- 404 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
DÜŞLERİN ORTASINDA
Adsız bir gecenin ıssızlığında, trafiğe kapalı bir caddede, kafası kopmuş, kolları olmayan insanlar geçiyor. Neden kopmuş bu insanların kafası, kolu? Nasıl dolaşabiliyorlar böyle, acı duymuyorlar mı? Her birinin üzerinde mavi işçi tulumu. Kirli ve yırtık tulumlarının içinde bedenleri sallana sallana yürüyorlar caddede. Neresi burası? Bir savaş alanından arta kalanlar mı? Yıldızlar ışıl ışıl parlıyor gecede, zehirli gaz kokuyor gökyüzündeki rüzgar, nefes alamıyor insan. Bir yanda kadınlar var; gözleri kör, bir alev yanıyor görmeyen gözlerinin çukurunda. Ellerinin birini uzatmışlar yaralarına, kopan kol ve kafaları diğer ellerinde taşıyorlar. Neden kör olmuş bu kadınlar. Gözlerindeki yanan ne? Kan ter içinde uyanıyor düşler, nereye gittiği bilinmeyen kabusun ortasında yaz gecesinin dinginliğini bölüyor, sokaklardan gelen uğultu ve düşler hiç uyumamak üzere dikiliyor ayağa. Yalınayak bir duygu bu, sahipsiz değil ama soğuk ve ürpertici; yok olanın varlığını düşünmek gibi. Bir gelinciğin yaprağına düşen çiğ tanesi doğruluyor uçurum kenarlarında, dünyanın kurutulmuş ırmaklarına dökülüyor çağlayarak. Anlamını mı yitirdi zaman, yaz gecesiydi hani? Neden çıktı bu soğuk ürperti? Titreyen soluklar var şimdi, her biri bir bedende hissedilecek kadar güçlü. Bellekten silinmeyecek öyküler bunlar, kim yazdı bu destansı masalları?
Yine adsız gecenin ıssızlığında, bu sefer bahara doğru soğuk bir gökyüzünün ortasında ışık saçan bombalar uyanan düşleri yerinden sıçratıyor. Bir çocuk; bütün dünyanın yürekleri kirpiğinin ucunda atıyor. Sokakları gezen ayaklarının izni takip ediyor insanlık. Aldırış etmeden yürüdüğü oyuncak bahçelerinde kırık oyuncak artık çığlığı; toza çamura belendiği toprakta iki yana düşüyor kolları. Annesinin memesinde gezinen minicik elleri yine minicik kalıyor. Süt kokusu değil bu, başka bir koku ellerindeki...Damla damla yağmur değil düşen, yıldızlar değil alev alev yanan. Boşlukta sallanan uzuvsuz bir bedenin hafifliği beyinlerdeki ağırlık. Oyuncak bir bebek dudaklarını bükmüş, yanık naylon kokuyor hava. Cesetler saçılmış sağa sola tek tek topluyor birileri sanki papatya toplar gibi. Açlığın ve bombaların nefesi birbirine karışıyor. En sevdikleri artık yok bu dünyada, en bilinen duyguları yerle bir etti barbarlık.
Bir ekran karesi yaşananları sığdıramayacak kadar dar ve akılsız. Çirkin bir surat beliriyor, homurtular çıkartıyor, karıncalanıyor; sahipsiz bakışı akşam yemeği sofralarına oturuyor. Her bir kaşığa zehrini damlatıyor korkunç yüzlü adam .Homurdanarak anlatıyor ne kadar başarılı olduklarını. Korkunç histerik çığlıklar atıyor, öfkeden kıpkırmızı oluyor suratı. Film koptu...Şimdi ekranda başka birileri var;ateş topu her birinin yüreği, konuşturmuyor ekran karesi tüm dünyanın ışıklarını söndürüyorlar, ekrandan geriye sokakların dar kalabalığındaki güçlü haykırışlar kalıyor.
Evlerden hiç eksik olmayan bir ekran karesi daha, delice bir çığırtkanlık yapıyor. Acıklı öyküler çıkarıyor bu çığırtkanlığından, soğuk kış gecelerinin bahara evrildiği zamana karşı tarihe yazıyor adını. Bu leke; kapkara. Kömür karası değil bu ekrandaki, geleceklerinin karanlık rengi. Petrol siyahlığına bulanan yüzleri, yüreksiz bedenleriyle belleklere kazınıyor hiç unutulmayacak şekilde. Gözlerinde korkunun her rengi, sözlerinde yeşil kağıdın amblemi en üst köşede. Kafalarını ekran karesinden çıkarıp yoksul evlere girmeye çalışıyorlar. Her girmeye çalıştıkları evde kara yüzlerine yedikleri şamarla, ekran karesi daha bir aptal daha bir soysuz görünüyor. Küçücük bir çift kol ekranda;onlar için malzeme, insanlık için yarına giden umudu çoğaltacak öfke. Ağzından dökülen sözcüklerle, anlamını kavrayamadığı zamanın içinde tarihi yazıyor. Zayıf bedenini yakan bombakar, ömrünün duvarlarını yıkmış. Dünyanın bütün caddelerinde insanlar sokakta yanık bedeni taşıyor omuzlarında. Ellerinde fişekli yazılar, haykırışları kopan kolların çığlığına karışıyor. Silinmeye çalışılan her yazının yerini yenisi alıyor. İnatçı solukların rüzgarı esiyor dünyada.
Pembe dünyalarının mavi pancurlarından bakanların düşleri; sıkı sıkı sarıldıkları bin bir gece masallarında artık kırk gün kırk gece süren düğünler yok. Yasını tutamadıkları hayallerin boşluğu sallanıyor yaşamın tam ortasında. Boşlukta sallanan kollar gibi. Öyle yalın, öyle gerçek...