- 449 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
FETRET DEVRİNDEN FATİH SULTAM MEHMETE
Fetret devri’ndeki kardeş kavgasında, Yıldırım Beyazıt zamanına kadar biriktirilmiş ne kadar mal ve para varsa, hemen hepsi, son santimine kadar harcanmıştır. Kalan üç beş kuruş varsa, o da harabeye dönen memleketin bayındırlığına kullanılmıştır. 2. Murad, 19 yaşında Padişah olduğu zaman, tamtakır bir hazine devralmıştır. Buna karşılık karun gibi zengin ve güçlü Beyleri, Paşaları vardı.
2. Murad, yaman bir padişahtır. Çok genç yaşında savaşlara girmiş çıkmış, girdiği savaşları kazanmış, savaşçılığı ve insanlığı ile ün yapmıştır. Ama Beyler ve Paşaları o kadar güçlenmişlerdi ki, Murad, sözünü yürüten bir padişah olduğu halde, buyruklarının dinlenmediği, hatta tersinin yapıldığı oluyordu. Beylerin, Paşaların kendi başına karar almaları beraberinde çok kötü sonuçlar doğurdu. Mezit Bey fırkasının pusuya düşmesi, arkasından Tuna yakası Muhafızı Şahin Paşa’nın yenilgisi ile kendisinin tutsak, Damat Osman Çerebi’nin şehit olması, ardından Damat Mahmut Çelebinin düşmana tutsak düştüğü Şehirköy bozgunu, hep gemiyi azıya almış beylerin, paşaların padişah buyruklarını bile dinlemeden kendi akıllarıyla gaflet dolu kararlar almaları sonucudur.
Mahmut Çelebi, Sadrazam Çandarlı İbrahim Paşa’nın oğlu, ve Halil Paşa’nın kardeşi idi. Ayrıca saray’a damat olmuştu, Bu yüzden Osmanlı tarihinin ilk savaş tazminatı verilmiştir. 60 bin duka altın!..Ancak böylece tutsaklıktan kurtulabildi. Üstelik bu tazminatı da, karun gibi zengin babası ve kardeşi değil, Padişah ödemek zorunda bırakılmıştı. Bunun nasıl bir tuhaflık olduğuna dikkat ediyor musunuz?..
Bu dönemde Devşirme Devlet Adamları ile Yerli Devlet Adamları arasında kıyasıya bir ’’yürütmeyi ele geçirme’’ yarışması başlamıştı. Devşirmeler için, millet, ülke din kalmadığından, ancak devleti ele geçirirler, Padişaha yaranırlarsa kendilerini güvende sayıyorlardı. Çandarlı Ailesi gibi Yerli Devlet Adamları da devlet yolu ile ele geçirdikleri servetlerini daha da artırmak ve hiç değilse eldekileri koruyabilmek için, Devleti ellerinde tutmalarında kar görüyorlardı. Bu birbirine zıt çıkarlar, bitmez tükenmez bir yarışma yaratmıştır. Bizans’ın topraklarıyla birlikte entrikalarını da giderek benimsemeye başlayan Osmanlı Sarayı, bu yüzden hemen hiç rahata kavuşamamıştır.
Bütün bunlardan kurtulmak için 2. Murad çare arıyordu. İşte bu sırada Şemsettin Fenari’ye çatmış olmalı...Bilindiği gibi, Şemsettin fenari, başka adıyla Molla Fenari, Osmanlı devletinin ilk Şeyhülislamıdır. 2. Murad’ın dikkatini çekmiş ve şeyhülislam olmuştur. Bazı tarihçiler, kendisini 2. Murad’dan çok önce, Yıldırım Beyazıt zamanında yaşadığını ve şeyhülislam olduğunu yazarlarsa da, başta Cevdet Paşa olmak üzere, güvenilir tarihçiler 2. Murad döneminde yaşadığını kesinlikle saptamışlardır. Nitekim ilk Şeyhülislam oluşu da bu gerçeği pekiştirmektedir.
