- 874 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
Mehmet Akif'in Çok da Bilinmeyen Hayatı
Şairinin hayatı ve yaşam çizgisiyle ilgili bilgimiz olduğunda şiirler daha iyi anlaşılır, daha doğru tahlil edilir.
Bilgi edinmemiz belgelere kalmışsa, işin içine biraz da tarafgirlik girdiyse herkes beğendiği telden çalmaya başlar. Oysa bunu yaparken de belgelere ve kaynaklara dayanarak düşüncelerimiz savunursak inandırıcılık artacağı gibi bu konuda fikri olmayanların araştıracağı, aynı düşüncede olmayanların da bilgileneceği bir çalışma çıkar ortaya…
Mehmet Akif ERSOY, bu konuda üzerinde çokça spekülasyon yapılan şairlerimizden biridir.
Özellikle belli siyasi görüştekilerin şiirlerin çokça seslendirmesiyle ve ‘İstiklal Marşı’ şairi olmasıyla üstü örtülü bir dokunulmazlık verilmiş gibi bir ortam oluşma ve ( şairin bugün kendi canlansa şiddetle itiraz edeceğini düşündüğüm ) kendi dokusunda asla olmayan melekeleri ona yakıştıracak bir hava yaratılma gayreti uzunca bir süredir sezilmekte.
Bize bir vatan armağan etmiş, cumhuriyetimiz kurmuş Büyük Önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK için bile ( O’nu koruma kanunumuz olmasına rağmen ) her ifade rahatça her mecrada kullanılabilirken, bizim de bu konudaki ‘belgeli görüşlerimizi’ paylaşmamız gerekir diye düşündüm.
Hayatı ve edebi çizgisi hakkında genişçe bilgi sahibi olduğum şairle ilgili paylaşımlarımın kaynağı ÖTÜKEN – SÖĞÜT Neşriyat tarafından hazırlanan 14 ciltlik ‘Büyük Türk Klasikleri’ edebiyat ansiklopedisinin 10 cildindeki 340 – 351. sayfalar arasındadır. ‘Yirminci Asırda Türk Edebiyatı’ başlığı altındaki bu bölümleri Prof. Dr. Orhan OKAY ve Prof. Dr. Şerif AKTAŞ hazırlamıştır.
Şair hakkında bilgi verilen ilk cümle “Safahat ve İstiklal Marşı şairi ve ‘İSLAM BİRLİĞİ’ idealinin temsilcilerindendir.” diye başlar.
Mehmet Akif’in ümmetçi bir bakış açısıyla tüm yaşamını sürdürdüğünü ve şiirlerini de bu minvalde verdiğini biliyoruz. O nedenle Milli Marşımızın yazımı nedeniyle kendisine verilen ‘Milli Şair’ unvanı onu pek de mutlu etmemiş olacak ki kısa bir süre sonra Mısır’a giderek ömrünün son zamanlarına kadar orada kalmayı yeğlemiştir.
“Birinci Meclise Burdur milletvekili olarak giren Mehmet Akif, birinci meclisin dağılmasından sonra kendi idealinin tahakkuk ettiğini görememesinden dolayı kırgın olarak Mısır’a gittiği bilinmektedir.” (s:350)
Çünkü Mehmet Akif’e göre İslam birliği için iki önemli engel vardır:
- Birincisi: Birinci ve en önemli olan Batı hayranlığı ve din aleyhtarlığı,
- İkincisi: Kavmiyetçiliktir.
Bu konudaki düşüncesini ( onunla ilgili bilgi veren kaynaklara pek alınmayan) şu dizeleriyle aktarır:
“Müslümanlık sizi gayet sıkı gayet sağlam
Bağlamak lazım iken anlamadım, anlayamam,
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize!
Fikr-i kavmiyyet’i şeytan mı sokan sizin zihninize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı,
Aynı milletin atında tutan İslam’ı
Temelinden yıkacak zelzele kavmiyettir.” ( s:348)
Özellikle “Fikr-i kavmiyyet’i şeytan mı sokan sizin zihninize?” dizesi üzerinde çokça düşünülmelidir!
Bu dizelerden de anlaşılacağı gibi Akif’in milliyetçilik anlayışı ‘İSLAM’ olduğu sürece geçerli. Arada bir tercih yapılacaksa da bu, ümmet birliği olmalıdır. (!)
1912 – 1913 yıllarında Mısır ve Medine’ye birkaç aylık seyahatler yaptıktan sonra Umur-ı Baytariye Müdür Muavinliğinden istifa ederek 1914’te Harbiye Nezaretinin kurduğu ‘Teşkilat-ı Mahsusa’nın verdiği görevle Berlin’e gitti. Daha sonra 1917’de yine aynı yoldan görevlendirmeyle Arabistan’a ve Lübnan’a giderek oralarda bir süre kaldı.
1.Dünya Savaşı’nın yaşandığı ve Kurtuluş Savaşı’na Anadolu’nun hazırlandığı bu yıllarda vatan toprağında yapması gerekenler varken daha sonra Milli Şair unvanı alacak şairin ziyaret ettiği yerler hakkında iyi düşünülmelidir.
Bu süreç, Almanya’nın İslam ülkelerinde yaptığı bir çağrıyla başlar. Almanya, İslam birliğinin dağılmak üzere olduğunu, farklı nedenlerle birbirlerinin ayağına gitmek gibi algılandığından görüşmelerin yapılamadığını belirtir ve ‘geliniz, bende toplanınız’ der. 1914’teki görevlendirme işte budur.
Ümmetçi bir şairin, üstelik bu toplantılar başlamadan da İslam ülkelerini gezen bir şairin bu çağrıdaki ‘ince hesabı’ görmezden gelmesi ilginçtir.
Türk tarihindeki ‘milli değerlere bağlılık’ Osmanlı dönemiyle bir hayli zedelense de tekrar toparlanmaya başlandığının görülmesi Almanya’yı çok rahatsız eder ve Türk milliyetçiliğinin önünü kesmek, halkın ‘dini duygularındaki hassasiyetini’ sürdürmek ve böylece milliyetçilikte güçlü bir rakipten kurtulmak için böyle bir çağrı yapar ve ne yazık ki uzun sürece baktığımızda verdiği emeğin semeresini alır ve başarılı olur!.. ( Kara Ses’lerin Cemalettin Kaplan’ların ve daha bir çoğunun hâlâ bu ülkede yuvalanması ve uzantıları yoluyla insanımıza ulaşma çabası da bir tesadüf olmasa gerek. )
Bütün İslam ülkelerinden gönderilen heyetler altı ay ‘hizmet içi eğitim’ gibi bir süreçte beraber olurlar ve hepsi döndüklerinde ‘ümmet birliği’ için çalışmaya başlarlar.
