- 576 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SİMAVNE KADISI OĞLU ŞEYH BEDREDDİN
Gökyüzü pırıl pırıldı Serez üzerinde. Ilık, günlük güneşlik kış gününün coşkusuna kapılan kumrular, saçak altlarında, kavak dallarında gırtlaklarını yırtarcasına bağırışıp duruyorlardı. Evrenos Bey’inSultan Mehmed Çelebi’nin ikametine ayırdığı sarayının kafesli pencerelerine dek ulaşıyordu kumruların kuğurtusu.
Sultan, üzeri halı kaplı yüksekçe bir yerde oturuyordu. İki yanında vezirler, ulemadan kişiler ve öteki ileri gelenler duruyordu.
Bedreddin’i huzura aldıklarında, Mehmed Çelebi hafif alaylı:
-Benzini sarı görürüm? dedi. Sıtma illetine tutulmuş olmayasın sakın?
-Güneş de batarken sararır !
-Hangi yılan, zehrini akıttı da yüreğine, seni koyduğumuz yerde durmadın?
-Yuvasına yılan giren şahin, daha o yuvada oturup kalmaz.
-Neden hükümdarının yüce buyruklarına boyun eğmez, baş kaldırırsın?
-Yüce buyruk, hakikatin buyruğudur. Zorbalığı sineye çekmeyin, zorbaya boyun eğmeyin diye bir buyruktur bu. Şeriat usüllerine uygun soracak sorun varsa, sor. Yanıtlamaya hazırım.
Sultan kaşlarını çattı;önce vezirine, sonra İran’dan daha yeni gelen baş müftüye baktı.
-Bize değil, ulemamıza vereceksin cevaplarını. Şeriat usüllerine göre. Bizim huzurumuzda...
Tam üç gün hazırlık gördü ulema.Kanıtlar aradılar, sesleri kısılana dek tartıştılar,’’hadise’’nin şer’i hükmünü tayin edebilmek ve ’’vaziyete uygun bir ahkam’’ çıkarabilmek için kitabullahtan peygamber sünnetine kadar başvurmadık kaynak, kitap bırakmadılar. Tek amaçları , hünkarın önünde rezil olmadan şu pis işin içinden sıyrılmaktı...Bedreddin, işi fazla uzatmadan cellada teslim ediliverecek, sıradan biri değildi. Ne olursa olsun, devletin en yüksek makamını işgal etmiş,ilmiye mesleğinin en yüksek mertebesine erişmiş, bütün Müslüman ilim aleminin yıldızı olmuş bir şeriat bilgini. ’’Camü-ul Fusuleyn’’ gibi, aşılamamış bir fıkıh kitabının yazarıydı. Böyle birinin başının vurulması ülkenin tüm bilginlerini ayağa kaldırırdı. Bundan kaçınmak için kendisini önce esaslı bir şekilde karalamak, şer’an mahkum etmek gerekti. Böyle bir işi başarabilmek içinsedeğil üç gün, üç ay yetmezdi. Eksiksiz bir biçimde hazırlanacak, kanıtlar toplayacak ve açabileceği bir tartışmada onu yenecektin. Burası böyleyken Beyazıd Paşa. ’’Sultan bir an önce kellesini istiyor bu herifin’’ diyerek sıkıştırıp duruyordu.
Ve işte bir kez daha, sarayın kabul salonunun soğuk,mermer taşları üstünde dikiliyordu Bedreddin. Üzerinde basit bir derviş abası, ayaklarında emekdar yemenileri vardı. Kemerli pencerelerden içeri pırıl pırıl, ama ısıtmayan bir güneş giriyordu. Pencerelerin gerisinde,muhafızlar gibi kımıldamadan duran kavaklar görülüyordu
Sultan yine aynı yerde oturuyordu. İki yanında, gösterişli kaftanları, savatlı, silahlarıyla devlet erkanı yer alıyordu. Bedreddin’i yargılayacak din bilginleri ise, kara cüppeleri, devasa sarıkları ve kınalı sakallarıyla, en önde yer almışlardı. Kasıntılı, azametli duruşları, kararsızlık, tereddüt ve kendilerine güvensizlık içinde olduklarını gizlemeye yetmiyordu. ’’ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol’’ sözünü anımsadı Bedreddin.
Ulemanın başı olarak, ilk Haydar Herevi başladı:
-Bismillahirrahmanirrahim. Esirgeyen ve bağışlayan, alemlerin sahibi ve hesap gününün egemeni olan Allahadır hamd. Yalnız sana tapınır,ancak senden yardım isteriz. Senin gazabına uğrayanlarlasapkınların yolundan başka olan,sevdiklerinin yoluna, doğru yola yönelt bizi...
