- 852 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
HOŞ GELDİN MEHMET
MAZİYE YOLCULUKLAR–256
Mecburi bir ayrılıktan sonra 1991 yılında öğretmenliğe geri döndüm.
Mersin’den ayrılarak Afyon ili, Sinanpaşa ilçesinin en uzak köyü Yıldırım Kemal’de göreve başladım.
Köyde bir yıl görev yaptım. Tayin istedim. Rotasyona tabi olduğumdan Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde üç il yazma hakkım vardı. Yazdığım üç il içinde tayinimiz Diyarbakır ili Lice ilçesine çıktı.
1992 yılı Ağustos ayının son günlerinde Lice’ye taşındık. Şaar Mahallesinde 1975 depreminden sonra yapılmış ve ömrünü çoktan tamamlamış bir barakaya kiracı olarak yerleştik.
Demirçelik İlkokulu yeni görev yerim oldu. Bana birinci sınıfı verdiler. Büyük bir aşkla çalışmaya başladım.
Eşim hamileydi. Ekim ayında çocuk bekliyorduk. Çocuğun cinsiyeti belli değildi. O yıllarda ülkemizde teknoloji bu kadar gelişmemişti.
6 Ekim 1992 Salı günü sabah okula gittim. Öğle yemeği için eve geldim. Bir sorun olmadığından tekrar okula döndüm.
15.30 da mesaimiz biter, memurların gittiği “RAMAZAN’IN KAHVESİ” buluşma yerimiz olurdu. Birkaç el oyun oynandıktan sonra, hanımların verdiği siparişler alınır, evlere dönülürdü.
Saat 15.30 oldu. Okulun kapısının önüne arkadaşlarla çıktık. Okul müdürü çalan telefona bakmaya gitti. İçerden bana seslendi:
— Mahmut Cantekin telefonun var.
Telefona gittim. Arayan eşimdi:
— Kendimi iyi hissetmiyorum. Gel doktora gidelim.
Arkadaşlar kahveye giderken ben evin yolunu tuttum.
Evimize yakın Nevzat isminde bir bakkalımız vardı. Müşteri bulunca taksicilik yapardı. Nevzat’a uğradım. Taksisiyle bizi hastaneye götürmesini rica ettim.
Bakkal dükkânını kardeşine bıraktı. Taksi ile eve gittik. Hanım hazır bekliyordu.
Lice’nin üst tarafında bulunan Lice Devlet Hastanesine gittik. Bir hemşire oturuyordu. Hanım durumu anlattı. Bir odaya girip çıktılar.
Merakla bekliyordum. Hemşire çok normal bir şey söyler gibi konuştu:
— Doğum yaklaşmış. Hastanemizde doktor ve ebe yok. Diyarbakır’a kavuşturun.
Hemşireye kızıp bağırmanın bir anlamı yoktu. Doktorsuz, ebesiz hastanenin sorumlusu hemşire değildi.
Diyarbakır Lice arası doksan kilometredir. Askeri araçların yoğunluğundan yollar köstebek yuvasına dönmüştü. Çaresiz yola çıktık.
Yolda çok büyük bir askeri sevkıyatla karşılaştık. Tanklar, panzerler, diğer askeri araçlar ve otobüsler.
Onlarca otobüs askerleri Lice’ye götürüyordu. Biz yola çıkmadan asker boşaltmış otobüsler de önümüzden Diyarbakır’a doğru ilerliyorlardı.
Diyarbakır-Silvan yoluna on kilometre kala bir patlama sesi duyduk. Ben ne olduğunu anlamadım.
Şoför Nevzat heyecanla bağırdı:
— Yatın! Askerler ateş ediyor.
Arkaya dönüp baktım. Askeri araç bizden çok uzaktaydı. Ateş etse dahi biz o sesi duyamazdık. Önümüzden giden araçla da mesafemiz vardı. O da olamazdı.
Yüzü sapsarı olmuş Nevzat’a seslendim:
— Atış filan yok. Arabayı yolun kenarına çek ve dur!