İslam Birliğinin devamının Almanya’yı neden ilgilendirdiği ya hiç sorgulanmaz ya da o dönemde ortak amaca yönelik oldukları için kimseyi rahatsız etmez.
Safahat adlı eserinde bu amaçla yaptığı konuşmaları ve yazdığı şiirleri vardır şairin. 1920’de sık sık Kastamonu’ya giderek Nasrullah Camii’nde vaazlar verir, Konya’daki isyanı bastırmak için gönderilen heyette görev alır.
1921 başlarında düzenlenen ve uygun şiir bulunmadığı için üç kez tekrarlanan Milli Marş şiir yarışmasına katılmaz!..( Ödül olarak para verilmesini kabul etmediğini belirtir ama daha sonra bu ödülü alarak bir kuruma bağışlar. Bunu daha önce de yapabilirdi, yazmayı yürekten isteseydi!.. ) Atatürk’ün isteği doğrultusunda Maarif Vekili Hamdullah Suphi’nin gönderdiği bir yazı ile katılımı istenir!..
12 Mart 1921’de Milli Marş olarak kabul edilir.
...................
İnsanımız, tüm edebiyat dönemlerimiz de sadece iki şaire ‘toplumsal bir liyakat unvanı’ vermiştir:
- Birincisini, Tanzimat 1 döneminin büyük şairi Namık Kemal’e ‘vatan bilincini topluma aşıladığı için’ bu unvanı vermiş ve büyük şair de hayatıyla bedel ödediği halde duruşundan hiç geri adım atmamış ve Magosa zindanlarında kemik veremi olarak gencecik yaşta hayatını kaybetmiştir.
- İkincisini, Milli Marşı’mızı ( açılan üç yarışmaya katılmayıp görevlendirmeyle ) yazdığı için Mehmet Akif’e vermiştir ve o da ümmet bilinciyle ilgili yönetim oluşmayacağını görünce şeriatla yönetilen Mısır’a gitmeyi yeğlemiştir!
Bazı ‘şiir eleştirilerinde’ özellikle İstiklal Marşı için yorumlarda sık sık Türk sözcüğüne gönderme yapılarak ‘demek istemiştir’ söylemlerinin ayağı yere basmaz!..
Mehmet Akif, gerçekten kalemi çok güçlü bir şairidir. Öyle demek isteseydi derdi!.. DEMEMİŞ!
Şiirin bütün kıtalarında İslami terimler geçerken ( millet sözcüğünden de ne anladığını şiiriyle aktardım ) kadim tarihimize hiçbir gönderme yapılmaması, içinde ( kavmiyete karşı çıktığı için olsa gerek ) Türk sözcüğünün hiç kullanılmaması, Abdülmecit döneminde 1844 yılında hilal ve yıldızın o dönemki son hali sembol olarak kabul edildiği halde şiirde sıkça olarak ‘hilal’den söz edilmesi bile, İslami ögelere yapılan güçlü bir göndermelerdir.
Çünkü yıldız, Türk devletlerinin sembolüydü.
( Bugün Türk bayrağında yer alan hilal ve yıldız motiflerinin binlerce yıllık bir yolculukla bugüne kadar geldiğini ve orijininin Türklerin de ataları olan kadim dönemlerde yaşamış uygarlıklara dayandığını görülür. Sonuç olarak, tüm dünyanın bugün İslam dininin sembolleri olarak kabul ettiği hilal ve yıldızı; aslında Türklerin İslam’a bir sembol olarak kazandırdığı da bilinir. )
Üstelik bayrak için de ‘al sancak’ göndermesi, Osmanlıyı yıkıp yeni bir devlet kurulduğu dönemden Osmanlıdaki adıyla geçirmesi de neyin devamlılığını istediğini anlatması yönünden ilginçtir.
Ömrünün son yıllarını Mısır’da geçiren şair, önce sıtma daha sonra da siroz olmuş, bir hafta süren gemi yolculuğundan sonra İstanbul’a vardığında yaşadığı şartların muhakemesiyle olsa gerek: “Allah ( varsa) benim ömrümden alsın Mustafa Kemal’e versin.” demiştir.
Marşla ilgili en bilinen cümlesi de ‘Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın’dır.
AMİN!...
Saygılarımla…
25. 10. 2020 Serap IRKÖRÜCÜ
YORUMLAR
Merhaba değerli Yazar’ım
Konu dağıtmamaya çalışacağım çünkü bu konu Abdülhamit hayranlığı (tasvip ettiğim icraatları çoktur ama sonuçta tek otoritedir özgürlükler adına idollerimden değildir) yükselince Mehmet Akif’in istibdat karşıtlığı ve muhalifliğiyle çok tartışılan bir konudur
Tacettin dergâhı ve o dönem konjonktürü üzerinden değil de (çünkü konu çok uzar, en son arkadaşlarla bu konuyu yüz yüze saatlerce tartışmışızdır) Milli şairin kimliği üzerinden fikrimi söyleyeceğim, kaynaklar el verdiği ölçüde
Milli mücadelenin her safhası (teşkilatı mahsusa dâhil) her cephe mücadele eden bir kişilik
Doğrusuyla yanlışıyla, dünya görüşüyle
Öyle bir dönemdir ki Halide Edip Adıvar’ın bile çok başka şeyler savunduğu ve tabi ki kahramanların da bir tufandan kafa karışıklığından yorgunluklardan geçtiği dönemler
Enver paşa örneği mesela ümmetçilikten Turancılığa geçişi, sonra çok insanın manda fikrinden Mustafa Kemal önderliğinde vaz geçip ayağa savaşmaya kalktığı dönem
Enver paşa da öyledir dönem dönem kahraman (kendi öz torununun hatıratlarını kendi el yazısından görmezler ihanete uğramasını ona hainlik olarak yüklerler)
Her şeyden önce insandırlar hatasız olmak Allah’a mahsustur öz benlikleri gelişmiştir ki gelişmemiş olsa bir kenara siner kalırlardı
Konuyu dağıtmadan çünkü o kadar tartışılan ve uzun bir konudur ki ne denmiş Milli şaire;
Önce Mehmet Akif Ersoy hakkında ne söylenmiş müsaadenizle bir kaynaktan alıntıyla belirteyim;
Onun kudret kaynağı İslami imandır. İnanmak kuvvetli olmak demektir. Mehmet Akif, mü'mindi ve samimiydi, bu yüzden kuvvetliydi. O'na şiir yazdıran, bu iman olmuştur.
Hasan Ali Yücel
O, Türklerin liderliğinde, tüm Müslümanların birlik beraberliğini istedi. Akif, Müslümanları hurafelerden, geriliklerden, kölelikten, ezilmişlikten uzak tutmaya çalıştı. Yükselmeyi ve bağımsızlığı herkese aşılamaya çalıştı. Müslüman halkları, İslam bağıyla birleştirmeye gayret etti. Evet, ona tam bir "İslam Şairi" diyebiliriz. Kuvvetli, imanlı, ateşli bir İslam şairi!