Duanın son sözleriyle birlikte, bakışlarını gözdağı verirce Bedreddin’e dikti, sordu:
-Ben güneşe hükmeder, dünyayı değiştiririm diye telkin edermişsin, Bedreddin Mahmud ! ve iblis gururunla, kendini peygamber mertebesinde tutarmışsın!?
-İnsan kendi kafasında yer almayan bir düşünceyi nasıl telkin edebilir? Ben hakikat güneşine değil,hakikat güneşi bana hükmeder. Dünyayı da bu güneşin ışığı değiştirir...
-Yazdığın onca değerli kitapla, sahibi olduğunu gösterdiğin şeriat bilgini, Müslüman milletini dalalet yoluna saptırmak için nasıl kullanabildin? Dünyanın düzeninin neye dayalı olduğunu,neyin memnu, neyin meşru olduğunu çok iyi bilen bir kişi olarak,insanları adetlerimizi, törelerimizi değiştirmeye çağırmakla ilmiye sınıfını bir paralık ettiğini bilmez misin?
-İnsanları adalete çağıranlar değil, Tanrı kullarını kendi kuluna çevirme adetleri koyanlar sapmışlardır doğru yoldan. İlmiye mesleğine leke sürenlerse, bu sapıncı meşru gösterip takdis edenlerden başkası değildir.
İranlının yüzünü allar bastı. Veliahtın öğretmeni öne çıktı. O da İrsnlıydı. Şiraz’da Seyid Şerifi’nin yanında öğrenim görmüştü. Bedredin’in de, gençliğinde öğretmeni, daha sonra Kahire’de dostu olmuş Seyid Şerifi’den başkası değildi bu.
-Dünyevi ve semavi şeyin esası olan ’’tabilik, itaat, ve silsilei meratip kanunu’’ ihlal olundu mu, çok başlılığa , buradan da Allahsızlığa gidileceği buyrulmuştur bir hadisi şerifte. Egemenlik, Allahtandır. Sense egemenliğe başkaldırdın. Sen Allahsızsın, Bedreddin Mahmud!
-Hazreti petgamberin Kur’an hükümlerine dayalı sözlerini yorumlayabilmek için derin biğlgi ister, Fahrettin Mollla ! O hadiste, Allahın egemenliğinin adil egemenlik olduğu söylenir.
-Din uluları, ’’Allaha ait olmayan egemenlik yoktur’’ yorumuyla olaya açıklık kazandırmışlardır. Adil olmayan egemenlikler de Allahtandır ve günahlarımızın cezası olarak yollanmıştır bize.
Seninle çok ayrı düşmüşüz birbirimizden, Seyid Şerif, diye düşündü Bedreddin. Baksana, Fahrettin gibi bir öğrencin bile hükümdara yaranmak için, anlamı açık bir hadisin yorumunda benimle nasıl çekişiyor.
-Biz de işte ceza çekmekten kurtukmak için, bilim gücümüzle ve evrenin birliği yasası üzerine olan bilgimizle,dünyayı adaletsizlikten, adil olmayan egemenlikten kurtarmaya giriştik...
Mırıltılar, homurtular, öfkeli bağırışlar arasında yitip gitti sesi. Akıl alır bir küstahlık değildi bu; Sultana açıkça hakaret vardı bu sözlerde.
Ulema kendinden geçmişti. Birisi soluk almak için susmaya görsün, hemen ötekisi kapıyordu sözü. Artık kanıt göstermeyi, hadis, yorum aktarmayı bir yana bırakmışlar, birbirlerinden bayağı küfürlerle saldırıyorlardı Bedreddin’e: ’’Senin aklın kararmış, yüreğini şehvet kudurganlığı sarmış ! Kalbi mühürlü, gözleri kör, ruhu kara bir sahtekarsın sen ! Sahte bilgin. Yolunu şaşırmış ! Zavallı ! Kellesi vurulası din sapkını !
Bedreddin susuyor, karşılık vermiyordu. Tutsaklıkta zafer susarak kazanılırdı. Dinlemiyorlardı ki seni, niye konuşacaktın? Hakikati sonuna dek savunabilirdin. Ama kendini savunmanın hiçbir anlamı yoktu.
Sultanın din bilginlerinin bağırışları boş bir uğultu gibi gelmeye başladı kulağına. Başını ışığa çevirdi. Pencereden vuran göz kamaştırıcı ışık demeti içinde iki kanatlı minicik sinekler dans ediyorlardı. Dışarıda kumruların şen çığlıkları coşkuyla sürüyordu. Bu, yaşamın dansı, yaşamın sesiydi. Sonsuzcasına değişen,bu yüzden de hakikat gibi sonsuz olan yaşamın...
İnsan ömrü yetmiş yıldı. Belki bir yetmiş yıl da, kendisini görenlerin, tanıyanların belleklerinde yaşardı insan, o kadar. Ama insan bir sinek, bir böcek değildi.Bir başka yaşamı vardı onun: Ruh yaşamı. Ve bu yaşam, o insanın yapıp eyledikleri ne kadar yaşarsa, o kadar sürecek bir yaşamdı.