Bir Padişahın başı dertte ise, kime fikir sorar?...Elbette en bilgili adamı olan Şeyhülislam’a...Şeyhülislam, Şemsettin Fenari olduğuna ve ve mektupta da ’Bu fitneyi de aklına Şemsettin Hoca düşürmüş’ denildiğine göre, Padişahın fikir danıştığı kimse başkası olamaz. Yine mektupta Şemsettin Fenari’nin ’’İkta’’ sistemini ülkeye yerleştirmesini salık verdiğini öğreniyoruz. Bu sistem benimsenebilirse, Kur’an’da söylendiği gibi yeryüzünde her şey Allahın ve Allah adına da Sultan’ın olduğu, kabul edilebilir; mülkiyet hakkı, intifa hakkına dönüşmüş olur; böylece büyük servetlerin yığılmasının önüne geçilir.
Kolayca tasarlayabiliriz ki, Şemseddin Fenari Efendi, ikta sisteminin taa Halife Ömer gününden başlayarak nasıl uygulandığını anlatmıştır. Yine hiç kuşku yok ki, ikta sistemini uygulayabilmek için ya halife veya halifenin menşurunu taşıyan Sultan olmak gerektiğini de elbette söylemiştir. Daha da ileri giderek, Yıldırım Beyazıt’ın Niğbolu zaferinden sonra Mısır Sultanı’na zafer mektubu ile birlikte 20 deve yükü kıymetli eşya ve mücevher göndererek, oradaki Halife tarafından kendisine bir saltanat menşuru verilmesini istediği, kendisine menşur yerine, Mısır Sultanı’nın ağzından bir mektup gönderildiğini her halde anlatmış olmalı !..
Mektuptan anlaşılıyor ki, Şeyhülislam ile yaptığı bu konuşma duyulmuş ve Bey’ler, Paşa’lar sonu gelmez varlıklarının bir kalemde ellerinden alınmak istendiğini duymuşlar ve duymakla beraber harekete geçip Padişahın önüne dikilmişler. Padişah, bu dikilmenin nereye kadar uzanacağını, herkesten daha iyi bilir!..Ve hemen bir karar alıp Manisa’ya gidip orada valilik edeceğini Padişahlık makamını ise oğluna bırakacağını beyan eder.
Bu durum karşısında Bey’ler, Paşa’lar, 2.Murad’ın Manisa’ya gitmesini sevinçle karşılamışlar ve 11 yaşındaki oğlunu Edirne’ye getirip tahta çıkarmışlar...Sadrazam, Çandarlı Kara Halil Paşa olduğundan, ne Sultan Murad’ın bir işe koşulması söz konusudur, ne de 11 yaşındaki padişahın...
Fakat, Bey’ler, Paşa’lar ve asker, 11 yaşında bir padişahın bu işin üstesinden gelebileceğinden kuşkudadırlar, Çandarlı’da bir başına sorumluluğu yüklenmekten çekinir. Çağırırlar Murad’ı Manisa’dan, ordunun başına geçirirler ve şu tarihin ünlü İkinci Kosova Savaşı verilir. Yaman, çok yaman bir savaştır bu...İstanbul’un kapılarını açan savaş budur !..Avrupa’da ve Bizans’ta artık hiç kimse, Türklerin yenilebileceğini düşünemeyecektir !
Babası ikinci kez tahta otururken oğluna, Kazasker Molla Hüsrev’i hoca tayin etmiştir. Sarıca Paşa’da lalası olacaktır. Bu iki isim, Murad’ın hiç bir kuşkuya kapılmadan güvendiği insanlardı. Elbette öfke içinde gezinen genç şehzadeye masal anlatmamışlardır.
Nitekim böyle olduğu, padişah olur olmaz İstanbul’u almaya yönelmesi ile ve İstanbul’u alır almaz Çandarlı Kara Halil Paşa’yı ipe çekmesiyle belli oluyor. Çandarlı gibi, Osmanlı’nın kuruluş günlerinden beri aralıksız Devlete hizmet etmiş bir ailenin son ferdi, rüşvet gibi basit bir sebep için asılamaz. Kaldı ki Çandarlı’nın o tarihteki varlığı, belki tek başına Padişahın varlığını bile geçiyor ve onun serveti, İstanbul’un ticaretini Bizanslı aracılarla elinde tutuyordu. Böyle bir Sadrazama rüşvet vermek kolay değil...Hele bir balığın içine sığabilecek sayılı altını Halil Paşa’ya verdikleri için Çandarlı’nın İstanbul’un fethinden yana olmadığını, hatta Bizans’a casusluk yaparak nereden ordunun saldıracağını önceden öğrenip Konstantin’e bildirdiğini düşünmek akla zarardır.
