- 550 Okunma
- 2 Yorum
- 3 Beğeni
609 – BAHAR SEVİNCİ
Onur BİLGE
“Bahar Sevinci,
Senin yerine yalnızlığım sokulmuş yanıma, geçmiş soluma, girmiş koluma. Karmaşık, ıssız ve dar sokaklarında dolaşıyoruz Kaleiçi’nin. Baştan sona aşk olmuşum, ben diye bir varlık kalmamış. Farkında değilim seninle konuşmakta olduğumun. Karşıdan gelen bir adam tuhaf tuhaf bakınca yüzüme, kendime geldim. Aklımı kaybettiğimden şüphelendim. Hiç böyle bir şey yaşamamıştım o zamana kadar.
Yaşanmışlıklarımızın izlerini seyrede seyrede ilerliyorum seninle beraber gezdiğimiz yerlerde. Oturduğumuz banklara, masalara anılarımız sinmiş. Hayalin geliyor meltem yüzüme değdikçe. Hülyalarım seninle başlamış, bitmek bilmiyor. Anılarımız, aşkın, badem ağacı, bir de umut… Gün geçtikçe daha da artıyor acı. Aşkın ıstırabı yiyip bitiriyor beni!
Yalnızlığım, öyle böyle bir şey değil! Sıradan değil! Nasıl desem? Dağların zirvelerinde metruk ve tek bir evin yalnızlığı… Kapısı hiç çalınmayan ıssız bir evin…
Sevin! Ayak seslerimiz susmuş kalmış ara sokaklarda. Köşe başından dönüşlerinin hayali kalmış sadece. Kapıdan içeri salınarak süzülüşlerin… Girişteki her zamanki yerindeki hayalin… Hiç görülmemiş sanki hiç olmuş.
O dükkân olduğu gibi duruyor ama kimlik değiştirmiş. Kim bilir o sahnede hangi piyesler oynanmış ve seyredilmiş. Kimler gelmiş gitmiş, kimlere misafirlik etmiş.
Ben oradayken bir akşamüstü Yaşar Kemal gelmişti dükkânıma. O kadar şaşırmıştım ki adeta dilim tutulmuştu! Hemen kalktım yerimden, coşkuyla karşıladım. Duvarlara asılmış büyük boy bezden panolara yazılı şiirlerim dikkatini çekmiş. Başını uzatmış içeriye, gözlerini gizleyen gözlükleriyle okumaya çalışıyordu. “A! Yaşar Kemal!..” diye haykırdığımı hatırlıyorum. Hatırladıkça utanıyorum. İçerdekilerin hepsi ayağa fırladı.
“Buyrun Efendim! Buyurun, fakirhanemize! Bir çayımızı için lütfen!” dedim, gözlerimde sevinç pırıltıları… Davetimdeki içtenlik ve mutluluğu gördüğü için olacak, tevazuyla icabet etti. Başköşeye buyur ettim. Ellerimin tir tir titremesine mani olamıyordum. Hemen geçtim ocağın başına, çayını doldurdum. Kendi ellerimle ikram etmek için askıya koymak zorunda kaldım. Askı ne kadar sallansa üstündeki bardaklarda olan dökülmez. Kısa mesafe için askı kullanmama şaşırmış olacak, yüzüme hafif bir tebessümle: “Anlıyorum.” dercesine baktı. Yanına gelince heyecandan dizlerim iyiden iyiye tutmaz oldu. Çay tabağını olanca dikkatimle tuttum, buna rağmen üstündeki dolu bir bardak olduğu halde tıkırdadığını işittim.
“Buyrun Efendim!” diyerek uzattım. “Ne kadar heyecanlandım sizi buralarda görünce! Hele davetimize icap etme nezaketini gösterince…” diye bozuk cümlelerle bir şeyler geveledim. Heyecanım sesime de yansımıştı. Nikâhımda “Evet!..” derken bile sesim öyle titrememişti.
“Teşekkür ederim, Efendim.” diye mukabele etti. "Rica ederim rahat olunuz. Biz de sizin gibiyiz. Hiçbir farkımız yok birbirimizden. Biz de halk çocuğuyuz. Eşitlik savunucularındanız öncelikle.” dedikten sonra, göz gezdirdiği panolardaki şiirlerin kime ait olduğunu sordu. Bana ait olduğunu duyunca yüzüme daha bir alakayla baktı. “Sizi tebrik ederim! Çok beğendim! Sakın yazmayı bırakmayın. İlerde çok yazmanın mutlaka faydasını göreceksiniz.” diye iltifat etti. Yazma hevesimi kırmadı. Mahcubiyetim had safhadaydı. Yanaklarım al al olmuş olmalıydı. O kadar yanıyordu ki!