Hasan Basri Çantay
Milli şari dediğimizde, milli ve manevi değerlere sahip olmayı anlıyorsak; bir deha sahibi olan Mehmet Akif'in önünde saygıyla eğilmeliyiz. Hiç kimse Akif kadar milletin ve memleketin halini ortaya koymamıştır. Akif'ten daha büyük bir İslam ve Türk şairi yoktur.
Cenap Şahabettin
Benim sevdiğim Akif şöyledir:
-Müslümanlığını politikaya alet etmemiştir.
-Asla ikiyüzlü olmamış, olduğu gibi görünmüştür.
-Kendi kusurlarının söylenmesine asla kızmamış ve küsmemiştir.
-Sırrımızı, menfaatimizi, maddi ve manevi mukaddes değerlerimizi emanet edebileceğimiz, güvenilir bir dosttur.
-Bir çocuk kadar temiz ve bir kadın kadar nezaket sahibidir.
Mithat Cemal Kuntay
O, şiir şeklinde hikâyeler, nasihatler yazan, inançlı, temiz, lekesiz, evliya gibi bir şairdir. O içimizi rahatlatır. Vatan evlatlarına örnek göstermek için O vardır. Her yaptığının hesabını verebilecek ahlaktır. İstanbul semaları gibi açık bir alınla karşımızda duran Akif'in varlığını bilmek ne güzel!...
Nihad Sami Banarlı
…
Mehmet Akif Ersoy Tacettin Dergahı'nın duvarına ilk mısrayı yazdıran duyguyu Eşref Edip'e şöyle anlatmıştır:
"Boş odaya girdiğimde benim bugünkü sıkışıklığımda bir Müslüman daha yaşadı mı diye düşündüm. Ülkenin her yanı düşmanla boğuşuyor diye düşünürken Peygamber Efendimizin Mekke'den Medine'ye yanında sadece Hz. Ebubekir ile Hicret'ini hatırladım. Ebu Cehil'in yanında binlerce insan vardı. Mağaraya sığındıklarında Ebubekir'in endişelendiğini fark edince "Korkma Ebubekir. Allah bizimledir" deyişini hatırladığım zaman Peygamberimizin daha büyük bir zorlukta teslim olmayışı aklıma geldi ve böylece ilk mısrayı yazdım."
“Mehmet Akif, şiire, ‘Korkma’ diye başlamış, ‘Korkma’, Tevbe Suresinin 40’ıncı ayetidir aynı zamanda. İstiklâl Marşımız, ayetle başlamış, ayetlerle devam etmiş ve yine ayetle bitmiştir. Mısralarında, ezanlara, şehitlerimize değinmiş, Yüce Allah’ın ismini defalarca tekrar etmiştir. Mehmet Akif, Kur’an-ı Kerim’deki ayetlere, Hz. Peygamberimizin hadis-i şeriflerine mısralarında yer vermiş, şiir diline çevirmiştir”
“Yırtarım dağları, enginlere sığmam…” sözleriyle başlayan dizede apaçık bir “abartı” sanatı bulunmaktadır. Ayrıca şairin “yırtarım dağları” sözüyle, Ergenekon Destanı‘na hatırlatma yapılmıştır. Çünkü Türkler, Ergenekon‘dan dağları eritip – yırtarak kurtulmuşlardır. Bunun için burada “hatırlatma” (telmih) sanatı bulunmaktadır. Son olarak “dağ – engin – bent – sel” sözcükleri arasında “tenasüp” sanatı bulunmaktadır.
Ayın “hilâl” şeklini aldığı hâli, şanlı Türk bayrağında bulunduğu için bayrakla özdeşleşmiştir ve burada hilâl bayrak yerine kullanıldığı için “ad aktarması” (mecaz-ı mürsel) sanatı bulunmaktadır. Beşliğin sonunda da bulunan “Hak” sözcüğü, hem “adalet” anlamında hem de “Tanrı, Allah” anlamında kullanıldığı için, burada “tevriye” sanatı bulunmaktadır. Son iki dizede “Hakkıdır…” sözcükleri tekrarlandığı için “tekrir” sanatı bulunmaktadır. “Hilal – izmihlal – hürriyet – istiklal – millet” sözcükleri arasında anlam ilgisi bulunduğundan, “tenasüp” sanatı bulunmaktadır.
…
Konu çok uzun mevzubahis olan Şair çok büyük üzülerek burada sonlandıracağım
Benim yorumuma katılmayan arkadaşlar olabilir saygı duyarım hepimiz aynı fikirde olsak tek tip insanlar olarak bir kişilik sahibi olamazdık ve bu yoruma tartışmak amacıyla özellikle sizden başka kimsenin cevap vermemesini rica ediyorum
Çünkü bir sağlıkçı olarak çok yoğun yorgun dönemlerden geçiyorum ve deftere ayda yılda bir izin günlerimin dar zamanlarında girebiliyorum tartışmalara zaman ayıramıyorum
…
Arşivime aldığım notlar Milli Şair hakkında neredeyse bin sayfa o bakımdan konuyu da dağıtmamak için, aynı fikirleri paylaşmasak da (zaten özgürlük ve hür irade budur) bilgi ve fikir alış verişi için çok teşekkür ediyorum var olun siz, sizi okumak çok büyük ayrıcalık
En içten saygı ve esenlik dileklerimle
Aşkar…
Serap IRKÖRÜCÜ
Giriş cümlenizden dolayı kendimi bir an ‘Abdülhamit hayranı’ gibi mi algınlandım acaba diye sorgularken buldum. Aman diyeyim!.. ))
O ‘kaygan zemin’ yıllarına ait kaynaklarda epey bilgi var. Haklısınız, Halide Edip için de yazılacak çok şey var… Sırası gelince!..
Enver Paşa’yla ilgili değerlendirmeleri de tarihçilere bırakıyorum…
O yıllarımızdaki ‘zemin değiştirmeler’ için ( daha önce de bir nedenle belirtmiştim) Stendhal’in KIRMIZI VE SİYAH romanı, sosyal dokusu kökten değişen toplumlardaki yer arayışlarını çok güzel anlatır. Hep derim… İnsan her yerde insandır… Öyle olunca da farklı kültürlerde de olsa yaşananlar benzeyince tepkiler de benzeşiyor.