Nevzat, arabayı yolun kenarına çekti. Arkaya baktı. Askerlerin uzakta olduğunu görünce rahatladı.
Arabadan indik. Benim oturduğum sağ taraftaki arka teker patlamıştı.
Hanıma baktım. Sakindi. Birkaç güzel sözle sakinliğine destek verdim. Moralini yükseltmeye çalıştım.
Nevzat’a döndüm:
— Kriko ve yedek tekeri çıkaralım. Zaman kaybetmeyelim.
Nevzat bir tuhaf gözüme baktı:
— Yedek teker var da kriko yok.
Krikosuz yola çıkılır mı diye Nevzat’la tartışacak zamanım yoktu. Çare düşündüm. Tek çare teker değişene kadar arabayı benim havaya kaldırmam ve öyle tutmamdı.
Tekeri arabanın arkasından çıkardık. Hanımı da arabadan indirdim.
Nevzat’a komut verdim:
— Tekerin bijonlarını iyice gevşet. Ben sırtımı verip arabayı havaya kaldıracağım. Ben kaldırınca bijonları çıkar, tekeri çıkar, yeni tekeri tak. İnşallah kaldırırım. Başka da çarem yok. Hanımı, çocuğumu ölüme terk edemem.
Nevzat bijonları iyice gevşetti. Sırtımı arabaya verip iki kolumla arabayı kaldırdım. Nevzat patlamış tekeri çıkardı. Yeni tekeri taktı. Bijonları sıktı. Su içinde kalmış belim, kıpkırmızı olmuş ellerimle bu işten kurtulduk.
Arabaya bindik. Gözlerim hep eşimde, yol alıyoruz.
Diyarbakır-Silvan yoluna çıktık. Askeri araç yoğunluğu devam ediyordu. Silvan’a doğru giden askeri araç konvoyu da vardı. Silvan ve Lice’ye binlerce askerin geldiği güne denk gelmiştik.
Diyarbakır Seyrantepe’ye geldik. Karanlık çökmüştü. Seyrantepe’deki göbekten Dağ Kapıya doğru dönmemiz gerekiyordu. Polis Dağkapıya giden yolu kapatmıştı. Turgut Özal Diyarbakır’a geldiği için yolu kapatmışlardı. Önerilen yol uzundu. Hastam vardı. Doğum yaparsa eşim ve çocuğum ölebilirdi. Tek yol açıktı. Trafik çok yoğundu. Araçlar çok yavaş ilerliyordu. Çaresizimdim. Korkuyordum. Eşime belli etmemeye çalışıyordum. “Az kaldı.” “Az Kaldı.” Diye moral veriyordum.
Epey bir yol aldıktan sonra bir başka göbeğe geldik. Göbekte önümüzdeki araç aniden durdu. Durunca bizim şoför Nevzat arkadan araca vurdu. İki aracın şoförü aşağı indi. Nevzat adama bağırıyor. Adam da “önümdeki durunca mecbur durdum,” diyor. Onlar mal derdinde, ben can derdindeyim.
Nevzat’a bağırdım:
— Arabada eşim ölecek. Sen mal derdine düşmüşsün. Bütün zararını ben karşılayacağım. Hanım arabada doğurmadan hastaneye yetişelim.
Nevzat söylenerek arabaya bindi. Zar-zor doğum hastanesine kavuştuk. Hanımı ikinci kattaki doğumhaneye götürdüm.
Kızım Özlem Gülistan’ın doğumunda eşim çok kan kaybetmişti. Kan bulup vermiştik. Yine kana ihtiyacımız olabilir diye Şoför Nevzat’ı beklettim. Hastanedeki görevlilerden kana ihtiyacımız olursa temin edebileceğimiz yerlerin adresini aldım. Nevzat’a verdim. Buralara nasıl gideceğimizi öğren, mecbur kalırsak zaman kaybetmeden gidelim, dedim.
Tedbir almak her zaman iyidir.
