- 505 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Sivil(ce)
Saatlerdir içiyorlardı. Öğlenin sıcağında başlamışlardı. Hafta sonları, genelde çok iyi anlaşan, aynı ekip toplanır, ufak bir çayın göllendiği, ağaçlık, bu şirin yere gelirlerdi.. Burayı seçmelerinde en büyük etken, hem mahalleye oldukça yakın olması, hem de şehrin ana trafiğine girmeden, trafikçilere bulaşmadan, ara sokaklardan mahalleye ulaşabilmeleriydi. Hastası oldukları, koz helvacı da, yollarının üstündeydi.
Bu hafta, aralarında normal ekibin dışından, mahallenin sevimli emeklilerinden Selami de vardı.. Hepsi de içtiklerinde, çok fazla ve sağlam içtiklerinden, aralarına içemeyen, içince sapıtan kimseleri almazlardı, kolay kolay.. Ama Selami, ’ N’olur, bir kerelik de olsa beni de götürün.. Muhabbetinize beni de alın.’ diye yalvardığından, bu kez kıramamışlar birlikte gitmişlerdi.. Selami, iyi adamdı da, içkisi sakattı biraz.. Hiç beraber içmemişlerdi ama mahallede bir kaç kere pilot vaziyette denk gelmişlerdi.. Gerçi, kimseye takılmaz, zarar vermezdi.. Yıkılır kalırdı bir yerlerde.. Birileri de götürür, evine bırakır gelirdi..
İçmeye başlamadan önce, Kültigin; son bir kez daha uyardı Selami ’ yi...
“ Bak, oğlum.” dedi. “ Sen, bize uyamazsın. Bunu biliyor olmalısın. Israr ettin. Kıramadık, getirdik.. Kendini zorlama, ağır ağır, içebileceğin kadar iç.. Bu işin delikanlılıkla bir ilgisi yok, bünye meselesi.. Mesele yapıp da, kendini rezil etme. Etme ki bizimle gene içebilesin.. Yoksa bu son olur, mahallede bebelerle içersin gene.. Anlaştık mı? “
“ Ayıpsın, Kültigin abi; söz.. Edebimle içicem, içiniz rahat olsun.. Sen, benim ara sıra dağıttığıma bakma. Sıkıntılarım var, onlar çarpıyor bazen, yoksa sağlamımdır..”.
“ Görecez.” dedi, Kültigin. Sofranın sakisi Sümer ‘ e döndü.. Selami ‘ yi işaret edip, Sümer ‘ i de uyardı. “ Ayarlı git..”
O zamana kadar; sofranın hazırlanmasına yardımcı olan, salatayı yapan ve söze hiç karışmayan, herkesin sevgili filozof abisi Necdet, kendi kendine söylüyormuşçasına dörtlükler okumaya başladı..
“ Eşşek içince zırlar
köpek içerse hırlar
kedi içse tırmalar
insanlaradır rakı.
Adabı erkanı var
zamanı mekanı var
kimin ki iz’anı var
O’na şifadır rakı.
Mirkelamoğlu der ki
Had bilmezsen eğer ki
Öyle rüsva eder ki
Başa beladır rakı.” *
Herkes göz ucuyla Selami ‘ ye baktı. Başını salladı Selami, “ Mesaj alındı “ dedi. “ Hadi öyleyse, sağlığa..” dediler.. Kadehler şakırdadı. Masanın en popüler mezesi, Erdek’li arkadaşları Orhan’ın gönderdiği zargana çirozuydu.. Sirkeli, dereotlu, nefis olmuştu. Belli ki ilk o bitecekti. Allahtan,Selami pek itibar etmemişti çiroza, kimse de ısrarcı olmadı zaten.. Olayı fırsat bilen, Kültigin sordu:
“ Sevmedin galiba.? Peki, söyle o zaman neyle içilir rakı..? ”
Selami, bilgiç bilgiç “ Yahu, siz de beni iyice cahil ettiniz. Neyle içilirmiş rakı? .. Beyaz peynir şartıdır bu işin.. Sonra, mevsimiyse kavun.. Bu ikisine, bu işin pezevengidir derler.. Sonra, varsa et yiyeceksin.. Oldu mu? “
“Olmadı.” dedi Kültigin. “ Sor bakalım, Necdet babaya.. Rakı neyle içilirmiş diye sor.. “
“ Ben kısa kestim. Balıkla,taratorla, arnavut ciğeriyle, pilakiyle, kızartmayla, şakşukayla da iyi gider..”
“ Oğlum, uzatma. Sen, Necdet babaya sor.”
“ Necdet baba, neyle içilirmiş bu meret rakı, be..? ”
Necdet, başını yerden yavaşça kaldırıp, Selami ‘ ye baktı. Usulca “ Senin söylediklerin de çok doğru..” dedi. “ Ama, bunların istediği cevap değil. Rakı eşle, dostla, arkadaşla içilir..”
