- 415 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
CEYHUN ATUF KANSU
Yıllarını Anadolu halkına adamış, onlarla iç içe olmuş, dertlerini paylaşmış bir ozan Ceyhun Atuf Kansu. Onun bu kişisel çabalarına burun kıvıranlar çok. Onlara göre, büyük kentlerde oturup ahkam kesmek yerine, gidip Anadolu’da yitmek saçmadır. Halkçı, devletçi, toplumcu onlardır. Halkı bilmeseler de, alışverişleri olmasa da. Bir gün ne yapar yapar, akıllarındakini gerçekleştirir, egemen olurlar. Beklesin halk. Onlar için iyi duygulara, düşüncelere sahip olmaz yetmez mi?
Hadi gittiniz Anadolu’ya. Hadi var gücünüzle çabaladınız. O sizin akılsızlığınız. Ama bir de halk için şiirler yazıp onları yüceltmeye, övmeye filan giriştiniz mi yandınız. Popülist’siniz. Halk nedir yani. Geliş
igüzel bir kalabalık. Değerli olan aydın’dır. Sırası geldiğinde, o öncülük edecek, evelallah, çekip çıkaracaklar bataktan. Ama nedense, dik bir yokuşun başındalar. Biraz tırmanıp, düşüyorlar. Tekrar tırmanıyor yine düşüyorlar. Yalnızlık ve yabancılaşma asıl kendilerinin. Halk ile birlik olan ne yalnızdır, ne umutsuz.
İlk sıcak somunumu bir dilenciye verdim...Yıldız ışıklarını bütün gökle bölüştüm...Ruhumu bir seccade gibi işledim serdim...Uçurtması çalınan çocuk için dövüştüm. diyor. Altın Halka’da bütün insanları birleşmeye çağırıyor. Bir de bağ bozumu sofrasına. Doğaya vurgun, hayata vurgun bir ozan o. Dünyayı değiştirmeyi kendine iş edinmiş bir hekim.
Yanık Hava kitabı, ’’Şimali Şarkiye gidiyorum’’ şiiriyle başlar. Kansu artık düş gören, hayal kuran değildir. Yirmi dokuz yaşındadır ve kararlıdır:
Şimali Şarkiye giyorum
Lincoln’ün mavi askerleri gibi
hayatla birleştirmeye
Hayatımı vatandaşlıkla birleştirmeye
Bu kararla Ankara’ya veda eder. Geçmişi anar. Atatürk’ün bütün urbalarından soyunması, halkın arasına katılması vardır ya. Halktır ya denizlerin en güzeli aşkla katılır o da. ’’Üşüyen Yıldız’’ gibi, yalnızlığın atlas yorganı altında üşüdüğünü duyar o da. Geçirmiştir aşkları, aşkların mevsimini, küçük kahvelerde, hanlarda, arabalarda ısınır. Yerlileşir hemşerileri arasında. 1948’de ’’Zile’ye Düştü Yolum’’ şiirini Külebi’ye sunar. Ona der ki: Anadolu eski Anadolu değildir. Orta Çağ’daki düzeni tutturamamış bir Anadolu’yu netmeli. Halk neşesini yitirmiş, çalışmanın altın başağı yok olmuş. Çağın istediği bir hayatı, yeni bir canlı türkü’yü nasıl bulmalı ?
Köylerde çocukların dalakları büyür. Renkleri kesilir. Ali ölür 1.5 yaşında Bir köyde ardarda 23 çocuk ölür kızamıktan. Kahrolur ozan. Ama içlerinde, vurulmuş bir yaban ördeğinin yarası da olsa, yeşil ekinler gibi büyüyenler umuttur. Yurdun geleceğinin umudu. Ozan, masallardan, düşlerden yardım umar. Keloğlan’ın sihirli elmasının bulunmasını bekler. Ne yapar, ne eder, bütün gücüyle dayanır, çocuklarına destek olur. Kendi gibi, çocukları sevenleri, köy öğretmenlerini de anar. Ve der ki sonuçta:
Ah halk dediğimiz mübarek toprak
Sana kök salmalı bütün varlığımız
Gecelerden sabahlara büyüyen yaprak
Gibi senden şeklalmalı bahtiyarlığımız
1955’de ’’Haziran Defteri’’ yayımlanır. Dağınık, gevşek şiir dokusu sıklaşmamış, çok söz daha arınmamış ama heyecan durulmuş, yerini bilgelik almıştır. Şiir öyküden kurtulamasa da anlatım iyice berraklaşmıştır. Dizesiz, kolay yazılmış şiirler. Ama iyi yazılmışlar. İyi, güzel namuslu olanın, vazgeçilmez dirimin, çocukların, anaların şiirleri.
Bağımsızlık Gülü: 1965’te basıldığı zaman toplumcu şiir adına bir kazanç oldu. Şiirlerin bir bölüğü ’’Haziran Derfteri’’ ve ’’Yanık Hava’’ dakileri sürdürüyordu. Ötekilerse, hem biçim, hem de özde yenileşmeyi gösteriyordu. Ozan, saptadıklarını anlatmakla kalmamıştı. Dertlerin, yoksullukların, ezikliklerin çaresi vardı. Bu çare insanın elindeydi.
Kitap, ’’zalimliğe, gericiliğe, karanlığa yuh, el değmedik topraklara, işlenmedik madenlere, özgürlükleri yok eden şaha yuh diyordu.
