- 281 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TANDIR BAŞI MUHABBETLERİ 2
KÜÇÜK SERÇE
Kayıp kültürler arasında tandır başı muhabbetleri vardır yıllar öncesine dayalı. Kor halinde yanan tandırlarda pişerken ekmeklerin kokusundan yayılan kültür ki, Doğunun kayıp kültürleri… Kış aylarında biz çocuklar harı geçmiş tandırlara ayaklarımızı sarkıtarak nenelerden, yengelerden masal dinlerdik.
“Çocuktum ufacıktım
Top oynadım acıktım…”
Hangimiz çocuk olmadık, hangimiz oynamadık köyümüzün tozlu yollarında, mahallemizin taşlı sokaklarında yere düşerken dizlerimiz kanamadı ve hangimiz oynarken acıkmadık?
Çocuk; evde de, okulda da her zaman çocuk… Her ortamda mekan tanımaksızın yine çocuk. Koşarken de acıkır, oynarken de acıkır. Acıkmayan kim var acep bu daru dünyada? Oysa acıkan sadece mide değil, beyin de acıkmaz mı?
Şu küçücük yeni keşifler,
Masallara hayranlık duymaz mı küçük beyinler?
Dinleyelim o vakit Gülperi yengemizin,
Tandır başı muhabbetleri emeğimizin.
Dinleyenler otururken diz dize
Bir varmış, bir yokmuş ile başlardı söze.
Günlerden bir gün mevsim bahardır. Serçeler sürüsü harmanlar düzlüğünde konup göçe dursun gözleri bir hoş, sırtının yarısı kahverengi çizgilerle süslü, sağa sola sıçrayan tatlılar tatlısı küçük serçenin ayağına diken batar. Can havlıyla bağrışırken, seçe sürüsünden arkadaşının imdadına koşan olmuşsa da ellerinden bir şey gelmemiş. Acıya dayanamayınca küçücük gözlerinden yaşlar süzülmüş.
Tek ayak üzerinde Kars yöresinin “Temir Ağa” halay oyununu oynar misali köyün daracık gübre kokan sokağına girmiş. Yanında yöresinde birilerini ararken, ekmek pişirmek için tandır yakmakla uğraşan yaşlı bir kadın görmüş. Kadıncağız yaşlı olmasına çok yaşlı, elleri titriyor, akı karadan seçemiyor, kulakları da ağır işitiyormuş. Tandır bir türlü tutuşmuyor, alev almayınca kendi kendine:
“La havle…” çekiyormuş.
Sevimli serçemiz oflaya puflaya varmış yaşlı kadının karşısına;
“Nene… Nene, ayağıma diken battı, yardım et nolur.”Yaşlı kadın serçenin topal haline acımış.
“Gel hele şöyle tandırın başına çaresine bakalım.”
Serçe bir sıçramış, iki sıçramış varmış kadının dizine konmuş. Yaşlı kadın akı karadan seçemeyen keskin gözleriyle aramış, ama bir türlü dikeni görüp de çıkaramamış. Serçe acıdan kıvrana dursun, el yordamıyla dikeni yakalayıp bir çekişte çıkarmış. Serçe:
“Nenem, sana çok teşekkür ederim, dikenim yanında kalsın, arkadaşlarımla oynamak için harmanlar düzlüğüne gideceğim. Sakın kaybetme akşama gelip alacağım.” Diye de tembihte bulunmuş.
“Tamam, güzel kuş şu dikeni ne yapacaksan. ” demiş canından bezgin yaşlı kadın, çünkü bütün uğraşmalarına rağmen tandır bir türlü yanmamış. Serçe gittikten sonra;
“Aman… ne işine yarayacak kuşun?” Deyip dikeni tandıra atmaz mı? Atmasıyla tandır tutuşmaya başlamış, alevler gürül gürül yükselmiş. Gönül rahatlığı içinde bir tekne dolu hamuru pişirmiş. Taze ekmek kokusu köyün toprak damlı evlerin dar sokaklarına yayıldığında vakit çoktan akşam olmuş.
Harmanlar düzlüğüne gelişi güzel konup göçen ala kargalar değirmen yamacı kavakları yolunu tutarken, serçeler de dam saçakları arasına yaptıkları yuvalarına çekilmişler. Ortalıkta kimsecikler kalmamış. Köpekler çocukların ardına takılarak köyün sokakları arasına dalmışlar.
Küçük serçemiz oynaya zıplaya yaşlı kadının kapısına dayanmış;
“Nene… Nene, ben geldim.. Dikenimi almaya geldim. “ diye seslenmiş.
Yaşlı kadın bu duruma şaşırmış tabi ki, ama bir yandan da kuşu kandırmak yollarına bakmış.
“Şeeey… tutuşması için tandıra attım. Tandır yanınca dikenin ateşinde ekmekleri pişirdim.” Diye cevap verir.
“Dikenimi isterim… dikenimi isterim…” feryat figan edince komşular başlarına toplanmışlar.