Tekrar ikinci kattaki doğumhaneye çıktım. Ebelerin odasında o zamanların meşhur “Yalan Rüzgârı” dizisinin müziği geliyordu. Yalan Rüzgârı müziği eşliğinde oğlum bu yalan dünyaya merhaba, diyordu.
Eşimin durumunu soracak bir görevli ararken bir ebe kapıdan çıktı. Bir bebeğin ayağından tutmuş aşağı sarkıtmıştı. Bana doğru geldi. Bağırmaya başladı:
— Gözün aydın! Gözün aydın! Bir oğlun oldu.
Şaşırdım. Heyecanlandım. Ağzımdan bir cümle çıktı:
— Annesi nasıl? Kan lazım mı?
— Annesi de iyi! Oğlan da iyi! Hiç korkma. Kan lazım değil.
Sevincimden uçarken, marifetli o ebeye bahşiş vermem gerektiğini bilmiyordum. Eşim eve geldiğimizde, “ebeye kaç lira bahşiş verdiğimi” sorunca, vermediğimi söyledim. Hala o ebeye kendimi borçlu hissederim. İsmini bilseydim gider teşekkür eder, hediyesini verirdim. Yabancı yerdeydik. Lice Diyarbakır’a doksan kilometreydi. Gidemedim. Özür diliyorum.
Ebe, elinde çocukla eşimin yanına döndü. Ben de aşağı indim. Nevzat’a kana ihtiyacımız olmadığını söyledim. İstediği parayı verdim. Arabanın tamiri için ne kadar masraf giderse ödeyeceğimi söyleyerek teşekkür ettim. Gönderdim.
Tekrar yukarı çıktım. Eşimi sordum. Odaya götürdüklerini söylediler. Oda numarasını söylediler.
Odaya gittim. Odada eşimden başka hasta yoktu. “Hoş geldin Mehmet,” dedim. Bana gülümseyen eşimin alnından öptüm.
Biraz sohbet ettik. Eşim:
— Çok acıktım, dedi.
Acıktım kelimesini duyan midem, “heyecanından, telaşından ben aklına bile gelmedim. Ben de acım. Beni de unutma,” diye sitem etti.
Gecenin karanlığında sessiz caddede Dağkapıya doğru yürüdüm. Dağkapı ana cadde üstünde bir lokanta yola seyyar bir araba koymuştu. Arabada her çeşit et vardı. Büyük bir mangalı bitişiğine koymuşlardı. İçi közlerle doluydu. Közlerin üzerindeki etlerin kokusu arşa çıkıyordu. Kaldırımda, caddede masalar dizilmişti. Masaların etrafında kürsülerde insanların bir kısmı gelen etleri yiyordu. Bir kısmı da servis bekliyordu. Ben hazır olan etlerden biraz istedim. Her çeşit etten siparişimi verdim. Paket yapmalarını rica ettim.
Boş bir masaya oturdum. Gelen servisle açlığımı bastırdım. Paketimi hazırlayıp getirdiler. Ücretini ödedim. Hastaneye döndüm. Oğlumun, kızımın annesine sofra hazırladım. Beraber yedik.
Yemek yerken ikimizin gözü de oğlumuzdaydı.
6 Ekim 1992 yılı Salı günü doğan oğlumuzla mutluluğumuz katlandı.
Çarşamba günü Lice dolmuşunda evimize dönerken, camın kenarında uyuklayan annesinin kucağında güneş yüzüne vurmuş, gül yüzü kıpkırmızı olmuştu.
Hoş geldin Mehmet.
Seni ilk gün ki kadar seviyoruz…
Bu gün yirmi sekiz yaşını dolduruyorsun. Yirmi dokuzun kapısını açtın.
Hala ilk gün ki gibi saf, temizsin. Bu kadar bozulan insanların arasında dürüst, yardımsever, güzel yürekli kalman beni çok mutlu ediyor.
Yurdunu, yurdunun güzel insanlarını sevmeye devam et.
Onurunla yaşamını sürdür.
Bizler seninle gurur duyuyoruz oğlum.
Eşinle ömür boyu mutluluğunuzun devam etmesini diliyoruz.
6 EKİM 2020