Alıntılarla verdiğiniz örnekler, benim yazımda belirttiğim kaynak bilgileriyle çok tutarlı. Mehmet Akif’in ‘dine bağlılığından - kuvvetli, imanlı, ateşli bir İslam şairi olmasından - Akif'ten daha büyük bir İslam ve Türk şairi olmamasından – Müslümanlığı politikaya alet etmemesinden - nasihatler yazan, inançlı, temiz, lekesiz, evliya gibi bir şair olmasından - … ‘ dem vurulması benim de en çok üzerinde durduğum ve vurgu yaptığım yönleri zaten…
Bunun da onun yetiştirilmesi ve tercihiyle ilgili olduğu da kendi açıklamalarında da var.
İstiklal Marşı’nı teknik ve edebi yönden ( edebi sanatlar ve söylemler) incelemeye kalkarsak böyle birkaç cümleyle çıkamayız. Kalemi çok güçlü bir şair olan Akif, her şiirinde olduğu gibi burada da bu konularda çok başarılı.
Kendisine ‘Milli Şair’ unvanı verilmesine rağmen neden ülkeyi terk ettiği ve ölümlük hale gelinceye kadar dönmediği konusundaki düşüncenizi ve Safahat’ın 5. kitabında yer alan ‘Berlin Hatıraları’nın yazılmasına neden olan gelişmeleri değerlendirmenizi de okumak isterdim açıkçası.
Bir fikir ayrılığımız varsa, burada netleşecek diye düşünüyorum. Çünkü şimdiye kadar olanlar sadece birbirini teyit etti.
Burada çok değinmediğim ama kendisine ‘Diyanet İşleri Riyaseti’ tarafından verilen KUR’ÂN –I KERÎM’in tercümesinin akıbeti ve kitapla ilgili neden böyle karar verdiği hakkındaki düşüncenizi de öğrenmek isterim aslında…
Aslında sizinle bu konuları uzun uzun konuşmak ve paylaşmak isterdim. Kim bilir sizden öğreneceğimiz ne çok şey vardır... :)))
Üzerine çokça makale ve kitap yazılan şairimiz hakkında ( isteyenlerin ulaşabileceği ) arşiv çok geniş gerçekten. Öyle olunca ele alınacak çok konu var…
Ben teşekkür ederim Sayın Aşkar.
Konuya olan ortak ilgimizden dolayı ( parçaları değerlendirip bütüne ulaşmak adına ) samimi katılımınız ve bilgi dolu paylaşımınız için ben çok teşekkür ederim.
Sizi okumak ve derinliğinizi yazılarınızda yakalamak da çok güzel…
Sayfamda hep olmanız dileğimle..
Saygılarımla…
Serap IRKÖRÜCÜ
Aklımdan geçeni söylememek olmazdı!..
Saygılarımla...
Aşkar...
Öncelikle çok teşekkür ederim
Sonra: bu konu o kadar çok tartışıldı ki size bu konu hakkında yüzlerce makale okuduğumu ve çok daha fazlasının arşivimde olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim
Müsaadeniz ve izniniz ile bir çalışma paylaşmak isterim sorduğunuz Safahat’taki ‘Berlin Hatıraları’na dair, aynı duygu ve düşüncelerle, fikirlerle değil farklı bir pencereden
Tercüme konusu hakkında daha sonra yazmak isterim zamanım kısıtlı çünkü o daha uzun bir konu
…
Karakterinin sağlamlığı konusunda hiç kimsenin kuşku duymadığı Mehmet Âkif, devrinin neredeyse bütün aydınları gibi Batı karşısında hayli kırılgan ve naiftir. Bunun en somut ve çarpıcı örneklerini Safahat’taki ‘Berlin Hatıraları’nda görmek mümkündür. ‘Berlin Hatıraları’nın en önemli tarafı, Mehmet Âkif’in 1921’de yazacağı ‘İstiklâl Marşı’nda yer alan ‘Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar’ mısraında şekillenen Batı algısından bir hayli uzakta durduğunu göstermesidir.
Berlin’de kaldığı otelin ‘teknik imkânları’nı anlatırken sergilediği tavra bakılırsa, Batı’yla arasına pek fazla mesafe de koymuyor doğrusu. Hatta, Batı’yla şu veya bu şekilde temas eden hemen herkeste olduğu gibi hiç vakit yitirmeden kıyaslamalara başvuruyor; bu kıyaslamaların bit-pire üzerinden yapılması kimseyi yanıltmasın. Âkif’in temel derdi temizliktir ve Berlin’de kaldığı otelin temizliğiyle birlikte konforu da hayli etkilemiştir şairimizi. Muhtemelen üçüncü sınıf bir oteli, ‘saray kadar mamur’ diye tasvir etmesinin gerisinde, odaların kaloriferli olması ve çarşafların hergün değiştirilmesi dışında pek bir şey yoktur aslında.
Zaten Âkif, kendisi hakkında yazmış hemen herkesin vurgulamayı sevdiği ifadeyle, ‘Batı’nın ilim, teknik ve sanatına değil, kültürüne karşıdır.’ Öyle ki, ‘Alınız ilmini garbın, alınız sanatını / Veriniz onunla mesainize son süratini’ mısraları da bu tespite delil olarak gösterilir. Bu son derece ‘romantik’ bir tahayyüldür ve arkasında, İslâm dünyasının Batı karşısında kendini savunma refleksi yatmaktadır. ‘Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı’ diyen Âkif, bu ‘romantik tahayyül’ün bilincindedir aslında.
Âkif ve pozitivizm
‘Berlin Hatıraları’nı okuyanlar hatırlayacaktır, Âkif bütün kıyaslamalarını modern hayatın icapları üzerinden yapmaktadır. Şimendifer son derece rahat ve süratli bir ulaşım aracıdır mesela. Üstelik o kadar süratlidir ki, gözün haritanın üzerinde gezinmesini andırır bir hızla şehirleri birbirine bağlar. Ayrıca, şimendifer giderken düdük sesi bile duyulmaz, oysa İstanbul’da, durduğu yerde düdük öttürmek diye (bugün de devam eden) tuhaf bir itiyad vardır. Diğer taraftan, modern hayat, ‘yolda lazım olur’ diye insanın yanında azık taşımasını da lüzumsuz hale getirmiştir. Karnın acıktığı zaman girersin lokantaya, yersin yemeğini. Bunun için insanın yabancı dil bilmesine de gerek yoktur, çünkü modern dünyada işaretlerle anlaşmak hiç de zor değildir.
Âkif, ‘Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm / Dolaştım mülk-i İslâmı tekmil virâneler gördüm’ diyen Ziya Paşa’dan tevarüs ettiği bir ruh hali içindedir. Ne var ki, Ziya Paşa ve neslini sarıp sarmalayan ‘pozitivizm’ Âkif’te daha belirgindir sanki. Her pozitivist algıda olduğu gibi, burada da hayli ‘oryantalist’ bir perspektif bulmak mümkündür tabii ki. Kendisinden on yıl sonra doğacak olan Yahya Kemal’in Batı algısının zihninde açtığı gediklerden sıyrılarak ‘Mektepten Memleket’e’ dönmesi en azında teorik olarak mümkün olduğu halde Âkif sanki bu badirenin içinden çıkamamıştır. (Benzer bir tavrın yıllar sonra neredeyse aynı İslâmî iddialarla ‘konuşarn’ Necip Fazıl’da da gözlenmesi hayli dramatiktir.)