Güzellemeler, ağıtlar, koçaklamalar duru bir dünya görüşünün ışığında yazılıyorlardı:
Lambayı yaktım geceden
Soldu mu yüzün inceden
Taze toprağını eşerler şimdi
Atını yaparlar meşeden
Artık halkın gelenekçi şiir düzeni ozanınkine iyice yedirilmişti. Yepyeni bir güzellik doğmuştu. Şiir örgüsü sıklaşmış, çok söz arınmıştı:
Köy evinin direğinde örümcek
İsmail’in gözlerine inecek
İsmail’in bir kırmızı entarisi entarisi
Börtü böcek kırmızısı sarısı
Nasıl da sessiz yatar garip kuzusu
Aman doktor beyim çaresizim vay
Artık İsmail doğanın bir parçası diye anlatılmıyordu. Bağ bozumu sofrasında başlayan anlayış tersine dönmüş, doğa İsmail’i iyi anlatmak için araç olarak kullanılıyordu. Yurttan dünyaya açılış da artık bu açıdan idi. Franko’ya, Lumumba’ya, Cezayir!e, Kara derilinin horlandığı Amerika’ya bakan gözler, Atatürk Devrimcisinin , bağımsızlık ozanının gözleriydi. Bayraktı Mustafa Kemal, 1921’de bozkırlar ortasında bağımsızlık imecesi kurmuş Mustafa Kemal. Gerçi, kentlerin üstünde, ’’satılık adamların pis dişleriyle kemirdiği gökyüzünde’’ umutsuzluk bulutları vardı. Ama:
Yerden alıp o gülü
Hangi gülü?
Bir topçu neferinin
Sakaryalı yaz toprağında
Sıcak kan gülü.
...........
Hangi yerine?
Mustafa Kemal’in bahçesine
Bir ulusun suladığı beslediği
Yediveren bağımsızlık gülü
Ozana göre, yapılması gereken şey budur.
Buğday, Kadın, Gül ve Gökyüzü adlı kitabında ozan bütünlüğe önem veriyor. Şiirler birbirleriyle ilintili. Zorlamaya, yapmacıklığa düşmeden birbirinden ayrı zamanlarda yazılmış şiirlerin biribirlerini bütünlemesi , yani şiire adından başlaması güç bir iş. Usta işi. Çeşitli ülkelerin halkları, o halklar için savaşanlar doğal ve toplumsal düzeni içinde anlatılmış, bir ansiklopedik şiir çıkmış ortaya. Yine de şiir ezilmemiş diri kalmış. Peki neden?
Ozan artık biçimin iyi ustasıdır da ondan. Konusunu iyi biliyor. da ondan.
,Daha önemlisi, konusuna toplumcu bir açıdan baktığı halde didaktik değil, lirik bir anlatımı yeğlemiş de ondan:
Oyuncağıdır yel çocuğun
Pirinç başakları sallarken
Bulanık sıcağı tarlanın
Vurur ananın yanık göğsüne
Ananın göğsü pişmiş toprak
Yüz avuç, yüz avucu da beylere
Konaklarda bülbül dinleyen beylere
Toprağa yatırdığım sen gölek kuşum
Bekle, südümü bile çalmışlar kanımdan
Hindistan’ı parya, Kuzey Asya’yı Kırgız atlısı ile ile anlatmış. Macar demircisi Mikloş, hem nalbanttır, hem keman çalar. Budin günlerinin, Petöfi’nin, bağımsız buğdayın ovalara saldığı koçak Macar atlarını nallar. Yazın ay ışığının ezdiği Ağustos harmanlarında keman çalar Mikloş, sevgilisine. Sonra salar atını halk andının yeşeren çayırlarına, bütün Macar yiğitleriyle birlikte özgürlük için ölür Mikloş.
Polonez’de Vistül, yüz yıllar boyu at nallarıyla ezilmiş diri buğdayların yeşil kanıdır, öyle akar. Sevişme orda da yaşamın simgesidir. Ama savaşlar gelir ansızın. Polonya düşer. Şarkılar dayanır yine de, çocuklar ağız mızıkalarıyla. Ölüm bir direnmedir.
İsveç, Tristian ve İzolde’nin birbirini çağırdIkları yer. Başaklar var, kardeş kavgası yok. Ormanlarında geyiklerin en güzeli uyur, uyanır.
Hiç biri dokunmadan geçilemez:
Kutsal tepeden iniyor halk, ezilenler
Düğünleri, törenleri sofraları ayrı
Birleştiriyorlar düğünlerini, törenlerini, sofralarını
Beyzadelerin düğünlerine, törenlerine, sofralarına karşı
...........
Tedirgindir Afrika, Afrika’da Cezayir, Fransa, ozanların Fransa’sında yıllar sonra devrim yasası bozulmaktadır.
Anadolu ise: Muş ovası ile, yaz gelini ile, bir top gelincikle, Pir Sultan’la simgelenir:
Tanrı bir güldür açar insanda
Tanrı bir dildir söyler insanda
Bir eldir uzanır seher vaktinde
Tutar sımsıcak insan elini
Bir el bir ele, bir el bütün ellere
Dünyayı insanın bahçesi yapmaya
Tanrı bir eldir uzanır kuşluk vakti
Birleşmeye..Ellerimizle, insan ellerimizle
Bu dünya işte bizimdir. Görülüyor ki ozan dönüp bağ bozumu sofrasına varmış. Ama bu varış bir kısır döngü varışı değil, gerçek bir varıştır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.