- 773 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
622 - YAPRAK
Onur BİLGE
“Yaprak,
Kaptan’la otursak, başlasa anlatmaya, bana yüklenerek değil ama keyfime taş atmadan… Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar konuşsa, hiç sıkılmadan dinlerim. O benim en çok sevdiğim hoşsohbet biraderim. Kılavuzluk edenim, bilmediklerimi öğretenim… Dünyalara değişemeyeceğim kıymetli ağabeyim! Biricik dert ortağım, her şeyden evvel. O olmasaydı, belki şimdi ben bir zırdeliydim!
“Yerlerinden yurtlarından fersah fersah uzakta, daha önce hiç gelmedikleri, bilmedikleri yerlere yerleşmek, iş bulmak, iş kurmak, ev bark sahibi olmak, helal yoldan geçimini temin etmek kolay değil! Dil bilmezler, yer bilmezler, iz bilmezler.
Yetişim tarzları, kültürleri, yemekleri, mesleklerine göre giyim kuşamları, anlayışları farklı… Fiziken de farklılar. İri yapılı, kemikli, sağlam yapılılar. Kendilerine güvenleri ve dik duruşlarıyla dikkat çekiyorlar. Asi ve inatçılar. Yunanlılardan farklı bir halk…
Anaerkil bir toplumun özelliklerini taşıyorlar. Yaşadıkları yerde yaşlı kadınların sözlerine itibar ediliyor. Onlar görmüş geçirmiş, kendilerine güvenen, disiplinli, otoriter kadınlar.
Yanlarında birkaç fidan, birkaç hayvan getirenler mi istersin, yüklü miktarlarda altın mı? Her gelir seviyesinde insan… Yaşlı genç, çoluk çocuk… Salgınlar bir taraftan, hastalıklar bir taraftan… Gelenler önce bir süreliğine karantinaya alınmış. Hastaların tedavileri yapılmış.
Kaleiçi’nin yangınları meşhurdur. Mübadele esnasında mübadillerin şehre gelmesine yakın Kaleiçi’nde büyük bir yangın olmuş. Yüzlerce ev yanmış. Göçmenler geldiklerinde yerleşecek yer bulamamışlar, senelerce sokaklarda yaşamak mecburiyetinde kalmışlar.
Toplu göç onları mağdur etmiş. O kadar zor durumda kalmışlar ki, şer’i mahkemeye müracaat ederek evlatlarını zengin ailelere hizmet etmeleri için süresiz kaydıyla icar edenler olmuş. Bu olay, mahkeme kayıtlarıyla sabitmiş. Göç deyip de geçme! Hicret şartları işte bu kadar ağırmış!.. Türkiye onlara kucak açtı. Zamanla yaralarını sardı. Onlar da yerleşik düzene geçmeyi başardılar. Geldikleri yerdeki hayat düzenine kavuştular. Zaten Yunanistan’dan hoşnut değillermiş. Müslüman oldukları için orada kendilerine iyi muamele edilmiyormuş. Onlar Bektaşiliğe yakın bir inanca sahipmişler. Burada rahata kavuştular.
Mübadillerin varlıklılarından haşhaşa düşkün olanlar, o zıkkımı alabilmek için paraya ihtiyaç duydukça bozdurmuşlar bozdurmuşlar harcamışlar. Hazıra dağ mı dayanır! Kısa sürede paralar suyunu çekmiş. Onların da diğerlerinden farkları kalmamış.
Bazıları da akıllarını kullanıp, getirdikleri altınlarla halı ve mobilya mağazaları açmış, celeplik, dericilik, kereste ticareti ve mobilyacılık yapmaya başlamış, toplumda önemli ve saygın yerler kazanmayı başarmışlar. Şarampol’de yaşayanların ileri gelenlerinden bazıları, diğerlerinden daha geniş, aydınlık, havadar ve ferah olan köşelerdeki evlere geçmişler.”