“ Güzel, be.. Sevdim..” dedi, Selami.. Kadehini, şerefe der gibi kaldırıp, dipledi.. “ İyi adamlar bunlar..” dedi içinden..” Akıllı içmeliyim, bu ortamı bozmamalıyım ve bu adamları kaybetmemeliyim..”
“ Ve bunları kadehi diplemeden düşünmeliyim..” diye uyardı kendini..
Herkesin dikkati, Selami ‘ nin üstünde olduğu için, ikide birde, elini kıçına doğru uzatıp, apış arasını kaşıması da kimsenin gözünden kaçmamıştı. Eski bahriyeli Erol, dayanamadı en sonunda “ Yaa, bizi de uyuz ettin, ha. Ne var kaşıyıp duruyorsun oranı, buranı? “ diye patladı.. Selami, biraz mahcup, tam kuyruk sokumunda bir sivilce çıktığını ve kendisini çok rahatsız ettiği için, arada bir kaşımak zorunda kaldığını söyledi. Fazla üstelemediler.
Pek belli etmedi ama Erol ‘ un söyleyiş tarzı, biraz ağırına gitti, Selami ‘ nin. Sakin olmaya çalıştı.. “ Sinirlenmek bozar beni “ diye geçirdi içinden.. Neyse ki sinirlerini bozacak başka bir şey olmadı. Ara sıra bulanır gibi olan midesini de idare etmeyi becerdi. Becerdi ama, tüm gayretine rağmen biraz sarhoş gibi hissetti kendini. “ Gene fazla mı kaçırdık ne..” dedi, içinden.. İyice idareli gitmeye başladı.
Sonraki saatler, her zaman ki gibi sazla sözle geçti.. Kültigin‘in evine, akrabaları misafirliğe geleceği için, normalden biraz erken kalktılar. Kültigin ‘ in dışındakiler, “ Topaç ‘ ın orda da bi’ şeyler yapındırırız.” kararını alıp toparlanmaya başladılar.. Selami de yardım etmek için kalktı. Başı döndü, midesi bulandı iyicene.. Çaktırmamaya çalıştı.. Ötekiler, çakmıştı bile.. “ Sen, şöyle bir havalan, biz hallederiz..” dediler.. Arabaya binerken, “ Aman ha, arabayı batırma.” diye uyardılar.. İyice bozuldu, Selami..” Siz de beni iyice sarhoş bellediniz, ha..” dedi, sıkkın sıkkın.. Erol “ Lafımıza bozulacağına, az içip bozulmasaydın..” diye terslendi..
Pek fazla konuşmadan, şehre girdiler.. Kültigin, hiç kimseye sormadan koz helvacının önünde durdurdu arabayı.. Bu gurubun bir klasiğiydi. Her geçişlerinde mutlaka birer koz helva alır, yiye yiye giderlerdi.. Tamam herkes yerdi de, ya Selami.?
“ İster misin? Esirgediğimden değil ama yeme istersen.. Miden bozuk zaten, iyice bozmasın..”
İşte, gene sarhoş muamelesi çekmişlerdi. Bozuldu iyice. İnat olsun diye
“ Bi’şey olmaz. Bana da alın.” dedi. Aldılar. Koz helvaları dişleye dişleye yola devam ettiler. Bir iki ısırıktan sonra, midesi iyice kalktı Selami ‘ nin; helvayı istediğine bin pişman oldu. Yese bir türlü, yemese bir türlü.. “ Son lokmayı da amma iri koparmışım..” dedi, kendi kendine.. Yutmaya çalıştı, midesi kalktı, yutamadı. İri lokma, takma dişlerine yapışmıştı iyice. Başı filanda dönmeye başlamıştı. Arka koltukta, Sümer ‘ le Erol ‘ un ortasında iyice sıkışmıştı ve kuyruk sokumundaki sivilce de, canını iyice yakıyordu. Sivilcenin acısı daha beter daralttı ruhunu. Daha fazla inatlaşmamaya karar verdi.
“ Ben bunu yiyemiycem, midem bulanıyor..” diyebildi.
Göz ucuyla, epeydir Selami ‘ yi kollayan Erol, patladı sonunda.
“ Yemiyceksen yeme, be birader. Kaldır at o zaman.. Söyledik sana, yeme dedik, bozar dedik.. Taşşak gibi oldun zaten, helva senin neyine..? ”
Selami, bu hitap şekliyle iyice yıkıldı, bir şey de diyemedi, önleyemediği sinirli bir hareketle, elini ağzına götürdü; helvayı çıkardı, uzanıp arabanın camından dışarı attı.
