- 510 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
Ademden Âdem'e...
ADEMDEN ÂDEM’E…
“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”
(Şeyh Galip, 1757-1799)
Bizi yoktan, hiçlikten; varlık ve insanlık âlemine çıkaran Hâlık’ımıza hamd olsun…
Eyyy, âlemin göz bebeği, kâinat kitabının en veciz cümlesi, hilkat ağacının en nadide meyvesi, mahlûkat gerdanlığının en has incisi, sıfat-ı kemal-i İlâhiye’nin sırlı ayinesi, yaratılmışların en şereflisi, İlahî emanetin tek yüklenicisi ve Allah’ın yeryüzündeki halifesi; sana da selam olsun…
Bir hikâyem var bize dair; kendime yazmıştım ama birlikte okumaya ne dersin?.. Öyleyse haydi başlayalım:
Sabah serinliğinin gölgeleri silinmemişti henüz. Vakitlice kalkıp yine yol almıştı baharın coşkulu sinesinde. Dış dünyada yapılan her anlamlı yolculuk, içe doğru değil midir aslında?..
Böyle bir yolculuğa ihtiyacı vardı. Ömrün sonbaharına benzeyen ikindi vaktini değil de ilkbaharına benzeyen kuşluk vaktini bereketlendirmekti niyeti. Yılın da ömrünün de en güzel mevsimiydi…
Yolun sağ tarafında başağa durmuş çağla yeşili ekin tarlasını fark etti; sonra da zümrüt yeşilliklerin, özgün renklerin ortasında, güneşten kopan korlar misali etrafa alevler saçan gelincikleri... Ona taa uzaktan göz kırpan, zarafet timsali, sedef kakmalı bu gelinciklerin cazibesi ile arabadan nasıl indiğini bilemedi. Zira baharın, mayıs ayının olduğu kadar gelinciklerin de çocuğuydu o…
Bahar taburunun resm-i geçidinde nergis, sümbül, badem, erik, papatya, menekşe, lale, leylak, zambak ve iğdeden sonra arz-ı endam etme sırası gül ile birlikte gelinciğe gelmişti demek!..
Bir bent gibi önüne dikilen zift, şarampol, çukur, çamur, çalı, çırpı, çöp, diken ve tümseği atlayıp tarlanın kenarına vardı bir nefeste. Kararsız bir şekilde sağa sola birkaç adım atarken dipçiğini sımsıkı kavrayıp aman vermeyen askerler gibi omuz omuza sıralanan ekinleri nasıl yarıp geçeceğini düşündü. Çiğneyip geçmek kolaydı da asıl marifet yol, yolak, iz bulmaktı.
Buğday saplarını incitmemeye çalışıp ayakuçlarına basarak, adeta dev dalgaları yara yara ulaştı başak denizinin ortalarını şenlendiren mercan adasına. Kalbi heyecandan çatlayacak gibiydi… Keloğlan masallarındaki sihirli ayna misali renk, ışık, hayâl ve düşünce harmanından süzülen farklı bir boyutun kapısıydı aralanan...
Her gelen gün, her geçen saat, kâinat kitabında yeni baştan yazılan; akıl, ibret ve kalp gözüyle okunması, yorumlanması, anlamlandırılması gereken taze, renkli, orijinal bir mektuptu.
Allah (cc) güzeldi, güzeli severdi. Gizli bir hazine iken bilinmek istemiş; cemalini görmek için mahlûkatı yaratmıştı. Bu sebeple güzel sıfatlarıyla sürekli tecelli eylemekteydi binler ayinesinde arzın. Etrafını saran bunca güzellikler, işte bu Yüce İrade’nin bir yansımasıydı…
Ama, ah benî-âdem!.. Mesela, işte kendisi!.. Az evvel buraya gelirken, istemeden de olsa, tarlanın kenarındaki yuvasında kuluçkaya yatan bir kuşu ürkütmüş, bir demet papatyayı ezmiş, üç beş dalı kırmış, otları çiğnemiş, ekinleri yatırmıştı.
