneden ipliğe her şey vardı. Ayrıca mahalle aralarında gezen, özellikle kadınlara yönelik bazı malları satan çerçiler ve bohçacılar vardı.
Bohçacı kadınların yapmadıkları yoktu! Allı yeşilli kumaşları, allı pullu çeyizlikleri gösterip: “A be alsana kızına! Almazsan kızına, dayanamazsın nazına!” diye diye, mallarını methede methede satın alma hırsını tahrik ederek amaçlarına ulaştıkları gibi hırsızlıktan çocuk çalıp satmaya, çöpçatanlıktan kız kaçırmaya kadar her türlü suçu işleyebiliyorlardı. Onlarla alakalı hikâyeler yılan hikâyelerine benzer. Anlatmakla bitmez. Başka zaman İnşallah!”
“İstanbul’da da neler neler yaptılar onlar! Bilirim bilirim, iyi bilirim onların maceralarını! Onlar her şehrin çok sakıncalı ve çok renkli simalarındandırlar.”
Selahattin Özakar’ın kızı Ayla, yalnız İstanbul’u değil, Türkiye’yi ayağa kaldırmıştı! Basına yansıyan, kitleleri harekete geçiren ilginç ve çok acı bir kayıp çocuk vakasıydı.
Gazetelerden, Ankara ve İstanbul Radyolarının haber bültenlerinden hemen hemen her gün, kayıp Ayla olayıyla alakalı haberler almış, gelişmeleri yakından takip etmiştik.
1961 in onuncu ayının dokuzunda Bahçelievler’deki evlerinden öğleden sonra dört sularında çıkmış, yaklaşık yüz metre kadar ilerideki bakkal dükkânına gitmiş. Annesinin verdiği on lirayla bisküvi almış. Dükkândan çıktıktan sonra kaybolmuş. Ne gören var ne duyan…
Kore gazisi olan babası polise başvurmuş. Gazetelere ilanlar vermiş. Feryadını duymayan kalmamış! Özel ekiplerce aranmış. Interpol dahi haberdar edilmiş. Yabancı basına da yansıtılmış ama bir netice alınamamış. Aile ihbar yağmuruna tutulmuş, ancak hepsi de asılsız çıkmış.
Ayla’nın babası onu, kanepede zıplayan haliyle hatırlıyormuş. Çaresizlikten falcılara, medyumlara, cin toplayanlara, ruh çağıranlara bile başvurmuş. Ta İngiltere’den birisi gelmiş, Ayla’nın paltosunu alıp oradaki bir medyuma götürmüş. Ondan da doğru bir bilgi gelmemiş. Türkiye’yi il il dolaşarak her yeri karış karış aramış. Gangsterlerle cebelleşmiş. O yolda bir servet harcamış. Bulana yirmi bin lira ödül vereceğini vaat etmiş. Küçük bir daire parası… Birçok uyduruk Ayla gösterilmiş ödülü alabilmek için. O yaşlarda, ona benzeyen çok kız gösterilmiş. Erkek çocuklar bile gösterenler olmuş.
Aileyi hiç tanımayan insanlar dahi galeyana gelerek ödüller koymuşlar. Birisi altı kamyonundan birini, müteahhidin biri daire, bir esnaf da buzdolabı vermeyi vaat etmiş.
Bulundukları mahalledeki inşaatlarda çalışanlardan birinin, kızın bileğindeki altın zinciri almak için ona bir kötülük yapabileceğinden kuşkulanılmış. Hiçbir ize rastlanmamış.
O zamanlar Türkiye siyasi bir çalkantı içindeydi. Bir yıl önceki ihtilal sonrasında, seçime hazırlanılıyordu. Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edilmişti. Ertesi gün 13.21 de de Adnan Menderes…
Bu olayların üstünden bir ay bile geçmemiş, herkes Ayla için yanmaya başlamıştı. Anneler evlatları için endişeleniyor, çocuklar sokağa salınmıyor, göz hapsinde tutuluyordu. Gazeteler ve radyolar hemen hemen her gün Ayla hakkında etraflıca haberler veriyorlardı. Ayla bulunsaydı Türkiye bayram yapacaktı!