Onun mekânıma teşrif edeceğini bilseydim, bir gün öncesinden etrafta bana ait yazı namına ne varsa kaldırır, okumasını engellerdim.
Benim karalamalarım ve edebiyat konusunda üstat, meşhur bir kişi! Aman Allah’ım! Hepsi duvarlarda asılıydı. Hangisinin önüne durayım, hangisini perdelemeye çalışayım! Hepsi de kabak gibi ortadaydı!
Onu merak ve ilgiyle izleyen gençlere de çalışma ve başarma konusunda hedef belirleme ve azmetme konulu veciz bir konuşma yaptı. Çok kalmadı, İskele’ye doğru aheste aheste, deniz manzarasını seyrede seyrede yoluna devam etti. Arkasından baktık. Ayağında açık kahverengi bolca bir keten pantolon, iki parmak kalınlığında koyu kahverengi deri bir kemer, üstünde de kısa kollu krem rengi yazlık gömlek vardı. Her haliyle ne kadar da doğaldı!
O da senin benim gibi bir insandı. Ona bu ayrıcalığı veren düşüncesi, tecrübesi ve kalemiydi. Halkın içinden çıkmış, halkın dili olmuştu. Yaşayış tarzlarını dikkatle izlemiş, romanlarında kare kare resmetmişti. Dertlerini sıkıntılarını içinde hissetmişti. Yazdıkları, gözlemlenerek değildi de sanki bizzat yaşanmış gibiydi. İşte onu başarıya ulaştıran da oydu. Kendisi ne kadar doğalsa, kalemi de o kadar doğaldı.
Büyüklenmenin küçüklerde, tevazuun büyüklerde olduğunu bir kere daha görmüş oldum ve yanımdakilere gösterdim. Kibrin aşağılık duygusunun göstergesi olduğunu fark ettim ve anlattım. Kendisine güvenen kişinin büyüklenmeye ihtiyaç duymadığına dikkat çektim. Bilmem artık ne kadar tesiri oldu onların üzerinde.
Beni fena halde etkiledi! Aslında yazdıklarımın edebi bir değeri falan yoktu. Gayet iyi biliyordum, o da biliyordu. Beni yüreklendirmek için övmüştü. Belki de her yazıp çizene aynı şekilde davranıyor; yazılanlarda sanatsal bir değer aramıyor, içtenliğe bakıyor, iç döküşün devamı için iltifat ediyor, en azından rahatlamak için yazmaya teşvik ediyordu. Bunu nerden çıkarıyordum? Ben öyle yapıyordum da ondan…
Yanıma gelen ortaokullu ve liseli gençlerin çoğu, aşk benzeri duygularla kaleme sarılıyor, uzun uzun yazacak kadar güçlü olamadıkları için hemen şiire sığınıyorlardı. Kendilerine bile kolay kolay itiraf edemedikleri duygularını, çiçek böcek resimleriyle süsledikleri şiir defterlerine döküyorlar, bazıları utana sıkıla birkaçını bana okutup fikrimi soruyordu. “Olmamış! Boş ver sen şiire miire! Kabiliyet meselesi bu, her şeyden evvel…” falan diye mars mı etseydim! Ben de Yaşar Kemal’in bana dediklerine benzer sözler söylüyor, sanat yapamıyor olsalar da içlerini dökmelerinin devamını sağlamaya çalışıyordum.
Öyle güçlü duygular vardır ki dışa vurulmaz da içte biriktirilirse, insanı perişan eder, intihara bile sürükler. Hele bazı gençler, ilgi duydukları kişilerden, benim senden gizlediğim gibi hislerini gizlerler. Ben yaşımdan başımdan, cemiyette iyi bir yer edinemediğimden, onlar da refüze edilmekten çekindikleri için sevdikleri kişilere aşklarını itiraf edemez, içlerine dert ederler. Sonra da o derle baş edemez, intihar etmeye yeltenirler.