Mahallenin planı düzgün çizilmiş. Kare şeklindeki yerleşim yerlerinde birbirlerine eşit sokaklar, tarife göre kolayca adres bulmayı sağlar. Sokak adına ve kapı numarasına gerek yok. Mesela “Karakoldan gir, ikinci sokaktan sağa sap, üçüncü ev…” dendi mi şıp diye bulunur o ev. Tarifler: “Şunun karşısı, bunun yanı, filanın evinin çapraz köşesi..." şeklindedir. Bu bahçeli evlerden iyiceleri İzmir biçimidir. Tek katlı, dört beş basamak merdivenli, üç dört odalı, geniş sofalı konak yavruları… Bahçelerinde emme basma tulumbası olanlar da vardır. Gerektikçe, özelikle akşamüstleri bahçe kapıları açılarak komşuların akşam yemekleri için onlardan soğuk su almalarına müsaade edilir. Ara sokaklarda da tulumbalar vardır. Kadınların çeşme başı sohbetleri çok tatlıdır. Su doldurmaya mı gelirler, dedikodu etmeye mi bilinmez!
“Bir kısmı arsalar alıp, beraberlerinde getirdikleri fidanları da dikmek suretiyle meyve bahçeleri yapmış, kimisi hayvan alıp satmış. Kimi kereste alım satımıyla uğraşmış. Marangozhanelerde çalışanlar, sandık çakanlar, boya badana yapanlar, pamuk tarlalarında ve narenciye bahçelerde çalışarak geçimlerini temin edenler çoğunluktaymış. Küçük birer bakkal dükkânı veya çay ocağı açarak hayatlarını idame ettirenler de az değilmiş. Çetin şartlarla mücadele ederek kurdukları yeni hayatlarında Girit’teki yaşayışlarının aynısını sürdürmeyi başarmışlar.
Özellikle Karanlıksokak Serik Manavgat tarafındakiler, uçsuz bucaksız topraklara sahip olan en zengin yerlilerden Tugayoğulları’na köle gibi hizmet etmişler. Erkekli kadınlı ırgat olarak tarlalarında bahçelerinde çalışmışlar. Hele ilk göç edenler, çok daha çetin zorluklara göğüs germek zorunda kalmışlar. Parasızlık ve bakımsızlıktan salgın hastalıklar sebebiyle hayatlarını kaybedenler çok olmuş. Sıtma, verem, tifo ve frengi fakir halkı kırıp geçirmiş.
Sıtma geçirmeyen yokmuş! Çok çocuk ölmüş sıtmadan. Davul gibi şiş göbekli, çöp bacaklı zavallı çocuklar… Sıskalıklarından ve kara sarı benizlerinden hemen anlaşılırlarmış. Her yer bataklık… Konyaaltı, Arapsuyu su içinde… Sivrisineğin önüne geçmek için Hıfzısıhha mücadelede ama bataklıkları kurutmadan sonuç almak imkânsız… Kinin bulmak zor… Bakım yok. Geceleri cibinlik bulabilenler, kurabilenler bayram eder. Gerisini sabaha kadar sivrisinek yer.
Hıfzısıhha sonradan sivrisinekle mücadeleyi hızlandırdı. Cennet Antalya’yı cehenneme çeviren, sıcağından ziyade sivrisineğidir. Yöreye çeltik ekilirdi. Neredeyse cibinlik içinde oturulacak, yemek yenecekti! O kadar çok ve rahatsız ediciydiler. Orduyla geliyordular insanların üzerlerine. Sıtma ile mücadele reisi olarak Elmalılı doktor Ferruh Niyazi Ayoğlu tayin edildi. İlk işi, Antalya yöresinde çeltik ekimini yasaklamak oldu. Durgun suları sürekli ilaçlattı, bataklıkları kuruttu, yerlerine narenciye diktirdi. Bedava kinin, atebrin gibi ilaçlar dağıttı. Nur içinde yatsın! Antalya’yı büyük bir beladan kurtardı, halkı huzura kavuşturdu.
Doğu Garajı’nın olduğu yer bile eskiden narenciye bahçesiydi. Hemen hemen her yerde mezarlıklar vardı. İstiklal İlkokulu’nun karşısı, Arastacılar’ın karşı tarafı mezarlıktı. Garajın arkası, yanı falan Andızlık Mezarlığı’na dâhildi. İnsanlar buralardaki yakınlarının kabirlerindeki kemikleri toplayıp, uygun yerlere naklettiler. Oralara inşaatlar yapıldı. Aradan da koca caddeler geçeceği için cenazeler ayakaltında kalmasın diye kemikler toplanıp, toplu bir mezara atıldı.
