- 313 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Aşk insanı ayrılığından yakalar
Arkadaşım, sıkılmazsan anlatayım, Âl-i İmran sûresinin 11. ayetinde dikkatimi çeken bir bölüm var. Mealler buraya mana vermekte iki yola ayrılıyorlar. Bir kısmının dediği Diyanet Vakfı’nın çalışmasındaki gibi: "Onlar bizim âyetlerimizi yalanladılar. Allah da kendilerini günahları yüzünden yakalayıverdi." Diğer bir kısmının dediğiyse Diyanet İşleri’nin çalışmasındakine benziyor: "Âyetlerimizi yalanladılar. Allah da onları günahlarıyla yakaladı." Mealler dünyasındaki çeşitlilik içine girilince kolay çıkılmayan birşey olduğundan daha fazla dolaştırmıyorum seni. Hep konuştuğumuz şeyler zaten: Mealler asla Kur’an yerine geçemez. Geçemez. Asla. Kur’an’ın hakiki tercümesi olamaz. Olamaz. Asla. Şu manalar yalnız birer eşik sayılabilir o yıldızları tefekkür için. Ne söylenildiğinden küçücük bir pay alabilmek için. Yoksa meallerle Kur’an’ın hakikati kuşatılamaz. Beşerin çay kaşığı etmez fehmi okyanusları içine sığdıramaz, taşıyamaz, tutamaz, vesselam.
Yalnız burada ’günahlarıyla yakaladı’ ifadesi bana Mevlana Celaleddin Hazretlerinin bir şiirini hatırlattı. Tastamam hafızamda değil. İnternette yaptığım aramalar da sonuç vermedi. Orijinalini paylaşamıyorum bu nedenle. Benzerlik kurduğum kısmı, eğer doğru hatırlıyorsam onu da, öz cümlemle nakledeyim sana: "Aşkın bizi ayrılığımızdan yakaladı." Evet. O Hazret, ism-i Vedud’a mazhar bir veli olarak, Cenab-ı Hakka bu şakıma ile sesleniyordu. İnşaallah doğru hatırlamışımdır.
İşte, arkadaşım, ilk duyduğum vakit şöyle tefekkür etmiştim Hazretin bu sözünü: Hakikaten aşkın varlığını ancak ayrılığıyla bilinir. Velev tevehhüm kadarcık olsun. İhtimal olsun. Ama olsun. Ayrılık varolsun. Başka türlü aşk da varolamaz. Ya bir ’tasavvur korku’ yahut da ’yaşanılan bir hakikat’ olarak ’firak’ insanın aşkını anlamasını sağlar. Yansımasının şiddetlenmesine elverir. İlgisini yakalar. Bediüzzaman’ın "Vücudunda adem, ademinde vücud vardır..." dediği durum da böyle birşeydir. Yokluğunun endişesiyle varlığında kuvvetlenir bazı şeyler. Özellikle de duygular. Evet. İçimizin fiziğinde, yokluğundan endişelenilenler varlığa, varlığından emin olunanlar da yokluğa dönüşürler: "Kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikînin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira, bütün mevcudat, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücudu bulan, herşeyi bulur."
Mürşidim ta Münazarat’ta "Büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir!" derken de buna dikkat çeker. "Ehl-i dikkat nazarında zaafı gösteren tekebbürünle, aczi gösteren gururunla, riyayı ve zilleti gösteren tasannuunla..." derken de buna nazarlarımızı çevirtir. "Eğer-hâşâ-ben kendimi sâlih bilsem, o alâmet-i gururdur, salâhatin ademine delildir!" derken de bu noktaya vurgu yapar. "İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür, yani tekebbürdür!" söylerken de mezkûr hakikate parmağını basar. Yani, evet, bazı şeyler ancak yokluğuna inanıldıkça varolur. İnsan onlarda gerilediğini düşündükçe aksine ilerler. Belki biraz da bu yüzden "Niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ: Tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder..." Çünkü böyle şeylere niyetlenmek evvellerinde/aslında yokluklarına inanmakla olur.