İnsanoğlu; tabiatın rengini, tadını, ahengini, büyüsünü bozan; fesatçı, kan dökücü, iflah olmaz bir virüs, bir canavar mıydı; yoksa hak, adalet ve emniyeti tesis edip imar ve ıslah görevini yerine getiren; sürekli yeni bir düzen ve medeniyet kuran bir mimar mı?.. Yani insanın kârı mı çoktu bu âlemde, zararı mı?..
Yalnızca bir kez doğup bir kez öldüğümüz; köpük/ rüya / göz açıp kapar gibi bir görünüp bir kaybolduğumuz şu dünya sahnesindeki doğum tarihi ile ölüm tarihi arasındaki kısacık çizgiye ne sığdırılabilirdi/ neler sığmazdı?..
Bu sahnede tüm dekorlar, kostümler, oyunlar, süsler, roller, açılıp kapanan perdeler ve her türlü senaryo sadece insan için miydi?!.. Kendimizle beraber otların, çiçeklerin, ağaçların, mantarların, evcil ve yabanî hayvanların, mikroorganizmaların, hatta su, hava, ateş ve toprağın; dağ, deniz ve ırmakların; velhasıl canlı, cansız tüm varlıkların da rolü de yok muydu bir nefeslik misafiri olduğumuz bu mavi gezegende?..
Cismi itibariyle kâinatta zerre dahi etmeyen, hamuru çamurdan, et kemik yığını, ceset torbası olan insan denilen varlık; ruh, irade, iman, kalp, vicdan, sabır, şükür, dua, ibadet, aşk, şevk, sevda, gönül, edep, hayâ, hasret, ıstırap, çile, şuur, akıl, ilim, irfan, merak, mantık, muhakeme, mukayese, marifet, öğrenme, kalem kullanma; kendini arama, bilme, bulma, gerçekleştirme; sıfat-ı kemal-i İlâhiye’ye ayinedârlık etme ve Âlemlerin Rabbi’nin yeryüzündeki halifesi olma gibi nev-i şahsına münhasır muhteşem hasletleri ile bir değerler hazinesi; küçük bir âlem; kâinatın küçültülmüş hâli, özü, gözü, merkezidir.
Bir tarafı şeytan tüyü, bir tarafı İlahî nefes… Bir tarafı çamur, bir tarafı nur… Zıtlıklar temelinde inşa edilmiş hilkat kitabında çok bilinmeyenli denklem, kaç yüzlü madalyon... Ahsen-i takvîm ile esfel-i sâfilîn, ateş ile toprak git-gelinde cüzî irade eksenli nice yollar, tercihler, seçme ve seçilme hakkı…
Yeryüzünün en muamma çocuğu, acaba farkında mıydı bu paha biçilmez kıymetinin ve yaratılış gayesinin?..
Son sistem teknolojik imkânlara, yüksek gökdelenlere, geniş evlere, ışıltılı caddelere, kocaman parklara, lüks otomobillere, her türlü elbiseye, takıya, eşyaya, yemeğe, konfora, süse, eğlenceye, gezmeye, şatafata rağmen insafın, edebin, tutumluluğun, yatırımın, bereketin, selametin, merhametin, şükrün, şefkatin, paylaşmanın, yardımlaşmanın, iç huzurun olmadığı her yer matem yuvasıdır, hüsran kuyusudur, yalnızlık çukurudur… Bu garabete hiçbir teselli fayda vermez, ilaç çare olamaz.
Bir insanın sevgi dolu, merhametli elidir, yine bir başka insanın yarasını saracak, gamlı göz yaşını silecek olan.
Ama soyut duvarlarla örülmüş dört yanımız. Dijital çağ, endüstri devrimi, modern toplum diyorlar. İyi, güzel de hangi dijital alet, samimi bir dostun yerini tutabilir?.. Hangi robot, yalnızlığımızı, derdimizi, sevincimizi paylaşabilir?.. Hangi yapay zekâ, iliklerine kadar âşık olabilir; beste yapabilir; hoyrat okuyabilir; gündemi hicveden bir karikatür çizebilir; hisli, romantik, kaliteli bir şiir, güfte, deneme yazabilir; okuduğunu içselleştirebilir; Türk filmi izlerken ağlayabilir?..