Mezbaha’dan sonra hiçbir şey yoktu. Boydan boya kırsal arazi… Ne ev ne yol ne drenaj… Hiçbir şey… Dinmeden günlerce yağan yağmurlar arıkları, çayları ve dereleri besler, her yeri suladıktan sonra coşa coşa akar gider, falezlerden dökülerek denize kavuşurdu. O haliyle falezlerin manzarası çok daha güzeldi ama elden ne gelir!
Güzeloba’nın adı Çikinoba, Yeşilbayır’ın adı Karabayır’dı. Deniz kenarları, ekime dikime müsait olmayan kırsallardı. Babalar kızlara oraları, erkeklere tarlaları bahçeleri miras bırakırlardı. Zamanla kıyı şeridinin haddinden fazla değerleneceğini, baldırı çıplak damatların gani olacaklarını akıllarının uçlarından dahi geçirmezlerdi.
Şarampol’de benim gibi ünlü üç kaptan daha vardır. O sülaleye Kaptanlar denir ama soyadları farklıdır. Giritliler, adada ekseriyetle profesyonel veya amatör olarak denizcilik ve balıkçılıkla uğraşan insanlardır. Antalya da onlar için biçilmiş kaftandır. Kırk elli tonluk yelkenli gemilerde çalışan rahmetli Ali Kaptan’ın oğullarından Mustafa ve Enver aynı mesleğe gönül vermişler, babalarının yolundan gitmişler. Yalnız biri, yani Rauf ayakkabıcılığı tercih etmiş. Bu üç kardeş benim çok sevdiğim en yakın arkadaşlarımdır.”
Galiba ben değilmişim! Halbuki o benim en çok sevdiğim ağabeyim… En kıymetlim! İçten içe gücenmedim desem yalan olur. Bak sen! En sevdiği, en yakın arkadaşları Kaptanlarla kardeşleriymiş! Acaba sadece meslekleri aynı olduğu için mi? Yoksa varlıklı olduklarından mı? Ondan değildir canım! Çocukluk ya da gençlik arkadaşlarından oldukları içindir.
Sen de benim en yakın arkadaşımdın ama bak, şimdi ne haldeyiz! Sonbahar yaprakları gibi kader rüzgârlarının önünde kuru birer yaprak gibi ayrıldık birbirimizden. Sen bir yana ben bir yana sürüklendik gittik.
İnsanlar birbirlerini hiç tanımadıkları halde bir araya getiriliyor, tanıştırılıyor, birbirlerine sevdiriliyor. Bir süreliğine vazgeçilmezlik bağıyla bağlanarak beraber sürükleniyorlar, kaderin yollarında… Sonra ya ayrılık ya ölüm… Bu ikisinden biri nedeniyle ayrılıyorlar ama mutlaka ayrılıyorlar!
Ayrılığı kimse istemiyor. Herhangi bir sebebi oluyor haliyle ama kaçınılmaz olduğu bir geçek… Yeryüzünde birbirlerinden hiç ayrılmayanlardan bile biri mutlaka yaşıyor matemi.
“Geçenlerde iskele’ye inmiştim. Giritlilerin bıçkın delikanlılarından Ali, oturmuş koca kayanın üstüne. Arkadaşlarının şaşkın bakışları altında, almış eline limonu, midyeleri pişirmeden açıyor, üstlerine limonu sıkıyor sıkıyor yiyor!”
Limon neyse de sıkıp sıkıp yemek var ya… Biri var biri yok, yarısı çürük dişlerimi öyle bir kamaştırış kamaştırdı ki neredeyse düşüp bayılacaktım! Yuvalarına kaçmış çipil gözlerimi sımsıkı yumdum, iki büklüm oldum! Diş etlerim yerlerinden çıktı sanki! İki elimle çene kemiklerime yapıştım! Epey bir kıvrandıktan ve uğum uğum uğunduktan sonra kendime gelebildim.
Elime geçirsem ben de seni çimçiğ yiyeceğim ama sakın benden önce ölme e mi!
Sakın bana yaşatma o menhus matemi!
Gazel,
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 622
YORUMLAR
Gazel. Kuru yaprak.Buradaki adıyla Oysa ben son cümleye atıf mış gibi okudum. Sonu gazelle bitmiş bir ağıt etkisi yaptı bende bu yazınız. Ve Altmış yaşında bir antalyalı'ydım son parağraf'a kadar. Nerede o eski günler diye iç geçirenlerin mutlaka okumasını temenni ediyor ve sağlıklı ömürler diliyorum.