- 283 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Çürümüş kalpleri kim diriltecek?
“Kur’ân-ı Hakîm’de çok hâdisât-ı cüz’iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor.” 20. Söz’den.
Bazen karamsarlığın eline düşüyor insan. Ne kadar ‘Düşmemek lazım’ dese de düşüyor. Cümle nasihatler havada kalıyor. Ve kendi ‘karışmayan denizlerine’ çarpıyorsun: İmanın uyarıyor. Nefsin duymuyor. Telkinler kalbinin bir köşesinden diğerine geçmiyor. Evet. Farkındayım. Umutsuzluk iki umut arasında gidilen yol gibi. Kalıcı olmasın, yeter, onları da anlıyorsun. Meleke halini almasın. Kendisini hakikat saydırmasın. Hüznün de insanda eylediği bir iş var. Bir hikmeti var. Vazifesi var.
Öyle. Allah gönlü zıtlar arasında koşturarak eğitiyor. Geliştiriyor. Güzelleştiriyor. Bazen mutlusun bazen hüzünlü; bazen iyimsersin bazen kötümser; bazen neşe saçarsın bazen de öfke. Bunlar normal. Hepsi âdemiyetten. Hepsi sana işlenmiş nakışlar. Hepsiyle bir şekilde barışman lazım. Ama şu noktaya dikkatini isterim arkadaşım: Birisinde ‘hikmetsiz bir kalıcılık’ yakalamaktan korkmalısın. Gözün siyahı ancak beyazıyla görür. “Ger fikret-i beyzâda süveydâ-i kalb olmazsa...” diyenin Sözler’ini hatırla.
Dünya hayatını misafirlik gibi görmeyi öğütleyen hadis-i şerifi ele alalım. Acaba o misafirlik nasıl bir misafirlik? Dünyaya madden bağlanmamak anlamında mı sadece? Yoksa hiçbir halette kalıcılık aramamak anlamında mı? Öyle ya: Zenginlik, fakirlik, mutluluk, keder, neşe. Hepsi Allah’ın hikmet elinde ve bazen hikmeti gereği yerlerini değiştiriyor. Sen yerini değiştirmeye hazır mısın onu söyle? Böylesi bir misafirliğe hazır mısın? Kalbinde misafir kalmaya hazır mısın? Yakınında bir yere ölüm isabet ettiğinde mesela? Yahut baharını solduracak bir hazana uğradığında? Hazır mısın neşenin bohçasını sarıp kedere göç etmeye?
Şimdi diyeceksin ki: “Bu da çok dengesiz bir hal. İnsan sahiplenmeden yaşayamaz. Kalmayı istemek kanımızda var...” Ben de cevaben derim ki arkadaşım: Bütün bu kederlerin/neşelerin kaynağını bir görürsek ve tevhid ile hepsinin aynı Rahman u Rahîm’in tecellisi olduğuna uyanırsak neden olmasın? Neden misafirlik de sevilmesin? Sen sana yüz kez bal ikram etmiş birisinin sofrasındaki tuzu yadırgar mısın? Halbuki aşinasın Onun ikramlarına. Tanıyorsun onu. Biliyorsun. Aslında ne kadar şefkatlidir, farkındasın. Aslında ne kadar çok sever seni, seziyorsun. O böyle şefkatliyken sana, severken seni, neden birden kötü davranmaya başlasın?
Buradan şuraya geleceğim. Elimden tut da beraber gidelim: Bazen “Kur’an’daki ayetleri çok mu ötekileştirerek okuyorum?” diye soruyorum kendime arkadaşım. Mesela: Yasin sûresinde geçen “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” sualini yalnız Übey b. Halef’in üzerine yıkmak bâki kelama haksızlık mı diye düşünüyorum. Ezeliyeti tahattur edince “Evet, haksızlık” şeklinde oluyor cevabım. Çünkü ben de umutsuzluğa düştüğüm anlarda, çukurlarımdan yorulduğum anlarda, günahlarımdan daraldığım anlarda sancıyarak soruyorum: “Çürümüş kalpleri kim diriltecek?” Kalbimi kim diriltecek? O zaman Yasin sûresi bana da cevap veriyor sanki: “De ki: Kim onları ilk başta yaratmış ise o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir.”
O zaman üzerimden dağlar kalkıyor sanki. Elhamdülillah. Kur’an’da tarihsel bir ayet yok. Hepsi hepimizle konuşuyor. Hepsinin muhatabı herbirimiziz. Demek: Bu iş benim işim değil. Umutsuzluk taşıyamayacağın yükü omzuna almaktan demek ki. İşte, ben de kalbimin ıslahını omuzlarıma alıyorum, bu yüzden umutsuz oluyorum. Yasin sûresi o yükü de kime bırakmam gerektiğini söylüyor: İlk başta yaratana. O yaratmanın her türlüsünü bilir. Ki başta dirilik üzere, yani ki İslam fıtratı üzere, yaratan da odur. Potansiyeli yaratan geri döndürmesini de bilir. O yüzden yorulsan da ümidini kesme. Kesmek başkadır yorulmak başka. Ayrım için bir de ayıraç öğreteyim sana: Dua etmeyi bıraktığında ümit etmeyi de bırakırsın.
Şimdi arkadaşım, istersen bu tefekkürümüzü al, bütün dünyayı dolaş onunla. Hâl-i âlemde sana kederlendiren ne varsa ışığını üzerine tut. Maşaallah. Hep aydınlık olduğunu göreceksin. Ve mürşidinin ‘vazife-i ilahîyeye karışmamak’ noktasındaki hassasiyeti anlayacaksın. Evet. Vazife-i ilahîyeye karışmak zaten taşıyamayacağın yükün altında oyalanmaktır. O senin işin değildir. Hakkın da değildir. Haddin de değildir. Senden beklenen yalnız omzuna taraf belirlemektir. Safını belli etmektir. Yani ki mizanda kendini kurtarmaktır. Ahirzaman hazanını bahara çevirmekse ancak Sultan-ı Zülcelal’in kudretiyle olur. Çürüyen bütün kalpleri diriltecek yalnız Odur.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.