Az da olsa gurubun neşesi kaçmıştı. Yolun geri kalan kısmında pek konuşulmadı. Mahalleye geldiklerinde, Selahattin‘ in kahvesinin önünde durdular. Herkes indi, Kültigin, eve gitmek üzere ayrıldı. Diğerleri, iki sokak ötedeki Topaç ‘ ın meyhanesine doğru yürüdüler. Selami ‘ ye hiç kimse gel demedi ama O, biraz da sallanarak gurubun peşine takıldı. Sümer, bir ara “ Sen evine git yat.” diyecek oldu, Necdet “ Boş ver.” dedi. “ Çekeceğiz artık, beraber başladık, beraber bitirelim..”
Boş bir yer bulup oturdular. Birer duble rakı söylediler. Selami, leblebiyle bira istedi. Gurup, kendi arasında hiçbir şey olmamış gibi, sürdürüyordu muhabbeti. Selami ‘ yi, ne var, ne de yok sayıyorlardı masada. Selami de içten içe, iyice bozuluyor, birasını bitirince kalkıp gitmeyi düşünüyordu. O sinirle, bir avuç leblebi attı ağzına. çiğnemeye çalıştı, bir anormallik hissetti ağzında.. Eliyle yokladı, takma üst dişleri yoktu. Gayri ihtiyari, elini kıçına götürüp sivilcesini kaşıdı. Düşünmek için zaman kazanmaya çalışıyordu, sanki.
Bir anormallik olduğunu fark eden Sümer, “ Ne oldu gene? ” dedi..
“ Dişlerim yok..! ! ” dedi, Selami..
“ Dişlerin mi yok? ”. Evet niyetine başını salladı, Selami.
“ Ne yaptın, oğlum; dişlerini? ”
“ Bilmiyorum..” diye fıslaya fıslaya konuştu.
“ Ben biliyorum.” dedi, Necdet. “ Koz helvasını nerede attı, bu salak? ”
“ Doğru, be.”
Mesele çözülmüştü. Tanıdık bir taksici çağırdılar. Olayı anlattılar, yardımcı olmasını ve dönüşte Selami’ yi evine bırakmasını söylediler. Selami, taksicinin yanına oturdu, gittiler. Dişleri bulmak pek zor olmadı, düştüğü yer ayak altı değildi, allahtan. Üstünde koz helvasıyla, tozun toprağın içinde duruyordu. Selami, dişlerini bir kağıda sardı, taksiye bindiler..
“ Rezil oldum be, yedi düvele rezil oldum.. Sen dinle yarın, mahalledeki gırgırı, muhabbeti.. Fazla da içmedim halbuki.. Sinirimi bozdular benim. Yoksa böyle olmazdım.. Ulan, nasıl atarım ben dişlerimi be, nasıl atarım koz helvayla beraber de farkına varmam be? ! “ diye söylenip duruyordu, Selami.
Taksici “ Geldik, abi.” dedi. Parayı ödedi, indi. Tam kapıyı kaparken
“ Saatin kaç? ” diye sordu. “ Dokuz buçuğa geliyor.” dedi, taksici. Eve gitmek istemiyordu. Taksi gider gitmez, sokağın başındaki büfeye yöneldi. İki kutu bira aldı.. Büfeci Kerim “ Diş mi çektirdin, Selami abi? ” dedi, art niyetsiz. Hiç cevap vermedi, yürümeye başladı.. Mahallenin ufak parkına gitti. Parkın kulübesinin yanındaki sulama musluklarının birinde, dişlerini çıkarıp yıkadı. Hala dişlerinin üzerinde duran helva parçasını hışımla çıkarıp attı. Dişlerini taktı. Kimsenin olmadığı bir köşedeki, bir banka oturdu. Parkın öbür kenarında, mahallenin birkaç genci, kendi aralarında muhabbetteydiler.
Biralardan birini açtı, büyük bir yudum aldı. Keyfi yerine gelmişti biraz. Bir yudum daha çekti. Sivilcesi, acı verdi. Pozisyon değiştirip, yan oturdu. İyiydi şimdi. “ Bi’de bu çıktı başıma. Eve gidince patlatıyım şu mereti..” diye, geçirdi içinden.. Necdet’in okuduğu dörtlükler geldi aklına. Hatırlamaya çalıştı.
Bir tek “ Başa beladır rakı “ kısmını hatırlayabildi. Başka şeyler düşünmeye çalıştı, düşünceleri, yarın mahallede konuşulacakların dışına çıkamıyordu bir türlü. Negatif düşünmek, kafayı olanlara takmak, O ’ nu sarhoşluğa bir adım daha yaklaştırıyordu, farkında olmasa da. Bira kutusunu elinden düşürdü, kalan bira yere döküldü ve çakıl taşlarının arasında, köpükler bırakarak hızla kayboldu. Boşalan kutuyu hırsla ezip, öbür kutuyu açtı. Yarısına kadar içti. Midesi ayaklandı, derin nefesler alarak, çıkarmamaya çalıştı. Parkın öbür tarafında oturan gençlere de rezil olmak istemiyordu. Kendini biraz toparlayınca, kalktı; kalkınca sallandı, tekrar oturdu.