Kimliğimizden, yurdumuzdan, özümüzden uzaklaşmışız. Tarihî ve tabiî güzellikler, tahrip edilmiş… İnsanî, vicdanî, ahlakî tüm değerler hazinesi yağmalanmış. Yeryüzünü zakkum gibi saran zulüm, zorbalık, kölelik, sömürü, haksızlık, eşitsizlik, işsizlik, gelir adaletsizliği, açlık, susuzluk, yokluk, kıtlık, kuraklık, cehalet, sefalet, hastalıklar, küresel salgınlar, çatışmalar, savaşlar, göçler son hızla devam etmekte…
Kıyıya vuran bir balina kadar acıtmıyor vicdanları, masum bir bebeğin cansız bedeni!.. Mazlumların âhı gökleri tutmuş!.. Kör olasıca üç maymunu oynamayı çoktan öğrenmiş umarsızlar güruhu!.. Cilalı insanlık teknesini alabora eden “görmedim, duymadım, bilmiyorum” tavrı, Bermuda şeytan üçgeninin ta kendisi olmuş!..
Dünyadaki en zengin 26 kişinin toplam serveti, dünya nüfusunun yarısının servetine eşittir. Dünyanın %65’ini kontrol eden %1’lik kesim, etki alanını genişletme peşinde. Öte yandan birtakım şer odakları da bir an önce dünyayı şirazesinden çıkarıp kıyamete sürükleme çabasında…
Halis bir niyet ve samimiyet, yaşatmak için yaşamak, iyiliği emredip kötülükten menetmek, kısacası "kâlu belâ” ahd ü peymanına sadakat değil miydi sırr-ı imtihanımız?!..
Oysa karanlığa, tembelliğe, nisyana, cehalete, tecride, ihanete, hüsrana, sükût-u hayale, acizliğe, israfa, gaflete çok meyyal olan insanoğlu; elinde güç, kuvvet, sermaye, gençlik, dinçlik, güzellik, makam, mevki, zenginlik ve pohpohlanma varken bu devran hep böyle sürecek, dünya kendi etrafında dönecek sanır. Kırk haramiler gibi vehim kovalayıp sandık sandık hayal devşirir.
Ahiret hayatının provasından, gerçek sınavın hazırlığından, ebedî ticaretten, hakikî aşkı yudumlamaktan ve Hakk’a kulluktan usanıp nefis ve hevânın kölesi olur; dünya hayatının jelatin kaplı, cafcaflı, renkli, zehirli, kof illüzyonlarına aldanır.
Benlik taslayıp, kibre kapılıp kendisinin aslan gibi muktedir bir avcı olduğunu iddia etse de hasret çöllerinde, dertler denizinde, çile ormanında, mor ufuklu çöllerde, felek okunun menzilinde seken kör ve topal bir ceylandır aslında.
Gençken ömür sermayesinin kıymetini bilinmez; bilindiğinde de iş işten geçmiş olur. Hâlbuki gençlik, iman, vakit, sağlık ve huzur, en büyük nakittir. Mevsimler de bu matemden, hicrandan erir; kara kış gelip saçlara çöreklenir. Bir de bakar ki gençlik gitmiş, film bitmiş; sermaye erimiş, limit dolmuş, kredi tükenmiş; son nefes gırtlağa dayanmış… Binlerce kez "ah vah" etse, "keşke" dese, ahir nefeste "tövbe" etse "son pişmanlık" neye yarar?!..
İnsan, Allah’ın küllî irade şemsiyesi altında, bireysel olarak kendi tercihlerinin/ cüzî iradesinin sonucudur ve yaptıklarından sorumludur; kendisine yapılanlar/ edilenler kadar kendi yapıp ettiklerinin de bileşkesidir ve sonuçta kendi kaderinin başkahramanıdır. Bu sebeple evrendeki yerini ve vazifesini iyi bilip özgül ağırlığını ortaya koymalı; doğru tercihlerde bulunmalı; her türlü haksızlığa, dayatmaya, zulme, sömürüye, güdülmeye, objeleştirmeye, ötekileştirmeye, fenalığa karşı çıkmalıdır.
Çünkü yarınki varlığımız, kıymetimiz, mertebemiz; bugünkü varlığımıza, irademize, gayretimize, bilincimize ve eylemlerimize bağlıdır.