“Tandırda yanmış dikeni veremem, ama başka bir diken verebiliriz.” Kuş dayatmış;
“Başka diken istemem, ya dikenimi verirsin ya da tüm ekmekleri alıp götüreceğim.” Komşular da ikna edemeyince ekmek sepetini alıp götürmüş.
Sepet ağzına kadar ekmek dolu olduğu için ağırlığından beli bükülmüş serçenin, fazla taşıyamamış. Yolun üzerinde ilk evin kapısını çalmış. Çengel bıyıklı, koca kafalı, iriyarı bir adam açmış kapıyı. Serçe hemen atılmış:
“Amca şu ekmekler evinizde kalsın, yarın sabah gelip götüreceğim.” Deyince, çengel bıyıklı adamın gözleri fal taşı gibi açılmış tandır ekmeklerini görünce.”
“Olur… olur.” Sevinerek ekmek sepetini içeri almış. Meğerse adamın çocukları dünden beri ekmek yüzü görmemişler, her biri bir köşede açlıktan kıvranıyorlarmış. Ahırda bağlı bir ineklerinden başka hiçbir şeyleri yokmuş. Ekmek sepeti açlıklarına fazla dayanamadan dibi görünmüş. Adam serçe kuşun gelebileceğini tahmin etmemiş.
Sabah güneşinin yumuşak ışıkları Kolibaba tepesinden yaylanın yükseklerini aydınlatırken bizim küçük serçe soluğu ekmekleri bıraktığı adamın kapısında almış.
“Amca… Amca, ben geldim… Ekmeklerimi almaya geldim.” diye seslenmiş.
Çengel bıyıklı adam bu duruma şaşırmış tabi ki, ama bir yandan da kuşu başından savma yollarına bakmış.
“Şeey… Ekmek sepetini ahırın bir köşeciğine bıraktık, ama ineğimiz ekmeklerin hepsini yemiş.” Diye cevap verir.
“Ekmeklerimi isterim… Ekmeklerimi isterim…” feryat figan edince komşular yine başlarına toplanmışlar.
“İneğin yediği ekmekleri vermem mümkün değil, ama sana başka ekmekler verebilirim.” Kuş dayatmış;
“Başka ekmek istemem, ya ekmeklerimi verirsin ya da ahırda bağlı ineği alıp götüreceğim.” Komşular da ikna edemeyince çengel bıyıklı adamın ineğini alıp götürmüş.
İneğin yularından tutup ardından çekerek yol üstünde başka bir köye kan ter içinde uğramış. Köyde düğün var, davul zurna sesleri içinde düğün evine varmış, düğünü hayırlı ettikten sonra;
“Şu ineğim yanınızda kalsın, arkadaşlarımla oynamaya gideceğim, akşama gelip alacağım.” Tembih ederek uçup gitmiş. Düğün sahibi bu işe çok sevinmiş, tez elden ineği kesmişler, düğün yemeğini güle eğlene afiyetle yemişler. Küçük Serçe akşamı beklemeden ikindi vakti düğün alanına dayanmış.
“Ben geldim… İneğimi almaya geldim...” Dediyse de kimse oralı olmamış, davul zurna eşliğinde halay çekmeye devam etmişler. Serçemiz tekrar bağırınca;
“Heeey… İneğimi almaya geldim, ineğimi verin...”
“İnek yok, kestik, düğün yemeği yaptık.” Diye cevap vermişler, ama serçe bu, bir nara atmış, yer yerinden oynamış.
“Ya ineğimi verin ya da gelini alıp götüreceğim…!!!” diye tehdit etmiş düğün sahibini. Adamlar düşünmüşler, taşınmışlar serçe kuşumuzu ikna etmeyince eli kınalı, al duvaklı gelini vermek zorunda kalmışlar.
Gelinin kınalı elinden tutup dağlara doğru alıp başını giderken bütün köy halkı arkasından baka kalmış. Gide gide, yüksek bir kayanın üzerinde oturmuş, kaval çalan bir çoban görmüşler. Serçemiz kavalın sesinden çok etkilenmiş.
“Çoban kardeş… Çoban kardeş, çaldığın kavalı bana ver, sana şu güzel gelini vereceğim.” Demiş.
Gelinin güzelliği karşısında aklı başından geçmiş zavallı çobanın, hemen kavalı kuşa vermiş, gelini alıp oradan uzaklaşmış, evine gitmiş.
Serçemiz kavalı;
“Düüüt… Düüüt. Düüüt…” Diye acayip sesler çıkarak çalmış. Bir yandan da;
“Ben küçük bir serçe iken,
Harmanlar düzlüğünde oynarken ayağıma battı diken.
Dikeni verdim, bir sepet ekmek aldım.
Ekmek verdim, bir inek aldım.
İnek verdim, bir gelin aldım.
Gelini verdim, bir kaval aldım.
Düüüt… Düüüt… Düüüt… “ Sesinden usanınca kayaya vurur kavalı, kırılır.
Serçemiz kanatlarını çırparak harmanlar düzlüğüne arkadaşlarının arasına katılmış ve sonsuza kadar mutlu olarak oynamışlar.
14 EKİM 2020
Mehmet AKIN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.