Kendisinin yaşamı artık sonuna yaklaşmıştı. Ama ruhu; öğrencilerinde, kitaplarında, hakikatin tek bir zerresini içeren fikirlerinde yaşayacaktı. Öyleyse bu derin elem neyin nesiydi? ’’Hiç bir şeyi değiştirecek gücü olmamak, ama her şeyi görmek, her şeyi anlamak...’’ Az kalsın paramparça edecekleri zorbalığın tekerleği, bir seferlik onları ezmişti. İnsanlar, ona, Bedreddin’e görünen yasalara göre yaşamayı öğrenene dek, daha kaç yıl geçecek ve daha ne kadar kan akacaktı acaba? Biliyordu: Bu işin bir başka yolu yoktu. Yoksa insan artık insan olmaz, kendini yok ederdi.
Müftü Haydar Herevi’nin sesini duydu:
-Şeyh Bedreddin Mahmud! Hakkında hüküm verildi. Hükmümüz şu hadise dayanıyor: ’’Eğer davanız sizi bir adamın etrafında birleştirdiyse ve bir başkası gelip sizi birbirinizden ayırıyorsa, öldürün o adamı.’’
-Hakikat bize insanları varlık durumlarına, dillerine, göre ayırmamız değil, birleştirmemizi buyurur. Ama, madem ki biz yenildik, şimdi bütün bu konuşmalar boşadır...Verin şu fetfanızı !
Yazıcı müftüye baktı. Müftü, başını salladı.
Bedreddin kendisine uzatılan kağıda baktı. Şöyle sona eriyordu fetva: ’’Yeryüzü sultanına baş kaldırmış birinin katli vacip değil midir? Vaciptir.’’
Dini konularda fetva vermek hakkına sahip olduğu Kahire günlerinden beri yanında taşıdığı mührünü kuşağının arasından çıkardı. Yazıcının uzattığı mürekkebe, telaşsız, sakin batırdı ve kağıdın altına bastı.
Hicri takvime göre 27 Şevval 819, Rumi takvime göre ise 18 Aralık 1416 perşembe günü, sabah erkenden, Serez’in bakırcılar çarşısında darağacı kuruldu. Bütün kent hemen anladı: Bedreddin’i asacaklardı. Zanaatkarların mahallelerinde herkes yas giysileri giydi. Kasaba halkı hem korkuyor, hem üzülüyordu. Böylesine yüksek bir din yetkilisinin asıldığı daha önce hiç görülmemişti.
Çarşı yakınındaki Eski Camide büyük bir kalabalık toplandı. Bedreddin’in ölüme mahkum edilmesi üzerine, beylerin ve erkanı devletin keyif meclisleri kurup eğlendiklerine ilişkin kent sokaklarında dolaşan söylenti, çok geçmeden saraya ulaştı. Halkın infialinden korkan Sultan, kolcu sayısının üç kat artırılmasını emretti.
Ulema, kara cüppeleri içinde, hep böyle azametli, kurumlu, darağacının başında toplanmaya başladı.
Bedreddin’i almak için zindana yüz dolayında muhafız gönderdiler. Bir de at getirmişlerdi kendisi için. Ama binmedi ata Bedreddin, muhafızların ortasında yürüyerek gitmek istediğini söyledi.
Bulutlarla kaplı puslu sabah göğü, sanki yukarıdan bastırıp duruyordu. Ağaçların çıplak dallarından, gözyaşları gibi damlalar yuvarlanıyordu.
Bakırcılar çarşısına geldiler. Sehpanın önünde durdular.
Bedreddin, kalabalığa baktı. Akşemseddin’i, Mecnun’u, Durası Emre’yi, Derviş İbrahim’i, taşçı ustaları Aşot ve Vartan kardeşleri ve öteki mücadele arkadaşlarını, öğrencilerini gördü. Cellatlara döndü:
-Abdest almak istiyorum, dedi.
Bir testi getirdiler. Bedreddin Mecnun’u çağırdı.
Mecnun gözünde yaşlarla su döktü testiden öğretmeninin eline.
-Ağlama, Mecnun. Hakikat bizimle ! Vasiyetimdir: Bedenimi şu bakıcılar çarşısı yakınında bir yere gömün...Ama beni kara toprakta değil, hakikati anlamış insanların yüreklerinde arayın !
Dört yöne ayrı ayrı selam verdi. Halk da aynı selamla karşılık verdi kendisine.
Sehpaya çıktı.
Cellatlar, onu iyice aşağılamak için, üstünde ne varsa çıkarıp, çırılçıplak ettiler kendisini;sonra yağlı ilmiği geçirdiler boynuna, üstünde durduğu peykeyi bir tekmede devirdiler.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.