Özellikle ilk defa aşık olanların sözleşmiş gibi dillerine pelesenk ettikleri bir söz vardır, aşkın acayip tesirinden birinden kaynaklanan: “Hayattan zevk almıyorum! Ölmek istiyorum ben!” derler. Bunun tercüme edilmiş hali şöyledir: “O kadar çok seviyorum ve onu o kadar sık , o kadar çok görmek istiyorum ki, göremediğimden hayattan zevk alamaz haldeyim. Böyle olacağıma ölsem daha iyi!”
Ben de zaman zaman demiştim, bu yaşımda, buna benzer şeyleri ama hemen toparlamıştım kendimi. Onlar benim kadar güçlü olabilirler ya da olmayabilirler. Belki de hislerine yenilirler. Çocuklar ve gençler, yetişkinlerden daha gururludurlar. Gururlarının sebebi malum… Eksik oldukları kanısındandır. Aşağılık kompleksindendir yani. Kendine güvenen, yerini bilen, büyüklenmeye gerek duymaz. Zaten başkalarınca nasıl değerlendirilirlerse değerlendirilsinler, kendilerince olmak istedikleri yerdedirler. Onun için oldukları gibi görünürler.
O zamanlar daha seninle tanışmamıştık. O dükkâna sen de geldin. Hayatımın akışını değiştiren, bir anlamda beni sonsuz mutluluğa boğan, bir anlamda da mahveden sen… O zamanlar ben kendi halinde, evli ve üç çocuklu, sıradan bir esnaftım. Hayatımı alt üst, kafamı allak bullak, ruhumu boz bulanık ettin. Yağmurla gelmiştin, ortalığı toz duman ederek gittin!
Ne kadar sevinmiştim gelişine! Yağmurlu bir bahar günü, ıpıslak önlüğünle geldiğinde baharlar getirmiştin, karakışa gömülen dünyama. Hüzünlü bir sonbahar başında, başında telinle duvağınla İzmir’e gelin gitmiştin. Aklımdan ruhumdan çıkmıyor bu ikisi! Bu iki duygu arasındaki uçuruma düşüyor, paramparça oluyorum! Hislerim kan revan içinde…
Sen her şeyden habersizdin. O gün Düğün Marşı’yla geldin salona, İzmir Marşı’yla gittin!
Romantik bir bahar şarkısıyla geldin, aşk şarkıları söyledin, söylettin o gezdiğimiz yerlerde, ardında hüzzam makamında şarkılar bırakarak gittin.
“Bu ne sevgi ah, bu ne ıstırap!.. Zavallı kalbim ne kadar harap!”
Hüzün Bulutu”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 609
YORUMLAR
Hiç böyle bir şey yaşa (ma) mıştım o zamana kadar.
öyle böyle bir (şey) değil. Yada bir gereksiz. Parantezlerle belirttiğim gözden kaçan yerler anlam bütünlüğüne zarar veriyor cümlede.
Sabah Necmetdin 'in koluna girip onunla gezdim. Hasbihaline ortaklık ettim yer yer. Ve O güzel anıya yerleştirilmiş nasihatleri de olumlayıp ilerledim. Ondaki hüzne ortak içim şuan.Duygu aktarımı oldukça güzel. Hüzün kapıyı araladığında huzura doğru bir trend başlar.
En baştan beri yazının misyonunu biliyor ve takdirle geziyorum satır aralarında. Yokmuşum gibi yapsam da yazı ve şiirler bitinceye ;Bu güzel yazılara olan borcumu ödeyinceye kadar olmaya da devam edeceğim.(Allah Ömür verirse)
Sevda; Tohuma indirgenmiş halidir istikbalin.önce çürüme başlar ardından filiz daha sonra meyveler dökülür önümüze. Necmetdin de toprağa düşmenin hallerini bihakkın yaşıyoruz. Can bulsun diye verilen suyun onu çamura gark ettiği bu evreler geçince okuyacaklarımızı merak etmekten alamıyorum kendimi. Kaleminiz kavi olsun.
Hayırlı sabah, sıhhatli ömür.
Onur BİLGE
Not: KELEBEK var sırada. :)
yeğinadnan
Ben teşekkür ederim.ister istemez oluyor cümle hataları kusur olarak görmemek lazım noksanlık insanın insan olmasındandır.
Kelebekle buluşuncaya kadar Sevgi ve Selam.