Çandarlı Kara Halil Paşa, evet İstanbul’un sarılmasına karşı çıkmıştır. Sadrazam Halil Paşa, belki İstanbul’un Türklerin eline geçmemesi için casusluk bile etmiştir. Ama bu, bir balığın içinde kendisine verilen bir kaç altın için değil, sonsuz ve hesapsız servetini ve daha önemlisi kellesini kaybetmemek, o zamana kadar bütün söyledikleri çıkan bir Sadrazam’ın yanıldığını göstermek ve en sonra ikta sisteminin uygulanmasına engel olabilmek için yapmıştır...
Nitekim Fatih, Çandarlı’nın yalnız kafasını vurmakla kalmadı, bütün malını mülkünü de hazineye aktardı. O zamana kadar kafası vurulanların varlığı hazineye geçmiyordu. İlk kez Çandarlı’nın idamı ile mal ve mülkünün hazineye alınması kararı birlikte çıktı. Fatih bu tutumu ile, öteki Bey’lere Paşa’lara belki şunu söylemek istiyordu: ’’Siz, malınızı koruyabilmek için babamı ufalamayı göze aldınız öyle mi?..Ben yalnız malınızı değil, kellenizi de alıyorum, hadi çıkın ortaya bakalım?..Bazı tarihler, İstanbul’un fethinden sonra öldürülen tek Devlet büyüğünün Çandarlı Kara Halil olmadığını, onunla birlikte birçok bey ve paşaların da kellesinin koparıldığını yazarlar. Tarih i Ebafaruk bunlardandı ’’Muahharan, ayanı memleketin idamları’’ demek suretiyle asılan tek Sadrazam’ın Çandarlı olmadığına işaret ediyor.
Eğer Çandarlı’dan başka devlet ileri gelenleri de o sırada asılmış ise, düşüncemizin doğruluğu iyice sağlamlaştırılmış olur. Babasının ikta sistemini getirmek için yaptığı girişimi durduranlar, oğlu tarafından vezalandırılıyor, demektir. Ayrıca, idamla birlikte varlığı da hazineye aktarılan Çandarlı’nın daha sonra çocuklarına varlıklarının padişah fermanıyla geri verilmesi de karşılıklı mücadelenin hangi keskin çizgilerde yürüdüğünü gösterir.
Çünkü Çandarlı’nın asılması, yalnız saray çevresinde ve ordu komutanlıklarında hoşnutsuzluk yaratmış değildir. Tarihler. Fatih’in Hocası diye belirttikleri ve İstanbul’un alınışında büyük gayret ve hissesi olan Akşemseddin’in, Fatih’in kendisini ziyareti sırasında ayağa kalkmadığını, kendisine gereken itibarı göstermediğini ve İstanbul’un alınmasındaki hizmetlerine karşılık Fatih’in kendisine verdiği iki bin duka altını da almadığını yazarlar...Nitekim, Çandarlı’yı asılmak üzere Yedikule Zindanlarına attırdığı günün ertesi, Enderun yetiştirmelerinden olan Mahmut Paşa’nın Sadrazam seçilmesi de çok dikkate değer bir davranıştır. Fatih, Sarayda Yerli-Devşirme sürtüşmesini elbette biliyordu. Buna rağmen, Çandarlı ailesinden olağanüstü nitelikleri olan Mahmut Paşa’yı Sadrazam yapmayıp, sarayda adı bile geçmeyen bir Devşirmenin sadrazamlığa getirilmesi, beylere ve paşalara herhalde yeni ve başka bir meydan okuyuş gibi görünmüştür İlmiye sınıfı da bundan tedirgin olmuş ki, Akşemseddin, Padişaha hürmette kusur edecek kadar ileri gitmek cesaretini kendisinde bulmuş olabilsin...
’’İkta sistemini kurdum’’ demek, yetmez; sistemi işletmezler, işletmek isteyenin vücudunu ortadan kaldırabilirler !..Çünkü Fatih’e kadar Devlet, bazı ailelere ihale edilmiş gibiydi. Sadrazamlık Çandarlı ailesinde, Çavuşbaşılık Samsama ailesinde ; Beylerbeylik Aykut Alp sülalesinde, Serhat Beylikleri Evrenos oğulları, Mihail oğullarında değişmez biçimde yerleşmişti. Fatih’in Devşirmelere yüz vermesi, bütün bu aileleri Saray ve şahsı aleyhine çevirmeye yeterdi; çünkü bu mevkiler ellerinden alınıyor demekti.