Hasta olmadan sağlığın; ağzımızın tadı bozulmadan huzurun, darlığa düşmeden varlığın; açlığa mahkûm olmadan ekmeğin; yaşlanıp iki büklüm kalmadan gençliğin; kötülüğün pençesine düşmeden iyiliğin; karanlığa gömülmeden aydınlığın; su-i akıbeti görmeden selametin; uçuruma sürüklenmeden sırat-ı müstakimin; ayazın, buzun, kara kışın şamarını yemeden baharın; savaşlarda telef olmadan barışın; kara cahillerle yüz göz olmadan ariflerin; zifirî gecelerle cedelleşmeden ışığın; dikenlerle elimiz, yüzümüz, gönlümüz parçalanmadan gülün, tomurcuğun; hayatta iken sevdiklerimizin; Azrail kapımızı çalmadan da bütün bu nimetlerin kıymetini bilmek gerek…
Hani doyasıya sevmek, sevilmek; vefalı dostlar, özge anılar biriktirmek; hoş bir seda, iyi bir nam, faydalı bir eser, meyveli bir ağaç, tertemiz bir çevre, masmavi ve yemyeşil bir gezegen, salih bir evlat bırakmak; fesadı, bozgunculuğu, çirkin işleri önlemek; düşenin elinden tutmak; güçlünün değil haklının yanında olmak; kire değil nura talip olmak; Kâbil’in değil Hâbil’in taraftarı olmak; hayır ve dua ile anılmak; Allah’ın rızasını kazanmak idi şu fâni, kaypak, dönek dünyanın en büyük kârı?!..
Boğaz harbine mi gelmiştik, kurt ile kuzuyu barıştırmaya mı?..
Bu dünya sürgününde yollar tıkanmış, kapılar sürgülenmiş, geniş aile parçalanmış... Büyük küçüğünden ilgiyi, şefkati, merhameti; küçük büyüğüne saygıyı, hizmeti, hürmeti esirgemiş. Sıla-i rahim ve akrabalara yardım etme zayıflamış. Bir selam, dua çok görülmüş.
Anne baba ihmal edilmiş, küstürülmüş; kardeşler bir araya gelemez olmuş. Aynı ev içerisinde yaşayan aile fertleri bile birbirinin halini, hatırını, doğum gününü yüz yüze değil; yan odalardan, sosyal medya üzerinden sorar, kutlar hâle gelmiş!..
Bir yetimin başını okşamayalı; soframıza bir yolcuyu, garibanı davet etmeyeli; hasta ziyaretine gitmeyeli kaç zaman olmuş?..
Büyükleri ziyarete, küçükleri sevindirmeye, akrabalarla kaynaşmaya vesile olan bayramlar, başka memleketlere yapılan turlara; tatil beldelerinde kum, güneş, denize kurban edilmiş.
Gittikçe yükselen binaların aksine, komşuluk ilişkileri iyice dibe vurmuş. Neredeyse biri birine mirasçı olma konumundaki komşular, merdiven boşluğunda, asansör yalnızlığında bile başlarını çeviriyor. Üç yıldır on katlı kırk daireli bir apartmanda oturuyorum; daha üç kişinin adını, sanını bilmiyorum.
Komşusunun çocuğunu kendi çocuğu gibi gören, koruyup kollayan, nasihat eden muazzam mahalle kültürünün yerini; tahakkümünü gittikçe tekelleştiren, insanı tekilleştiren/ edilgenleştiren, herkesi kendi kabuğuna, hücresine hapseden televizyon, telefon, internet, sosyal medya kültürü almış.
İnsanlık âlemini ve manevî dünyamızı saran/ sarsan bu çöküntü, kaos, erozyon ve yıkımlar; maddî cihette de had safhaya ulaştı. Koskoca denizler lağım çukuruna, çöp tenekesine döndü. Irmaklar, göller, su, hava, toprak iyice kirlendi. Şehirleşme, sanayileşme, turistik tesis yapma, yol geçirme, maden arama bahanesiyle dağlar, yaylalar, sahiller talan edildi; ağaçlar katledildi, bakir alanların mahremiyetine dokunuldu; kıymetli tarım alanları, ovalar yerleşime açıldı... İsraf had safhaya ulaştı… Göz alıcı çiçeklerden, güzelliklerden geçilmemesi gereken kırlar, bağlar, bahçeler, piknik alanları; kirin, çamurun, poşetin, egzoz gazının esiri oldu. Nefesimiz, ufkumuz daraldı.
