- 500 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
Özgeçmiş
I
Çoğu zaman dışarı çıkmaktan hoşlanmıyordu. Arkadaşları olmadan yüzünde donuk bir ifadeyle gezerdi sokaklarda. Alışverişe gitmeyi ve reyonlar arasında ilginç şeylere bakarak dolaşmayı severdi. İhtiyaçlarıyla alakasız ama hoşuna giden şeyleri almaktan da geri durmazdı. İçinde hep bir eksiklik vardı. Mutlu çiftleri görünce gıpta ederdi. Ama kendi mutlu olamazdı. Yağmur yağmasa da sesiyle uyurdu. Sevdiği müzikleri defalarca dinlerdi. Ruhunu okşayan karamsar ve bohem müziklere bayılırdı. Defalarca dinlerdi onları, sonsuza dek dönmeye yemin etmiş bir çarkın yamaçlarından tutunmuş gibi.
Acı çekerdi, çektiği acıdan haz duyan habis bir ruhu vardı. Yağmurun altında sırılsıklam olmuş gibiydi yürürken hissettiği ve dururken. Aslında yaşarken hissettiği şey de buydu. Neredeyim ve ne yapıyorum derdi insanlardan gözlerini kaçırarak. Nerede bir kedi görse komik bir bakış atardı. Kedilerin ne kadar şapşal olduğunu düşünürdü ve bunun düşüncesi bile komik gelirdi ona. Köpeklerle bir kanka gibi oynardı. Seviyordu hayatı. Her acı şeye rağmen, seviyordu. Her küfredişine, her nefretine rağmen yine de sevmekten alıkoyamıyordu hayatı. Çünkü ölmekten korkuyordu…
Ölümün ona her gün bir şekilde kendini hatırlattığını düşünüyordu. Aslında hissediyordu bunu. Fobiler listesi oluşturmuştu kendine. En çok korktuğu şeylerden ilkine yıldırımları koyabilirdi. Yıldırımlar! Yağmuru ne kadar çok seviyorsa, yıldırımlardan da bir o kadar korkuyordu. Ölümünün bir yıldırımdan gelmesi ihtimali onu dehşete düşürüyordu. Korkuyordu yağmur yağarken. Sevgiyi ve korkuyu aynı anda nasıl yaşardı insan... Nasıl bir histi bu. Ölmekten korkardı. Bazen derin derin çekerdi içini, nefesi yetmiyormuşçasına. Yemek yerken yarım bırakırdı bazen. Çünkü korkardı. Korktuğu şey, yemek yerken bir lokmanın soluk borusunu tıkayıp onu öldürmesi ihtimaliydi. Yarım bırakırdı bazen yemekleri. Aslında çoğu şeyi yarım bırakırdı. Yarım bıraktığı filmler vardı ve platonik sevgileri. Tamamlayamazdı çoğu şeyi, içinden gelmezdi.
Donuk bakardı; insanlara, arabalara, yüksek binalara… Gökyüzüne bakışı donuk değildi. Yıldızları ve ötesini düşünmek onu daha derin hislere sevk ederdi. Dini inancı zayıflamıştı. Tanrıyla aralarına bir kırgınlık girdiğini hissediyordu. Zayıftı, güçsüzdü. Eğlenceyi severdi. Bilgisayarında oyunlar oynardı. Yarım bırakırdı yine her şey gibi, sıkılırdı…
II
Onu mutlu eden şeyler de yok değildi. Yılbaşı kutlamalarını çok severdi mesela. Gayrimüslimlere aitti ama özel ve güzel günlerin ve anların dini olmazdı ona göre. Mesela güzel bir şarkının ne ırkı ne de dini olurdu. Noel kutlamaları da bunun gibiydi onun için. Çevresinde hiç Noel kutlaması görmemişti, bu yüzden televizyondan ve sosyal medyadan takip ederdi. O günlere özgü filmler izlemeyi, müzikler dinlemeyi çok severdi. Ruhuna şifa gibi gelirdi o hisler. Sanki mutluluk banyosu yaptırıyordu içindeki o cisimsiz varlığa. Kar ve yılbaşı ışıklarının birbirine ne kadar da yakıştığını söylerdi. Bazı anları özel kılmayı severdi. Mutluydu içten içe, aynı zamanda kötü hissederdi kendini.
Son zamanlarında rüyalarına kendi sonuyla ilgili sahneler giriyordu. Korkuyordu. Bir gün rüyasında kendini kefenliyorlardı. Tam karşısından seyrediyordu kendini. Çenesini bağlıyorlardı ve kendi yüzünü çok sakin ve hissiz bir şekilde görmüştü. Hiçbir şey hissedemiyordu. Sakince yapıyorlardı orada bulunanlar bunu. Uyanmaya çalıştı, gözlerini zorluyordu. Acaba gerçek mi, diyordu endişeyle. Zoraki açtı gözlerini. Derin bir nefes çekti.