Şimdi bütün bunların üzerine bir deİkta sisteminin getireceği tehlikeyi ekleyelim, Fatih’in durumunu biraz daha kavramış oluruz. Fakat besbelli ki Fatih, bütün bu tehlikelerin ortasında, bazen taviz vererek, bazen tavizleri geri alarak usta bir politikacı ve Devlet adamı olarak yaşamıştır. Padişah’la, Devlet adamları arasındaki bu didişme, boğuşmayı, tarihe sıçramış bir iki sözden çıkartmadayız. Yoksa eski vakanüvisler, padişahın hoşuna gitmeyecek hiçbir şeyi, yazdıkları tarihe almadıkları için, bu yaman çekişmeyi bazı olayların mantığından ve elimize düşen bir kaç satırlık pusula veya mektuplardan çıkarmak zorunda kalıyoruz. Bu nedenle şu anda hiç bir şeyi kesinlikle bilemeyiz: doğruyu da yanlışı da !..
Bazı tarihçiler, Fatih’in yetişkin Türk devlet adamları varken, birçok önemli mevkileri Enderundan gelen devşirmelere vermesini şiddetle eleştirirler. İlk bakışta hakları varmış gibi görünür. Ama bugün, Padişah’ın İkta sistemini uygulama yoluna girdiği düşünülecek olursa, can güvenliği için Devlet’in devşirmeler elinde olmasından başka çıkar yol düşünülemez. Hem o güne kadardevlete hizmet eden yerli takımın elinden malını mülkünü alacaksın, hem de canını bunlara emniyet edeceksin!..Bunun akla aykırı olduğu, bugün iyice görülüyor. Bununla beraber Fatih, zaman zaman yerli, zaman zaman devşirme sadrazamlar kullanmak ve bir denge kurmak yolunu da ihmal etmemiştir. Fakat bugün, şüpheli görünen ölümü karşısında, son Sadrazamının Karamani Mehmet Paşa olduğunu dikkatle değerlendirmemiz gerekiyor.
Benim bildiğim, Fatih’in bir toprak reformu yaptığı, İkta sistemini kabul ederek onu tımar sistemi olarak yerleştirdiğidir, Profesör Ömer Lütfi Barkan’ın 1937 yılı ’’Ülkü’’ dergisinde yayınladığı bir yazısında özetle şöyle deniliyor:
’’Fatih’in yapmış olduğu derin ve manalı ıslahatın şümul ve vüs’ati hakkında kesin bir bilgiye raslanmamakla birlikte, bu hareketin bir reaksiyonunu temsil eden Veli Beyazıt zamanında yazılmış birkaç defterde, sahiplerine geri verilmiş mülk ve vakıfların kayıtları üzerindeki tashihlerden istidlal ettiğimize göre, Fatih’in bu nevi icraatı pek geniş mikyasta ve memleketin her tarafında vuku bulmuştur. Tesadüf edilen kayıtlar şu mahiyettedir: ’’Mezkurun mülki imiş, alınıp merhum Sultan Mehmet Han zamanında tımara verilmiş imiş. Haliya Padişahımız...mülkiyetini muharrer tutup...’’
’’Bu kayıtların çoğunda genellikle Evkaf ve emlak bozulduğu sırada, şeklindeki sarahat ile, Rumeli’nde olduğu gibi, Anadolu’da da mevcut bulunuşu, Fatih icraatının şümulü hakkında bir fikir vermektedir.’’
Görülüyor ki, Fatih, bütün Osmanlı İmparatorluğu topraklarını içine alan bir yeni düzenleme, bir reform yapmıştır. Ama bu reformun dayandığı emirnameler, kanunlar, fermanlar ortada değildir. ’’Fatih Kanunnamesi’’ adıyla bilinen kanunnamenin birinci bölümü elde olduğu halde, ikinci toprak reformunu içeren bölümüne hiçbir yerde raslanmaması, tarihçilerin büyük bir dikkatle üzerinde durması gerekli bir noktadır. Kuşkuya düşmeden varsayılabilir ki, Fatih’in, topraklarını ellerinden aldığı bir takım beyler, paşalar, sadece Fatih’in vücudunu ortadan kaldırmamışlar, kendi aleyhlerine çıkardığı ferman ve kanunnameleri de yok etmişler, tapu kayıtlarını da Veli Beyazıt adıyla Fatih’in yerine çıkan oğlundan aldıkları fermanlarla eski haline getirmişler.!..