Suyun kıymeti belirsiz. Bir kişinin solunum, terleme, boşaltım gibi insanî faaliyetler için harcadığı günlük en az 2 litre suya; banyo, tuvalet, mutfak için kullandığı günlük 200 litre su ile sanayi üretimi ve tarımsal faaliyetlerde kullanılan su miktarı da eklendiğinde; bir kişinin tüm ihtiyaçlarını karşılaması için tükettiği su miktarı günlük ortalama 7000 litreyi bulmaktadır.
Temiz su kaynakları ise gittikçe azalmaktadır. Evimizdeki çeşmeden su içemez olduk... Her an çıkması muhtemel kıyamet savaşları; altın, kömür, petrol, toprak, doğalgaz, bor, teknoloji yüzünden değil, belki de açlık ve su yüzünden çıkacak…
İnsanların bir kısmı lüks ve sefahat içerisinde yaşayıp semirdiği için kendi eliyle bu asrın en önemli sağlık sorunlarından birisi haline getirdiği obezite ile uğraşırken; başka dünyalarda pek çok insan da sefalet içerisinde ekmek, yemek, su bulamayıp hastalığın, sakatlığın, ölümün pençesinde kırılmaktadır.
Her gün 820 milyon kişi -her on kişiden biri- yatağa aç girmektedir. Halbuki üretimden tüketime kadar geçen aşamalarda yüzde otuzları geçen -üçte biri bulan- gıda kayıpları önlenebilse şu an üretilenlerle on, on bir milyar insan rahatlıkla doyar...
Genetiğiyle oynanmamış, yerli tohumdan üretilen, zehir kalıntısı olmayan, hormonsuz; sağlıklı, besleyici, hoş kokulu ve leziz meyveyi, sebzeyi tüketmek, mevsiminde dahi neredeyse hayâl olmuş… Gıda güvenliği yetersiz… Taklit ve tağşiş almış yürümüş. Tatlandırıcı, renklendirici, koruyucu, kıvam artırıcı, sun’î ve zararlı onlarca katkı maddesine bulanmış pek çok gıda müsveddesi...
Ekmeğin bile o kendine has tadı, kokusu kalmadı. Kepekli, mayalı, mis kokulu, sıcacık köy ekmeği burnumuzda tütüyor…
Ya ormanlar?!.. Bir ton kâğıt üretimi için 24 ağaç kesiliyor; 26.700 litre su tüketiliyor ve 1,3 ton karbondioksit açığa çıkıyor. Oysa bir ton kullanılmış kâğıt ile 17 ağacı kurtarmak mümkün. Şimdi de bizim oraların ormanlarına, çamlarına göz dikmişler. Halbuki orman gibisi var mı?..
Beşiğimiz, eşiğimiz, soframız ağaçtır, bastonumuz, tabutumuz ağaç; kâğıt, kalem, defter, kitabımız ağaçtır; neşemiz, dostumuz, umudumuz ağaç; soframıza yemektir, derdimize ilaç; ormansız nasıl yaşanır, herkes ormana muhtaç?!..
Ormana gidip mantar, kekik, defne yaprağı, kuşkonmaz, kuzukulağı, çitlembik, alıç, ahlat, kuşburnu, kestane, çilek, odun toplarsın; yürüyüş, piknik, kamp yaparsın; temiz hava alırsın, sinir stresini atarsın. Orman ürünleri sayesinde doyarsın, ısınırsın, barınırsın, aydınlanırsın, şifa bulursun; günlük hayatta ihtiyaç duyduğun pek çok araç gereci yaparsın.
Ama ormanlar da toplum gibi, kolay mı oluşur; ağaç da insan gibi, kolay mı yetişir?.. Bugün dikilen körpe fidanın, kesilenin yerini alması için en az 30-40 yıl geçmesi gerek. Zaten yurdumuzun büyük kısmında orman yok. Topraklarımız gittikçe çölleşiyor. Mevcut ormanların kıymetini bilmeli, tek bir dalı dahi lüzumsuz yere kırmamalı.