Ayla hemen hemen her gece bembeyaz kefeniyle babasının rüyasına geliyor ve onun elini tutuyormuş. Kâbuslardan kurtulabilmek amacıyla babası kızı için sembolik bir mezar yaptırmış. Evlat acısını ve hasretini toprağa gömmeye çalışmış. Mümkün mü acaba!..
Esmer, gürbüz, kısa dalgalı siyah saçlı, yuvarlak yüzlü, çok tatlı, çok güzel bir kızdı Ayla. Gazetelerdeki siyah beyaz resimlerinden tanıyorum onu. Sağ olsaydı, o kadar aramayla mutlaka bulunurdu.
Öldürüldüyse ya da öldüyse, Allah rahmet eylesin! İnşallah acılı ailesi ona cennette kavuşur. Orada hep altı yaşında o sevimliliğiyle o güzelliğiyle ve masumiyetiyle kalır. Burada yarım kalan öykü orada tamamlanır.
Sen de benim Ayla’msın. Kaçırılan, yeri izi bilinmeyen… Ben de seni içime gömdüm. Mezarından başka bir şey değilim.
Bu dünyada senden ümidi kestim. Acaba yarım kalan şarkım orada tamamlanır mı?
Ya ben? Ya ben bu yarım aklımla cenneti kazanabilir miyim? Ah, benim aptal kafam! Gel git aklım!
Bu zamana kadar nerdeydim!..
Mezar”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 625
YORUMLAR
İhtimaldir ki en sevdiğim bölümü bu olurdu Bir kitap olarak okumuş olsaydım 1001 gece masallarını. konunun ele alınışından işlenişine kadar her şey harika bir akıcılıkla devam edip garip bir atmosferde tutuyor yazılanlar insanı. İlk defa bir şey okurken hiç bir şey düşünemedim.
harflerin altından Ayla çıkacak kadar içine aldı beni yazınız. Zaten Girişte maziye dönmeye hazırlamıştı yazı. Bitsin istememiş olmalıyım ki hala okuyasım var. :)
elinize sağlık.
Onur BİLGE
Kadıkuyulu AŞURE demiş. :) )))
yeğinadnan
Bundan sonrası cevap değil sizinle istişaredir.
Aslında siz daldan dala sıçradığınız'ı sanıyorsunuz. Biz ise Necmetdin'i dip köşe yaşıyoruz. Her gün biraz daha Necmettin oluyor bir yanımız. Bu gün ""Empati " dedikleri aslında muhabbet duygusu diriliyor içimizde. Geççi bu gün 40 yaş altıda Muhabbeti gevezelik sanıyor ya ! Eminim siz ne demek istediğimi anlamışsınızdır. Bu sebeple yazılar hedefe çok doğru ilerliyor.
Bir müddet sonra Necmetdin'e Kaptanın her söylediğini Okur kendine söylenmiş sayacaktır. Diye düşünüyorum.
Hayırlı akşamlar.:)
Aziz Mahmut Hüdai Sivrihisarlı üstat Hüdai, Bir sıkımlık diş macunu kazandınız çok meşhur bir laftı bir zamanlar, hala kullanan var. Bohçacı nedir bilen var mı? “A be alsana kızına! Almazsan kızına, dayanamazsın nazına!” Yakın tarih gün ay ve yıl olarak, Maşallah yazınız aşure gibi tatlı, polisiye roman gibi heyecanlı son noktasına kadar...
Onur BİLGE
Hikâye tarzımda giriş de paldırküldürdür. Ana fikir sonda ya da başta değil inadına TAM ortadadır. :)
İlginize teşekkürler... Sevgiler... :)