Fatih döneminde yaşamış tarihçilerimizden Aşık paşazade’nin, Fatih’in doktorları tarafından içirilen ’’Şerab-ı fariğ’’ dediği ilaçtan sonra fenalaştığını ve ciğerlerinin parça parça olduğunu duyarak acılar içinde öldüğünü yazması, son kertede önemlidir. Ölüm haberi üzerine Avrupa’daki bütün kiliselerin sevinç çanları vurmalarına aldanan bazı tarihçiler de, Fatih’in Papa tarafından zehirletildiğini yazmışlardır. Papa’nın Fatih’in Sarayına kadar bu ölçüde sokulmuş olduğunu kabul etmek çok zordur. Fakat servetleri alınan bir takım beylerin ve paşaların saraydaki hekimbaşıyı elde ederek intikamlarını aldıklarını düşünmek daha akla yakındır.
Fatih, 49 yaşında ölmüştür, yani çok genç yaşta...Ölümü sırasında , hedefi bilinmeyen bir doğu seferine çıkıyordu. Üç yüz bin kişilik bir ordu ve görülmemişbüyüklükte toplarla yola düzülmüştü. Demek ki, sağlığından hiçbir kuşkusu yoktu. Bana bu koca seferin hangi yöne olduğunun bilinmemesi de çok kuşku veriyor. Sadrazam, bir padişahın üç yüz bin kişilik bir ordu ile nereye gitmek üzere olduğunu hiç bilmez mi?..Ama tarihlerde kesin bilgi yoktur, sadece tahminler vardır.
Ölümün, Karamani Mehmet Paşa gibi Türk soyundan bir sadrazamın zamanında oluşu, dün için belki bir önem taşımayabilir; fakat bugün, Fatih’in bazı beylerin ve paşaların ellerindeki mülkü geri almak için harekete geçtiğini bildikten sonra, bir Türk Sadrazamı zamanında Fatih’in zehirlenerek ölmüş olması, tarih yazanlar ve araştıranlar için-çok mu çok- önemlidir.
Türklerin, savaşçı olmayan insanlara karşı ne kadar merhametli oldukları bilindiği halde. ’’Fatih Sadisttir, zevk için iki yüz esiri gözleri önünde testere ile ortalarından kestirerek öldürmüş ve onların can çekişmesi karşısında zevk almıştır’’ diye kulaktan kulağa laf gezdirenlerin kimler olduğunu da öğrenmek zorundayız...Ancak bunlar belli olduktan sonradır ki, Fatih eceliyle mi öldü, zehirlendi mi sorunu çözülebilir.
Bence Bey-Paşa takımının Beyazıt’tan yana oluşu ve Konya’daki Şehzade Cem’in babasının ölümünü geç haber alışı da rastlantı değildir. Bütün bunlar, mal hırsının birtakım insanların gözlerini ne ölçüde karalttığını açıklar. Onun için bu zaman parçasının taze bir açıdan ve her halde yeniden, dikkatle incelenmesi gerektir.
İşte görüyoruz...Varlıklı kimselerin kişisel çıkarları kımılda dımı, tarih kımıldıyor...O mertebe ki, Fatih Sultan Mehmet gibiğ bir ünü dünyayı tutmuş, çağ açmış padişahın zehirlenmesine kadar dayanıyor. 2. Murad’ı 49 yaşında bunaltıp tahtından uzaklaştıran, oğlu Fatih’i yine 49 yaşında Hekimbaşının eliyle zehirleyen güç, beylerin-paşaların elindeki servetin elden çıkma tehlikesi karşısında, harekete geçirilen güçtür. Belki böyle bir zorunluluk, yani ikta sisteminin benimsenmesi zorunluluğu olmasaydı, Fatih İstanbul’u belki alacak, belki de alamayacaktı...Tarih belki, başka türlü akacak, ya da farklı sonuçlara varacaktı...
Görüyorsunuz, olayın üstünden beş yüz yıl geçmiş ama, gerçek, bir tek mektubun satırlarına sinerek bugün sesini bize ulaştırmakta ve tarihi yeniden yazacak bilgileri ortaya koymaktadır. Hiçbir şey, ama hiçbir şey gizli kalmıyor. Bunu,bugün fısıltılarının duvarlar arasında kalacağını sanan politikacılar bir bilse, ah bir bilseler...Ama yazık ki bilmiyorlar!..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.