- 384 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
O,NUN ARDINDAN (ERKAN YÜCEL)
Bir küçük adam sıçrayıverir sahnenin ortasına. Dışarıdan, ayakların hep birlikte yere vurulmasından doğan büyük bir gürültü gelirken.
Tavandan yere kadar uzanan demir parmaklıklar. Bu parmaklıklar, ince duvarlarla bölüm bölüm ayrılmış. Parmaklıkların önünde bir koridor. Koridorda üç uzun masa ve uzun tabureler.
Hücrelerden çıkanlar O’nun etrafını alıyorlar. Hepsi neşeli, gülüyorlar. İçlerinden biri soruyor:
-Hey küçük adam nerden?
-İftiradan:
Her an değişen yüzüyle, mimikleriyle ve sesiyle O. Koridorun sonundaki delikten nöbetçilerde seyredip gülüyorlar.
-Sayın Dürreyekta...
’’Tek’’ liğini vurgulamadan edemeyen unutulmaz Dürreyekta.
-Sayın Öfkem Şarlayan...
’’Öfke’’ sinin patlamasını zor bastıran ama sıkıştırıldığı zaman en büyük kaypaklıkları da yapıveren Öfkem Şarlayan...
Sonra müdür. Sonra işkence görevlisi. Yumruğunu yanındakilerden birinin kafasına bastırıp madeni bir sesle:
-Konuşacak mısın eşek herif!
Sonra cambazhane çığırtkanı.
-Ayı konuşuyor, ayı konuşuyor...
Sonra kızlar kısmına geçiyor...Lümpenlere...Parmaklıklara tırmanan maymunlara...
O sırada bir kalabalık oluşuyor. Ama burası bir kaldırım. Dört beş kişi bağırarak gazete satıyor. Oda gazete satanların arasında. Birden bir kargaşalık oluşuyor. Güvenlik görevlileri gazete satanlardan bir kaçını götürüyorlar. Oda arkalarından seğirtiyor. Bir ara götürülen arkadaşlarından biriyle göz göze geliyor. Fısıldaşarak ve işaretlerle:
-Geleyim mi, kurtarayım mı? diyor.
Sonra O’nu yine demir parmaklıklar arasında tek başına görüyoruz. Koridor yok olmuş. Yerlerde çaputlar var yalnızca. Ve mahkumlar...Adem babalar koğuşu.İşte 72. Koğuş’un İzmirli’si geliyor. O eşsiz oyunuyla seyirciyi büyüleyen İzmirli. Sonra aynı demir parmaklıklar arasında başka bir ezilmiş insan oluveriyor. Linç’in Arap’ı. Ve insan düşünüyor ki, öfkenin bu ezilmiş, horlanmış, bir kenara itilmiş küçük insanlarını canlandırabilmek, onların içindeki yok edilemeyen cevheri bulup ortaya çıkartabilmek, devleştirebilmek için, onların canını, ruhunu bilmek gerekir. Ta içinde onların acısını duymak. Ve o duyuruyor bu acıyı. Seyircisiyle birlikte gülüyor ve ağlıyor. İnsan buruk bir acıyla ayrılıyor ondan. Ve Türkiye’nin o küçük insanlarıyla birlikte büyüyor, büyüyor. Arap’ın ince bedeni sıyrılıyor demir parmaklıkların arasından. Küçük adamın içindeki yok edilemeyen cevher, Ana’daki Pavel’in önder ruhuna dönüşüyor. Pavel şimdi eski, külüstür bir teksir makinasının ardından yeni bir dünyaya dikmiş gözlerini. Hababam çeviriyor makinanın kolunu.
Ve tutuklanıyor. Gerçekten de hapishanelere taşınmaktan yılmayan bir Ana bırakarak arkasında. Ve O, bilgi vermesinden umudu kesen görevlilerin yalnızca tek isteğini geri çevirmiyor. Hitler rejiminin korku ve sefaletini oynuyor onlara.
Ve birden onu bir bayırdan aşağı inerken görüyoruz. Geride kuş uçmaz kervan geçmez dağlar görünüyor. O çorak, acıyla yoğrulmuş topraklardan Çukurova’nın bereketli topraklarına doğru iniyor. İflahsızın Yusuf’u. Dağ köylüsünün şaşkın, endişeli yüzüyle. Sonra o yüz, Doğu Anadolu’nun yıkılası karanlıkları içinde endişenin Cevher’ine dönüşüyor. Sonra Hakkari’nin Kaçakçı Halit’i oralardan çekip giderken. Türkiye köylüsünün o sessiz, ama derin ve düşünceli gözlerini bırakıyor belleklerde.
O gözler ki okumaktan da sanattan da yoksun bırakılmıştır. Ama onlardan hiç bir zaman yüz çevirmemiştir. Kendine uzanan sanatçı elini kavramıştır. O, bunu biliyor ve bir mahkeme salonunun ortasında içimize işleyen sesiyle şöyle diyor:
’’Fakat ne yaparlarsa yapsınlar, halk sanatını susturamayacaklar. Yunusların, Pir Sultanların ve daha bir çok halk sanatçısının deyişleri milyonlarca halkın gönlündedir. ’’
Ve o bu gönül birliğinden güç alarak onlara koşuyor. Köy köy lüks lambalarının ışığında. Fabrika fabrika. Demirden kolların ortasında. Onlardan öğreniyor. Onlara gerçekleri götürüyor. Katı ve sarsıcı da olsa. Onların, iyimser, meraklı, mahzun gülen ve eleştiren gözlerini oyunlarının üstünden eksik etmiyor:
’’Çalışmak, çok çalışmak, kitlelerin derdini dert edinmek, kitlenin bir parçası olmakla bu yetenek kazanılabilir. ’’ diyor. Deprem ve Zulüm’deki halkın hamalı Endişe’nin Altın Portakalı’nı esas sahibine uzatıyor.
O kitlelerle birleşmenin, yalnızca onlardan öğrenmekle olmayacağını, örgütlü bir mücadele de halka önderlik etmeyi gerektiren, görevler almanın zorluğunu vurguluyor. Bir fotoğraf’ Hani şu Ayak Bacak Fabrikasındaki slaytlar gibi. Fotoğrafta, her zamanki alçak gönüllülüğü ile en kenarda duruyor. Bir Partinin kurucuları ve üyeleri arasındadır.
Yorgun Savaşçı’nın Kör Şaban’ı nasıl düşman işgaline rağmen, ordunun bulunduğu yeri asla terk etmeyen on yıllık neferi, onbaşısıyla, Oda yolunu terk etmiyor. Kör Şaban nasıl hiç umut kırıklığına uğramaksızın ve bıkmaksızın tek başına kaldığı askerlik şubesinin kapısını her sabah açıp her akşam düzenlice kapıyorsa, Oda gönül bağladığı davanın kapısını her sabah sabırla açıyor.
Ve Kör Şaban alevler içinde yanarken O’nun sesi yine ulaşıyor bize.’’ Bir oyunu yakmak ve bir oyuncuyu tutuklamak mümkün değildir.’’ diyor. ’’Onları ben fikirlerimle zaten tutukladım.’’
O’nu son kez görüyoruz. İspanya İç Savaşı’nda ölen Lorca’nın uçurtmalarını yapıyor. O uçurtmaları uçuracak mavi göklere. Özgürlük uçurtmalarını. Çocuklar için bizim için. Ve o uçurtmalarıyla, inançlarıyla ansızın çekip gidiyor.
Hey büyük adam nereye?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.