İletişim Yayınları tarafından yayımlanan İslâmcılık cildine kapsamlı bir Âkif portresi yazan Fatma Bostan Ünsal’ın da işaret ettiği gibi, Batıcıları kimi zaman kıyasıya eleştiren Âkif, pek çok konuda onlar gibi düşünmektedir. Berlin’de gördüğü Avrupa, uzun süre Âkif’in düşüncelerine kılavuzluk edecek, ‘Dönemin hâkim felsefesi pozitivist felsefenin etkisiyle, çevre şartlarının belirlediği insan anlayışından ziyade, çevresini, şartlarını değiştirmeye kabil, sürekli gelişme meyli olan’[1] insan anlayışına ağırlık verecektir.
İslâmcılar da Batıcı’ydı
Her ne kadar Âkif ile pozitivizm kelimeleri yan yana durduğunda alışılmadık bir görüntü teşkil ediyorsa da, XIX. asrın sonu ile XX. yüzyılın başını idrak eden İslâmcıların temel özelliklerinden biri de ‘Batıcı’ olmalarıdır. Öyle ki, bir süre sonra, Batı’yı Batı yapan değerlerin esasen İslâm’da bulunduğunu, dahası, Avrupa Ortaçağ karanlığı içerisinde boğulurken, İslâm’ın Avrupa’yı ‘aydınlattığı’nı savunacaklardır. Bir adım daha öteye gidenler Kur’an ayetlerini modern bilimin ışığında yeniden yorumlamaya tevessül edecek, modern dünyadaki hemen her şeyin Kur’an’da öngörüldüğünü iddia etmekten tuhaf bir zevk alacaktır. Kaldı ki, İbn Sina’nın eserleri, Avrupa’nın muhtelif üniversitelerinde yıllarca ders kitabı olarak okutulmuş, Spinoza ve Leibniz’e İbn Arabî, Descartes’a ise Gazalî önderlik etmiştir. Dolayısıyla, İslâm’ın bilime kapalı olduğuna ilişkin görüşler ya safsatadan ibarettir ya da önyargının egemen olduğu bir zihnin ürünüdür.
Dikkatli bir göz, bütün bunların savunma temelinde geliştirilen yöntemler olduğunu farketmekte zorlanmayacaktır elbet. Zaten gerek Âkif’in yaşadığı döneme, gerekse daha sonraki devirlere hâkim olan temel refleks savunmadır. Ve bunda şaşırtıcı bir taraf yoktur. Koca imparatorluk dağılmış, imparatorluğun en azından bir bölümünü bir arada tuttuğuna inanılan İslâm, Batı karşısındaki mağlubiyetlerin ana sebebi olarak gösterilmeye başlanmıştır ve münevverler de İslâmcılık’tan Osmanlıcılığa, Osmanlıcılık’tan milliyetçiliğe, milliyetçilikten Türkçülüğe uzanan geniş bir arazide gezinip durmaktadır. Birbirinden farklı gibi duran bütün bu dünya görüşlerini, Batılılaşma parantezi içinde toplamak zor değildir. Batılılaşma ve bir adım sonrasında da elbette milliyetçilik parantezinde. Netice itibariyle Mehmet Âkif’le Nâzım Hikmet’i, Yahya Kemal’le Abdullah Cevdet’i, Namık Kemal’le Hilmi Ziya Ülken’i dikkatle okuyan bir göz, devirlerinin diğer münevverleri gibi gelip milliyetçilik limanına demirlediklerini görecektir zaten.
İslâm’dan şüphe duymak
Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi adlı eserinde bu ayrılık ve farklılıkları uzun uzun analiz eden İsmail Kara; İletişim’in İslâmcılık cildinde Âkif’in ‘Ya açar Nazm-ı celilin bakarız yaprağına / Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına / İnmemiştir hele Kur’an bun hakkıyla bilin / Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için’ mısralarını aktardıktan sonra şunları söyleyecektir:
“20. asrın büyük mütefekkir ve şairi Âkif’in, 1912 yılında ‘Süleymaniye Kürsüsünde,’ Abdürreşid İbrahim’in dilinden nazmettiği temsil gücü yüksek bu fikriyatı (belki ‘hissiyatı’ demeliydim) nasıl anlamak doğru olur? Buradan kalkarak ‘İslâmcı söylem’ için bazı tutamak noktaları çıkarabilir miyiz? Mısralara gömülmüş olarak karşımızda duran bu hissiyat ve katı, tartışmaya kapalı kesin hükümler acaba katılık ve kesinlik edası taşıdıkları ölçüde doğru mudur? Doğruysa neye, kime, hangi zamana ve siyasete göre doğru? Doğru değilse eğer, niçin bize (hiç değilse İslâmcılara) o kadar sıcak ve hakikatin ta kendisi gibi geliyor/geldi? Bu hükümlerin doğru olup olmadıklarından önce niçin bu hükümlerin bu şekilde ve bu sertlikte düzenlendiği, inşad edildiği üzerinde mi durmalıydık (…) Çağdaş İslâm mütefekkirlerinin / İslâmcıların kendilerinden, aslında kimsenin dudak büküp geçemeyeceği kadar geniş ve derin ilmî-kültürel miraslarından, tevarüs ettikleri İslâm’dan şu veya bu ölçüde şüpheye düştükleri açık olsa gerektir.”[2]
Halka karşı bir İslâmcı
Aslında sadece Berlin’de değil, içinde bulunduğu her zemin ve iklimde Âkif’in zihnini meşgul eden esas mesele, ‘İslâm dünyasının neden geri kaldığı’ sorusudur. Ali Bulaç’ın da belirttiği gibi, ‘Yakından bakıldığında, İslâmcıların zihnini meşgul eden sorunun Batı tipi modernleşmeden yana olan Batıcıların zihninde de benzer şekilde yattığı tespit edilebilir. Her iki kanatta olanlar da bir konuda hemfikirdi: ‘Batı ilerledi, İslâm dünyası geri kaldı.’ Yakıcı soru şuydu: ‘Peki, İslâm dünyası niçin geri kaldı?’ Namık Kemal’den Cemaleddin Efganî’ye, Muhammed Abduh’tan Mehmet Âkif’e kadar herkes bu sorunun cevabını arıyor ve neredeyse hepsi şu nokta üzerinde buluşuyordu: İslâm dünyası uzun süreden beri durgunluk dönemine girmiş, tarihsel aktivitesini kaybetmiştir.’[3]
