- 296 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
ŞEYH EFENDİNİN TAHSİSATI MI VARDI?
Hasan Rıza Soyak, TBMM’de katip olarak göreve başladığı 1922 yılından , Atatürk’ün 1938’deki ölümüne kadar hep onun yakınında bulunmuştur. Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Hasan Rıza’yı mutemet olarak Çankaya Köşkü’ne aldırmıştır.Hasan Rıza, 1927’de özel kalem müdürü, 1934’te de genel sekreter olmuş ve bu görevi Gazi ölene kadar sürmüştür.
Soyak Atatürk’ün en güvendiği insanlardan biriydi. Bu yüzden o büyük adamın birçok yalnızlık anını paylaşmış, Atatürk’ün sevinçlerini, mutluluklarını, sıkıntılarını, hüzünlerini, heyecanlarını daha yakından ve daha ayrıntılı olarak gözlemleyebilmiştir. Ayrıca Atatürk bu duygularının bir çoğunu kah uzun bir iç boşaltma, kah tek bir anlamlı cümle, bazen de uzunlu kısalı diyaloglar biçiminde Soyakla paylaşmıştır.
Soyak’ın ilk kez Cumhuriyetin 50. yılının kutlandığı günlerde yayımlanan ’’Âtatürk’ten Hatıralar’’ adlı anıları, yeniden basıldı. 772 sayfa tutan bu kitap, son derece kolay okunan rahat bir üslupla yazılmış. Atatürk ile ilgili çeşitli anı kitapları okumuş herkesin yeni şeyler bulacağı bu kitapta beni çok etkileyen bir kaç sayfayı sizinle paylaşmak istiyorum.
Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ün çevresindekiler her fırsatta , kendisini ve başında bulunduğu yönetimi eleştirmeye teşvik ettiğini belirtiyor. Bir yurt gezisinde düzenlenen bir aydınlar toplantısında da, hazır bulunanlara yaptıklarının hangisini beğenmediğini sorarak .’’Sizden ciddi ve samimi tenkit bekliyorum’’ demiş. Herkes tereddüt içinde susarken, Asım Kültür isminde bir genç ortaya atılmış ve ’’Madem emrediyorsunuz, söyleyeceğim’’ diyerek söze başlamış:
’’İsyanla itiraf ediyorum’’ demiş, ’’Başardığınız inkılaplardan bazıları hala, yüksek dağın tepelerinde esip vadilere inemeyen büyük rüzgarlara benziyor. Ben çok yakın geçmişte bir şoföre rastladım;şeyh olduğunu söyleyen bir yobazın kerametine inanmıştı. Onu gitmek istediği yere yere kadar bedava götürmüştü. Görülüyor ki, içimizde hala şeyhin kerametine inanabilen cahiller var. Halbuki biz inkılaplarımızın fikir tohumlarını bir bereket rahmeti gibi, yurdun her bucağına yağdırabilseydik, şeyhin kerameti , softanın nefesi bu memlekette tesirini ve itibarını çoktan kaybederdi. Bugün şeyh efendi kendisini istediği yere bedava götürecek gafiller bulabiliyorsa bundan ürkmeliyiz. Çünkü o yobaz yarın bu gibileri peşinden sürükleyebilir.’’
Soyak devam ediyor: ’’Toplantıda bulunanlardan Atatürk’ü henüz tanımamış olanlar bu sözlerden alınıp kızacağını beklemişlerdi;fakat öyle olmadı. O biraz düşündükten sonra sükunetle cevap verdi:
’’Çok doğru söylüyorsunuz.’’
’’Evet, gencin söyledikleri doğruydu; doğruydu ama, bunun böyle olmasında onun kusuru yoktu. O yapacağını fazlasıyla yapmıştı;üst tarafı, yeni inkılapları yurdun her bucağına yaymak ödevi, , aydınların ve bilhassa tenkidi yapanın da dahil bulunduğu inkılapçı gençlerindi.’’
Bu olaydan bir kaç gün sonra, Atatürk Balıkesir’i ziyaret etmektedir.Halk evinde çevresini saran gençlere sorar:
’’Köylere gidiyor, köylülerle temas ediyor musunuz? Onlara inkılapların manasını anlatmaya çalışıyor musunuz?’’
’’Gitmek, temas etmek istiyoruz, ama gidemiyoruz. Çünkü tahsisatımız yok.’’
Arkadaşlarıyla birlikte devrimleri yurtta kökleştirmekle ödevli bulunan gencin bu cevabı Atatürk’e, kendisini istediği yere bedava taşıtan şeyh efendiyi anımsatır. Canı sıkılarak:
’’Ne demek?’’ der, ’’Şeyh efendinin tahsisatı mı vardı?’’
Bu konuşmaya bir gazeteci de tanık olur ve iki olayı birbirine bağlayarak, makalesinde şunları yazar:
’’Eminim ki, Asım Kültür’ün anlattığı vakadan habersiz bulunanlar, o gün Atatürk’ün sualine hiçbir mana verememişlerdi. Fakat o günden beri, her hangi bir zorluk karşısında; başarmak mecburiyetinde bulunduğu inkılapçılık hamlesinden geri kalan bir vatandaşa rastlasam , gözlerimin önüne kavgasında tek engel tanımayan Atatürk’ün sarışın, ışıklı yüzü gelir ve onun azim yoksuluğuna uğrayan vatandaşlardan aynı suali sorduğunu duyar gibi olurum. ’’Ne demek, şeyhin tahsisatı mı vardı?’’ Hiç şüphesiz, Atatürk’ün inkılap neslinde görmek istediği şeyh efendinin yobazca hilekarlığı değildi. O, bizden şeyh efendinin saf vatandaşlar üzerindeki nüfuzuna meşru yollardan tevarüs etmemizi istiyordu.’’
Önce milleti peşine, sonra da düşmanı önüne katan Atatürk, tevazua sahibi olmasaydı, aynı soruyu yerden göğe kadar haklı olarak bize şöyle soramaz mıydı:
’’Ne demek ! Mustafa Kemal’in tahsisatı mı vardı?’’
Gerçekten de Kurtuluş Savaşı öncesinde kendisine ’’Yapamazsın. Bu iş para ister, silah ister’’ denmiştir. O ise, ’’Para da bulunur, silah da bulunur’’ diye cevap vermiştir. Bulunmuştur da.
Ama bir işi yapmak için gereken para ve diğer gereçler, o işi yapmaya kararlı olanlar tarafından bulunabilir ancak. Yani, işi sahiplenmek, işin sahibi olarak kendisini görmekle olur, gerekli koşulların başkaları tarafından sağlanmasını bekleyerek değil.
Bugün Cumhuriyet devrimimizi tamamlamak, ulusça karşı karşıya kaldığımız tehditleri bertaraf etmek isteyenler de aynı görevle, yani bu iş için gereken parayı ve diğer gereçleri bulma ödeviyle karşı karşıya. Evet, bu işler para ister. Ama madem ki o işin yapılması zorunludur, öyleyse onun için gereken kaynaklar da bulunacaktır. Çünkü bu işe, tahsisatı başkasından bekleyenler değil, onu kendi davası olarak görenler koyulmuştur, kaynağı da yaratacaklardır.
Atatürk, bir Atatürk’ün çıkmasını beklememiştir. Kendisi Atatürk olmuştur. Bugün de kurtuluşumuz yeni bir Atatürk çıkmasını beklemekte değil, kendimizin Atatürk olmasındadır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.