“ Kopmuşum ben be.. Hadi oğlum, kendine gel.. Hadi eve kadar sık dişini.”
Yeniden ayaklandı, banka tutunarak dengesini buldu. Ağır ağır, sallana sallana yürümeye başladı. Elindeki kutudan, bir yudum daha çekti, kalanını yolun kenarına fırlattı. Fırlatırken yaptığı hareket, dengesini bozdu, tökezledi. Tam düşecekken, kolundan birisinin yakaladığını hissetti. Parktaki çocuklardan biriydi ama tanıyamadı.. “ Sağol, koçum.” dedi. Delikanlının yardımıyla evine kadar gelebildi. Kapıyı açtı, içeri girdi.
Önce ceketini çıkarıp rast gele fırlattı, sonra ayakkabılarını. Pantolonunu yürürken çıkarmaya çalıştığı için, takılıp düştü. Kasılan pantolon, sivilceye baskı yapınca canı yandı ve sivilceyi hatırladı.
“ Şimdi sıçarım ben senin gagana.” dedi, yüksek sesle.
“ Ne yaptım ki ben.” diye soran korkulu bir ses duydu. Dönüp baktı, karısıydı. Gürültüye uyanmış, uyku sersemi, dikilip duruyordu.
“ Sana demedim, sen git yat.” dedi. Bu tür durumlarda, sessiz kalmanın bilincinde olan kadın, sessizce odasına döndü. Selami, banyoya girdi, ilaç dolabını açtı, tentürdiyot ve yara bandını aldı. Çıkarken, çerçeveli küçük aynayı da kolunun altına sıkıştırdı.
Misafir odasına girip ışığı yaktı. Elindekileri, koltuklardan birinin üstüne bıraktı. Odanın ortasındaki büyük sehpayı duvarın dibine sürdü, koltukları da iyice kenara itti. Ortadaki halının üstü neredeyse tamamen boşalmış, kocaman bir yer açılmıştı. Aynayı götürüp halının tam ortasına koydu, tentürdiyotla yara bandını da aynanın yakınına taşıdı.
Kalktı, donunu çıkardı. Aynayı bacaklarının arasına gelecek şekilde yerleştirdi, sonra tuvalette çömeldiği gibi, aynanın üzerine çömeldi. Eğilip aynadan sivilceyi görmeye çalıştı. Göbeği, rahat görmesini engellese de, sonunda gördü. Tam kuyruk sokumunda, kuyruk sokumunun çukur yerindeydi. Sıkmaya çalıştı, beceremedi. Uğraşırken, bir iki kez halının üstüne yuvarlandı, kalktı tekrar denedi, olmadı; patlatamadı bir türlü.. Bu arada canı da epeyce yandı, ter içinde kaldı. Eğil kalk, eğil kalk, midesi de kalktı iyice.
“ En iyisi, bunu bantlayıp yatayım ben, sabahleyin hallederim artık. Bantlarsam hiç değilse, sağa sola değip canımı yakmaz meret.” diye düşünüp, bir yara bandı aldı. Açtı, gene aynanın üstüne çömelip, aynadan bakarak sivilceyi buldu, son bir gayretle bandı sivilcenin üstüne yapıştırdı. Her şeyi olduğu gibi bıraktı. Donunu giydi. “ Oh,be. Rahatladım, “ dedi, gayet mutlu, gidip yattı.
***
Selami ’ nin karısı, her zaman olduğu gibi, erkenden kalktı. Çayı ocağa koydu. Sonra kapı girişindeki, yere atılmış ceketi kaldırdı, ayakkabıları düzeltti. Misafir odasının kapısını açık görünce, içeri girdi.. Bütün koltukların, sehpaların duvar dibine itilmiş olmasına bir anlam veremedi. Halının ortasında duran aynaya, tentürdiyotla, açılmış yara bandı kutusuna da..
Hele aynanın tam ortasına yapıştırılmış, yara bandına hiçbir anlam veremedi..
* Necip Mirkelamoğlu ‘ nun, RAKINAME ‘ sinden.
YORUMLAR
Hayatın içinden bir dolu yaşanmışlık, kimi sarhoşluk halleri, kimi sivilce ile verilen amansız mücadele... Rakı ve bira sosyalleşme aracıydı geçmiş zamanda da bu zamanda da, ipin ucunu kaçırmamak kaydı ile... Yine de çoğunun muhabbeti içince çekilmese de, hoş sohbet olup ortama neşe katanlarda azımsanmayacak kadar çoktur. Kutlarım değerli kalem Orhun Beyi bizimle paylaştığı için...