Bütün bunlara rağmen, Âkif’i tipik bir muhafazakâr kabul etmek son derece zordur. Tespitleri ve teklifleri ile Batı medeniyetinin olumlu olarak nitelendirdiği unsurlarına kucak açan Âkif, sanılanın aksine, asıl eleştirilerini İslâm’ı yanlış anlayıp yorumlayanlara yöneltmiştir. Fatma Bostan Ünsal’ın şöyle der:
“Âkif’i muhafazakârlıktan ayıran temel husus, Mithat Cemal’in, ‘Âkif’in dini beşik dini değil, Müslüman doğmakla kalmadı, Müslüman olmaya muvaffak oldu’ sözünde ifade edildiği gibi konformist bir yaklaşımla içine doğduğu dinin tarihsel şartlarını bir veri olarak alma yerine yaygın yanlışları tashih etmeye uğraşmasıdır. Evrenselci İslâmcı anlayış gibi Âkif de halkların İslâm’ı doğru anlayıp yaşamadığını, İslâm yerine hurafelere inanıldığını kabul eder. Mezarlardan şifa veya kısmet bekleme gibi halkta yaygın olan anlayışlara karşı muhafazakâr tutum bunları sahiplenme davranışı gösterirken Âkif bunları şiddetle eleştirir.”[4]
Fatma Bostan Ünsal, Âkif’in ‘klasik muhafazakârlar’dan farklı yönlerine dikkat çekerken, eski edebiyata duyduğu öfkeyi de hatırlatıyor. Âkif’e göre, edebiyatın ahlaktan bağımsız olması düşünülemez zaten ve bu açıdan bakıldığında, edebiyat topluma yaptığı hizmet ölçüsünde bir anlam ifade eder. Öyle ki, ünlü İranlı şair Firdevsî’nin altmış bin beyti değil, Sadi’nin insanlığa hizmet eden sekiz beyti çok daha önemlidir.
Âkif ne kadar sosyalist
İşin ilginç tarafı, Âkif, sosyal muhteva taşıyan manzumelerinden yola çıkan Hilmi Ziya Ülken tarafından ‘müslüman sosyalist’ olarak tanımlanacak ve buna da itiraz eden çıkmayacaktır. Behçet Necatigil tarafından ‘ülkücü’[5] olarak tanımlanan Âkif, Nurettin Topçu’nun nezdinde ise ‘sosyalist bir ahlâkçı’dır zaten.[6] Ne var ki, ‘sosyalist ahlâkçı’ olarak nitelendirilen Âkif, bir dönem İttihat ve Terakki içinde de yer almıştır. Gerçi Âkif’in İttihatçılığı kısa sürecek, Tevfik Fikret gibi 95’e Doğru diye bir şiir yazmasa da İttihatçılara muhalefete başlayacaktır, ama İttihat ve Terakki’nin yeraltı örgütü niteliğindeki Teşkilât-ı Mahsusa’yla ilişkilerini, kayıtlara geçtiği kadarıyla 1916, hatta 1917 yılına kadar devam ettirecektir. Hatta, ‘Berlin Hatıraları’ şiiri de, kendisine Teşkilât-ı Mahsusa tarafından verilen görev esnasında yazılmıştır. Birbirinden bu kadar farklı, birbiriyle bu kadar çelişen ideolojilerin aynı insanın şahsında nasıl bir araya gelebileceğine dair temel sorunun hizasında ise hiç kuşkusuz ‘milliyetçilik’ duygusu yatmaktadır. ‘Memleketi kurtaralım da nasıl kurtarırsak kurtaralım’ formülünün Âkif’teki tezahürünü Fatma Bostan Ünsal’dan aktarıyoruz:
“Âkif İslâmcılığını, yazı haricinde eylemle de göstermişti. Resmî tarihte bahsedilmese de, hatta bazen kötülense de, tam kuruluş tarihi belli olmayan, ilk kez Balkan Savaşları neticesinde Edirne gibi şehirlerin işgal edildiği bir dönemde bu şehirlerin kurtuluşu için çalışan, daha sonra Trablusgarp Savaşı’nda etkinliği görülen Teşkilât-ı Mahsusa ile bağlantılı olarak bazı faaliyetlerde bulunmuştur. İngilizler ön saflara çoğunlukla Müslüman sömürge halklarını yerleştirdiği için Almanlar çok sayıda Müslüman esir alıp Almanya’ya getirmişlerdi. Teşkilât-ı Mahsusa’nın tavsiyesiyle bu esirlere, Müslümanlarla, hatta ‘Halifelik’ makamıyla savaştıklarının anlatılması için Vundsdorf Kampı’nda inşa edilen camide vaaz vermek üzere Âkif Almanya’ya gitmişti. Alman gazeteleri, bu konuşmaların Müslüman askerler üzerinde derin etkisinden takdirle bahsetmiş ve Almanca’ya tercüme edip yayımlamıştı.
Yine bu çerçevede Âkif, 1916 başlarında, Teşkilât-ı Mahsusa başkanı Eşref Bey’in, Hicaz Emîri Şerif Hüseyin ile oğullarının isyana hazırlandığından kuşkulanıp isyanı önlemek için bir delege göndermek istemesi üzerine Necd’e gitmişti.”[7]
Ermeni tehciri ve Âkif
Bir yönüyle ‘sosyalist,’ diğer yönüyle ‘İslamcı’, her iki yönüyle de romantik bir ‘pozitivist’ olan Âkif’in asıl belirgin hususiyetinin milliyetçilik olduğunu kavramak için Teşkilât-ı Mahsusa’yla ilişkisine yakından bakmak yeterlidir. Bu ilişki, neresinden bakılırsa bakılsın problemli bir ilişkidir. Kuşkusuz Âkif’in, Teşkilât-ı Mahsusa’nın bilhassa Ermeni Tehciri sırasında oynadığı rolü tasvip ettiğini söylemek mümkün değildir. En azından bu konuda elimizde somut bir veri yok. Ama tehcire veya tehcir sırasında yaşanan büyük trajediye karşı çıktığını gösteren somut bir veri de yok.
Tehcirin en acılı günlerinde bu örgütün kendisine verdiği görevi herhangi bir itiraza yeltenmeden üstlenmesi, bildiğimiz Âkif portresine çok fazla uygun düşmüyor. Üstelik, tehcirin acılarının bütün canlılığını ve yakıcılığını koruduğu 1916 yılında bütün bir Anadolu coğrafyasını kat ederek Hicaz yollarına düşmüştür Âkif. Bir başka ifadeyle, yerlerinden yurtlarından edilen insanların yaşadığı acıları görmemiş, görmemişse bile duymamış olması düşünülemez herhalde. Şayet Âkif, Teşkilât-ı Mahsusa’nın tehcirde oynadığı rolü bildiği halde böyle bir görevi kabul etmişse, zihnimizdeki Âkif portresini yeniden gözden geçirmenin zamanı gelmiş demektir.