Dünya denilen bu zıtlar âleminde nesneler varlıklarını isbat etmek için zıtlarına muhtaçtırlar. Soğuk bilinmek için sıcağa ihtiyaç duyar. Tokluk bilinmek için açlığa muhtaçtır. Kısalar varolmadan uzunluk iddiası abestir. Dışımızın düzeni böyleyken içimizin yasası da hariçte kalamaz. Ancak onun bu düzene dahil oluşu zıttına nazar-ı dikkatledir. Mürşidimin tabiriyle yani: "Tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir." Böylece kendisi pürkusur gördükçe kemalin mertebelerinde ilerler mübarekler. Kirlendiklerini düşündükçe temizlenirler. Zıttının izlerini kendinde bulmayan, onlarla savaşmayan, kurtulmaya çalışmayan fazilet hırkasını kuşanamaz. "Kuşandım!" diyenin sırtı boştur. "Sırtım boş!" diyenin hırkasından ümit edilir.
Peki, bu kadar gezdirdikten sonra sizi, baştaki meale geri dönelim: İnsanın ’günahlarıyla yakalanması’ ne demektir? "Allahu’l-a’lem!" kaydıyla arkadaşım ben bunu şöyle de anlarım: İnsan haram sahasında varoldukça, değil hâşâ Allahsızlığın, fakat şeriatsızlığın sahasında varolur. Allah o kör nankörlerin sanrılarıyla elbette yokolmaz. Gözünü kapayan ancak kendisine gece eder. Güneşi yokedemez. Fakat, buraya dikkat et, bu vesileyle karanlığı da tatmış olur. Yani Allah’a ihtiyaç duymadan gayet mutlu yaşayabileceğini tevehhüm ettiği her anda/fiilde günahların ’zakkum-u cehennem tohumlarına’ rastlar. Eyledikleriyle daha bu dünyada ellerine dikenler batar:
"Meselâ: Haram sevmekte bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok ârızalarla o cüz’î lezzet zehirli bir bal hükmüne geçer. Ve o gençliğin suiistimâliyle gelen hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere ve kalb ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neş’et eden sıkıntılarla meyhanelere, sefahethanelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor." Ve yine bu yüzden belki mürşidim çok yerlerde der ki: "İman mânevî bir cennetin çekirdeğini taşıyor. Küfür dahi mânevî bir cehennemin tohumunu saklıyor."
İşte, arkadaşım, ben bu gibi bahislerden hareketle zannediyorum ki: Biz günahlarımızla Cenab-ı Hakka gayet yakalanmış oluyoruz zaten. Onun hükmünün haklılığı çizmemizdeki yırtıklardan bizi kavrıyor. Üstümüzdeki çamur düştüğümüzü gösteriyor. Belli ki yoldan ayrılmışız. Evet. Cenab-ı Hak bizi günahlarımızla yakalıyor. Onlara düştüğümüz anda ’ayetleri yalanlama’nın bedelini ödemeye başlıyoruz. Bileklerimize cürmün kelepçeleri takılıyor. Veya gafletimiz yaşamdaki yansımalarıyla enseleniyor. Elbette ödemenin en ağırı ahirette. (Allah bizi o günün dehşetinden saklasın.) Fakat günah işlendiği anda da bir çeşit bedellemeye uğruyor insan. Ne kadar kendini ’hayvan gibi’ bilmeye çalışırsa çalışsın. Akıl yarını düşünüyor. Vicdan yanlışını hissediyor. Hayat, Hakîm-i Mutlak’ın bir kitabı olarak, kem eylemlere yaptığı geridönüşlerle kemendi sıkılaştırıyor. Öyle ki, âdem, maziye baktığında pişmanlıklardan bir dağın devrileceğini zannediyor. Böylesine bir daralmışlık, bir yıkım, bir sancı... Bütün bunlar yakalanmışlığımızın apaçık delilleri değil mi arkadaşım? Günahın kendisi haktan ayrılmışlığın delili değil mi?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.