Korkuları onu çevreliyordu. Etrafında bir sürü endişe verici olay cereyan ediyordu. Ölüm haberleri alıyordu yakınlardan, uzaklardan… Birinin öldüğü haberini alınca endişeleniyordu, üzülüyordu, duraksıyordu. Ne diyeceğini bilemiyordu. Başsağlığı dileği bile iletemezdi kimseye, ne diyeceğini bilmezdi. Ne denirdi ki yakını ölen birine? Yanında olmak, destek olmak, teselli cümleleri… Bunlara inanmıyordu. Aslında cüret edemiyordu…
Her yanı kaygı çiçekleriyle dolu bir bahçenin tam ortasındaymış gibi hissediyordu. Takvim yapraklarından on, yirmi yıl sonrasına bakmaya korkardı. Çünkü o anları düşündüğü zaman, hayatta olma ihtimalini çok az görüyordu ve endişesi artıyordu. Bu satırları yazarken dinlediği şarkıdaki saat efekti gibi ilerliyordu zaman. Agnes Obel’in Close Watch’uydu dinlediği... Bu şarkıyı yeni keşfetmişti ve ruhunun her yanını doyuruyordu. Sabahlara kadar döngüde kaldığı olmuştu bu şarkının. Kötü hissediyordu ve haz duyuyordu yine.
Korkuyordu. Satırları yazarkenki çıkan klavye sesi kadar gerçekti korkusu. Bir an duraksadı ve kimseye bir fayda sağlamadığını düşündü. Öyleydi. Kime faydası vardı ki varlığının? Memuriyetinde işini elinden geldiğince yapmaya çalışıyordu. Ya da öyle sanıyordu. Bir şeylerin yetmediğini düşünüyordu. Bu durumundan bahsederdi bazen birkaç arkadaşına… Yüz yüze görüşmediği insanlara açardı genelde içini. Ama kendi hislerinin yanında kanser hastalarının, savaşlarda ölenlerin durumunu düşününce suçluluk duyuyordu. Rahat batıyor derdi toplum kendi gibi olanlara. Dertsiz başa dert sahiplenmek derlerdi belki de. Rahat mı batıyordu, yoksa rahat etmek mi istemiyordu? Suçluluk ve pişmanlık duyduğu çoğu şeyden biriydi bu da. Müzik çalmaya devam ediyordu ve bir başka güne sarkıyordu kelimeleri…
III
Nefesi daralıyordu yine bu akşam. Birkaç gün önce başlayan hastalığını yenmeye çalışıyordu. Burnu ve dudağının arası silmekten yara olmuştu. Nefesi daralıyordu. Arkadaşı diğer odada ibadetini yaparken o şu anda yazdıklarını yazıyordu. Çayın sesi geliyordu ocaktan. Hafif baş ağrısı vardı. Dün akşam “Taşa Verdim Yanımı” şarkısını dinlerken eskiden sevdiği ama kavuşamadığı kız arkadaşı geldi aklına. Söndü bakışları, midesinde bir acı belirdi. Hasretti bu ama nafileydi. Çünkü özlediğinin bebeği bile olmuştu çoktan. “Güzel bir ömrün olsun” demekle yetinebiliyordu. Kendine önce kızıyor, sonra acıyordu çoğu kez.
IV
Bir akşamını daha yağmur sesine ve her dinlediğinde ruhunu alıp götüren Schubert’in Ave Maria’sına bırakmıştı. Bu akşam mumlarından bir tanesini yakmamıştı ama gerek duymuyordu. Çorbasını bitirdi. Şehriye çorbasıydı çoğu akşam yemeği. Ona her şeyin yolunda gittiği zamanları anlatır gibiydi bu iç ısıtan mütevazı yemek… Belki de başka bir yemek yapmaya gücü de yoktu bilgisi de…
Durgunlaştığı akşamlardan biriydi yine. Ne anlatabiliyordu hissettiklerini, ne de üzerini örtebiliyordu anlatamadıklarının. Başını eğiyordu hafifçe. Nefesinin yetmediği akşamlardandı. Kalbine dokunurdu ara ara. Yaşadığını görürdü ve ölümün kıyısıydı aynı zamanda bulunduğu yer. Piyanonun her tuşu farklı bir şey fısıldıyordu ona. Korkuyordu, üzgünleşiyordu. Çaresizce bekliyordu her güne ait öleceği ihtimalini…
V
Hayatında neler olacağını asla bilemiyordu. Ne olacağını, nasıl hissedeceği anlar olacağını. Ama şu an hissettikleri neyse, yaşadığı müddet boyunca bu hislerinin sürekli tekrarlanacağından emindi.
Her aydınlık, her karanlık onun ürperişiydi. Geceleri gökyüzüne bakmayı sever ama korkardı. Çünkü kararan gökyüzü, üzerinde bulunduğu dünyanın belirsiz bir yöne doğru durduğu yerde seyir halinde oluşunu hatırlatıyordu. Sıkılıyordu bunları yazarken de…
YORUMLAR
Ne kadar tanıdık
Hani biri sanki önceden söylemiş gibi.
İnşallah güne gelir ve tüm edebiyat severlere ulaşır
Malum maksadımız edebiyat, değil mi efendim?
Hürmetle sayın yazar.
Çok çok yaratıcı idiniz.
Artık takibinizdeyim