…
[1] Fatma Bostan Ünsal, “Mehmet Âkif Ersoy”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, İslâmcılık, İletişim Yayınları, İstanbul 2004, s. 76-77.
[2] İsmail Kara, “İslâmcı Söylemin Kaynakları ve Gerçeklik Değeri”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, İslâmcılık, İletişim Yayınları, İstanbul 2004, S. 34-42.
[3] Ali Bulaç, “İslâm’ın Üç Siyaset Tarzı veya İslâmcıların Üç Nesli”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, İslâmcılık, İletişim Yayınları, İstanbul 2004, s. 53.
[4] Fatma Bostan Ünsal, a.g.e., s. 80.
[5] Behçet Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, Varlık Yayınları, İstanbul 1975 (sekizinci baskı), s. 110.
[6] Nurettin Topçu, Mehmet Âkif, Hareket Yayınları, İstanbul 1970, s. 62.
[7] Fatma Bostan Ünsal, a.g.e., s. 84.
…
Dip notlarda ki isimlerden anlaşılacağı üzere bu Akif’i milliyetçi hassasiyetlerinden dolayı eleştiren bir çalışma, diğer pencereden bakınca da karşıdan, onlar da dini hassasiyetlerinden dolayı eleştiriyorlar:)
Sağdan da baksanız soldan da büyüklüğü tartışılmaz ve kalemi derinliği mücadelesi
Bu çalışma Milli Şair’i aslında eleştiren ve taraflı bir çalışma olmasına rağmen, büyük şairin hakkını teslim etmekten öteye gidemiyor.
Akif’i eleştiren bir bakışla cevap vermek istedim, sert bir eleştiri ama sonuç yine karşımızda Korkma diyen bir Milli Şair, kuva-i Milliye kahramanı güçlü entelektüel ve milli hassasiyetleri dorukta bir kahraman eleştiren de hakkını istemese de teslim ediyor cümle bitiminde
Her türlü görüşe fikre katılmasak da saygımız var (ama saygısızlık edepsizlik hainlik etmediği, art niyetle devlet millet düşmanlığı yapmadığı sürece)
Kısaca böyle:)tartışmalarda dediğim gibi o Mehmet Akif Ersoy/Milli Şair
Sosyal mecrada da olsa yüz yüze de olmasa Milli Şair’i anmak ve konuşmak güzeldi sizinle
Allah’ın rahmeti üzerine olsun Milli Şair’imizin İstiklal marşını göğsümüzü gere gere Mustafa Kemal Atatürk’ün izinde okudukça hep yaşayacak Akif bu milletle birlikte
En içten saygı ve esenlik dileklerimle
Aşkar…
Kutlarım Serap Hanım. Harika. Hiç olmazsa bilgiler ediniyoruz sayenizde. Sevgiler.
Serap IRKÖRÜCÜ
Sevgilerimle...
Serap Hocam!
Yine yolumuza bir mum yaktınız. Tökezlemeden yürümek isteyen bastığı yeri görecek.
Mehmet Akif'in Yazdığı istiklal marşını şimdiye kadar hep ayakta severek dinledik. Kenedi adıma, açık yüreklilikle itiraf etmeliyim ki ,ümmetçi yanını hiç bilmiyordum.
Yazınızı okuyunca, önce TDV İslam Ansiklopedisine “ümmetin” sözlük anlamına, yeniden bir göz attım.
Ümmetin sözlük anlamı :
1-Yönelmek, kastetmek; öne geçmek, imam olmak
2- Ve de kendilerine peygamber gönderilmiş topluluk, kavim, her kabileden bir grup insan, her canlı cinsi, bütün iyilikleri şahsında toplamış kişi veya kendisine uyulan önder diye özetlemiş.
Bunları okuyunca olmayan aklımla, insanlık tarihini irdeledim, bilim adamları ele geçen modern insan fosilleriyle 100 bin yıl öncesine işaret etmişler.
Demek oluyor ki Dünya üzerinde modern insan varlığı 100 bin yıl yaşında.
Semavi dinlerin kitaplarına bakın, 5000 yılı geçmediği görülür. İslamiyet'in varlığı ise zaten dün kadar yakın.
Şunun şurasında yaklaşık 1400 yıl! 100 bin yaşın yanında çocuk bile sayılmaz. Ağzı süt kokuyor denebilir.
Demem o ki Dünya insanlığı hala nereden geldiğini nereye gittiğini öğrenmiş değil. Cahiliye döneminden çok daha arkadan geliyoruz.
Sümer Tabletlerini okuyup çözenler, başka bir güneş sisteminden içinde bulunduğumuz güneş sistemine gelen Nibiru gezegeni ve bu gezegende yaşayan “Anunnakiler”den söz ediyor, videolarını paylaşıyorlar.
Ne yazık ki bilişim çağında olan bizler de hala "Sen bir uyarıcıdan başka bir şey değilsin ve her kavim için bir hidayetçi vardır.” (RAD suresi 7. Ayette) rağmen, ümmetçilik oynuyoruz.
Bizi yönetenler de bize ümmet muamelesi yapmak keyif alırken, kendi dünyalıklarını, ahrete taşıyacak uzay aracı peşinde. :))
Gerçekten aydınlanmış insanlar ki Anadolu'da Asırlar Önce yaşamış onlarcası mevcut(Hacı Bektaş Veli, Mevlana Celalettin Rumi, Yunus Emre, Şems-i Tebrizi) vs bu konuda çok daha aydındı demek içimden.(
Ve Son Sözü Dr. Michael Laitman'a bırakayım.
Yaratan Bir güçtür.
Üstelik kelimenin fiziksel anlamında değil,
Düşünce bir güçtür.
Düşünceden başka bir şey yoktur.
Bizler sürekli onun içinde bulunuruz.
Ve gerçek şu ki bize fiziksel bedenlere,
Özelliklere ve niteliklere sahibiz gibi gelir,
bunların hiçbiri yoktur.
Sadece düşünce vardır. Bu anlatımın çok çarpıcı olanını Ahmet Hulisi bilimsel olarak anlatıyor ve bu konuda onlarca kitabı ve videoları sanal alemde okunmayı incelenmeyi bekliyor.
Elbette sözüm gerçekle yüz yüze gelmekten korkmayanlar için...
Yazınızı çok severek bir öğrenci dikkatiyle okudum ve bende bıraktığı izi dilim döndüğünce sansürsüz paylaştım.
Saygılarımla Serap Hocam
Serap IRKÖRÜCÜ
Tabii ki öyle yaptık... Yine de yapacağız... Bu, yazı marşımızın bizde yerini ve değerini değiştirmez.
Şu anda götürdüğüm online dersleri, aynı okulda olduğumuz gibi pazartesi ilk dersten önce İstiklal Marşıyla açıp cuma son dersi yine İstiklal Marşıyla kapatıyorum...
Şairin aslında yatkın olduğu dünya görüşü nedeniyle bu marş yarışmasına neden katılmadığını, ardından ( tabir-i caizse) görevlendirmeyle yazdığını anlatmak istedim.
Üstelik kendisine verilen bu kadar büyük bir payeye neden sahiplenmeyip, cumhuriyet kurulmuş ve şiirde dendiği gibi ' bu hayasız akın durdurulmuş, gövdelerini siper eden şehitlerimiz - gazilerimiz sayesinde bu cennet vatan' kurtarılmış, verilmemişken... şeriatla yönetilen, 'ümmet' turları içinde sıkça uğradığı bir ülkede neden son 11 yılını geçirmiştir?
Kendisi şiirlerinde ve yazılarında bu yönünü açık açık yazdığı, Safahat adlı eserinin bir kısmında değindiği toplantı ve vaazlarında bunu açık açık savunduğu halde... ( bizim her zamanki en büyük zaaflarımızdan biri olan ) kraldan çok kralcılık yapanlar, onun bu şiirlerini ve söylemlerini çok da göz önüne getirmeme ve saklama gereği duymuşlardır.
Yanlış olan saklanır!..
Oysa şair bunu yanlış görmemiş ki kitaplara kadar almış. Bu da onun doğrusu...
Din - inanç - siyasi görüş... Ben oralarda değilim.
Herkes istediğine inanır, istediği gibi düşünür. Kimse kimseden izin alacak değil elbette...
Beni rahatsız eden, gerçekler belgesiyle yazısıyla, ispatıyla ortadayken insanların aklıyla alay edilir gibi davranılması, 'sen anlamazsın' tarzında kişisel yaklaşımlarla şairin 'demediğini hatta dememek için özen gösterdiğini bildiklerimizin' demiş gibi gösterilmesi!...
Bu konu daha o kadar geniş ki... bahse konu etrafında kalmaya çalıştım sadece... :)))
Çok kıymetli eşliğiniz, değerlendirmeleriniz ve beğeniniz için çok teşekkür ederim Necati Bey.
Saygılarımla...
Güzel bir bilgilendirme Mehmet Akif Ersoy milli şairimiz o bizim. Tacettin Dergahı ki orada yazdığı söyleniyor bu marşı, herkesin gidip görmesi lazım Ankara'da... Teşekkürler Serap Hanım paylaşım için...
Serap IRKÖRÜCÜ
Elbette... Ona verilen unvan bu...
Keşke o da bizim sahip çıktığımız kadar kendisine verilen payeye sahip çıksaydı.
Akif'in babası Tahir Efendi, Nakşî Şeyhi Feyzullah Efendi'nin müridi olarak hizmet veren 'Fatih Dersiâmların'dı. Yani Mehmet Akif, tarikat terbiyesinin içinde doğdu ve yetişti.
O nedenle Tacettin Dergahı ile ilgili olan kısım da çok geniştir. Konu dağılmasın diye oralara girmedim... :)
İlginiz ve katılımınız için ben teşekkür ederim Ahmet Bey.
Saygılarımla.
Hani Hocam -doğru sandığımız yanlışlar- diye bir söylem var ya,
bu yazınız bana onu hatırlattı.
Böyle yazılar keşke hep yazılsa da okuyup gerçekleri öğrensek...
Okuduk,bilgilendik.
Sağ olun, var olun.
Selam ve Saygılarımla...
Serap IRKÖRÜCÜ
Önemli olan bunlarla ilgili yeni duyduklarımız - okuduklarımız - gördüklerimizle ilgili tutumumuz:
- Ya kadim değerlerimize ( doğru ya da yanlış) sarılır yeni bilgiyi reddetmek,
- Ya da şimdiye kadar bu kadar önemli bir konudaki eksikliğimizi fark ettiysek, en azından konuyu araştırmak olur..
Aklıma gelmişken belirteyim. Yazdıklarımla ilgili bilgilerin teyidini arama motorlarından yapmak çok zor. İnternet sayfalarının nasıl düzenlendiğini hepimiz biliyoruz. Bu konuyu ciddiye alıp araştırmak isteyenlere üniversitelerin ya da 'büyük' vakıfların kütüphanelerinden yararlanmalarını öneririm.
Katılımınız ve değerlendirmeleriniz için çok teşekkür ederim.
Saygılarımla...
Kapsamlı bir yazı en muhteşeminden.Tarihin her döneminde toplumu en bariz kandırma aracı olarak din birinci sırayı almıştır.Çünkü örf adet ve gelenek sanılarak okutulan ve okunması tavsiye edilen eserler anlaşılmadan uzak bir şekilde olduğu gibi zihinlere verilmiştir.Bu nedenle bilmeden, anlamadan öğrenmeye çalışan insanlara din simsarları tarafından zerk edilen cehalet korkuya neden olarak yersiz telaşlar yaşamasına neden olmuştur. Öğrenmeye başlandıkça gerçekler zihindeki bulanıklıklar da durulmaya başlamıştır.O karanlık yıllarda Müslümanım diyenin araya soktuğu çeşitli vasıtalar ve sahtelikler de azımsanacak gibi değildi bildiğimiz gibi.Zira M.Kemal Atatürk bunun için Laiklik sistemini getirerek bazı kurumları kapattı.Zira kapatılan birimler umut tacirliği yapan ve İslam dini ile uzaktan yakından alakası olmayan birimlerdi. ‘Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın’..AMİN..Beğenerek takip ettiğim bir kalem.Okumaktan her daim haz aldığım..Sağlıcakla..Saygıyla..
Serap IRKÖRÜCÜ
Yakın tarihimizi ve çok adı geçenlerin bile önemli özelliklerini duyduğumuz ve bilmemizi istedikleri kadarıyla kabulleniyor hatta bazen bunları cengaverce savunuyoruz.
'Kulaktan zehirlenme' diye bir deyimimiz vardı, çok da severim. Toplumca bizler çok okuyan bir kültür olmadığımız için ( bize önerilenler dışında, araştırmaya yönelik... ) deyim tam yerine oturuyor.
Üstelik duyulan çabuk unutulur. Ama araştırdıklarımız birkaç meleke ile yapılacağından çok kalıcı olur.
Bu bağlamda, okur ve yorum sayısı ile ilgili tahminim tuttu... :))
Katılımınız için teşekkür ederim.
Sevgilerimle...