Her birimiz, -en azından doğum yahut evlilik yıldönümlerinde- kestiğimiz, kullandığımız ağacın yerine tek bir ağaç bile dikmiş olsaydık, çevremiz şimdi ağaçtan, yeşilden geçilmezdi. Kendisine sunulmuş olan her türlü nimetten istifade ettiği halde 80-90 yıllık ömründe bir tek ağaç, hatta çiçek dahi dikmemiş ne çok insancık var!..
Mesele sadece ağaç da değil… O ağaçlık, ormanlık alanda biyolojik çeşitlilik, bitki örtüsü, hayvan varlığı, su kaynakları ile belki yüzlerce yıldır işleyen bir eko sistem, yaşam döngüsü var.
Ağaçların hesapsız kesilmesi, ormanların tahribatı, toprağa yapılan ihanet, yaşanmaz hale gelen çevre, kısacası tabiatın kalbine sapladığımız her paslı hançer, tüm dengeleri bozar. Buna bir de evlerden, fabrikalardan, araçlardan çıkan zehirli gazlar, kimyasal atıklar, zehirli maddeler ile sera gazları, iklim değişikliği, küresel ısınma gibi faktörler eklenince zamansız ve aşırı yağışlar, sel baskını, çığ, heyelan, don, hortum, erozyon, hava ve çevre kirliliği, aşırı sıcaklar, zararlı ışınlara maruz kalma, susuzluk, kuraklık, çölleşme gibi afetler kaçınılmaz olur. Hayvan ve bitki türleri yok olur. Bu etme bulma dünyasında en büyük zararı da yine insan görür…
Bindiğimiz gemiyi batırmaya ya da dalı kesmeye ne hakkımız var!?..
Betona, dumana, trafiğe boğduk etrafımızı. Mahalle aralarında dibinde buluştuğumuz, gölgesinde dertleştiğimiz, dallarına tırmandığımız, gövdesine sarıldığımız, çiçeklenince sevindiğimiz, meyvesinden nasiplendiğimiz; çocukluğumuzun işaret taşı olan o ulu ağaçlar kesildi… Saklambaç, kovalamaca, yakan top, misket, öğretmencilik oynayıp topaç çevirdiğimiz, uçurtma uçurduğumuz o geniş meydanlar daraldı… Doyasıya top koşturduğumuz harman yerlerinin yerinde yeller esiyor. Kâğıttan kayıklar yüzdürüp çağıltısına karıştığımız derelerin; kana kana içtiğimiz köşe başı çeşmelerin suyu kurudu… O horoz şekerleri, kaymaklı bisküviler, lokum tozları da hatıralarda kaldı... Sanal âlemlerin köpükten avuntularına hapsolduk…
Tozuna toprağına belenerek koşuşturduğumuz, günümüzü gün etiğimiz o daracık sokaklar, şimdinin asfalta boğulmuş, yüksek kaldırımlı, ışıklı, geniş caddelerinden daha renkli, keyifli ve güvenliydi...
Az ötedeki çamların dalında şakıyan karatavuğun eşsiz melodisi böldü onu bu düşüncelerden… Yelelerini savuran atlar misali hür mavilikte buğu buğu yükselen bulutlar; şefkatli eliyle sırtını okşayan güneş; eteklerinde sürülerin otladığı zümrüt yamaçlar; boz tepeleri canlandıran körpe yapraklı ağaçlar; çiçekten çiçeğe neşe taşıyan arılar; çalışkanlık timsali karıncalar; rengi, tadı, kokusu, dokusu, biçimi farklı olsa da ayağının dibindeki kuru kara toprakta iç içe, omuz omuza büyüyen, gelişen, olgunlaşan birbirinden eşsiz çiçekler, dallar, goncalar, meyveler çekti dikkatini… Sanki bir şehrâyin alayındaydı…
Şamatalı, kompleks, kalabalık ve boğucu âlemin yanı başında sadelik içerisinde ama derin; basit görünmesine rağmen muhteşem bir nizam hüküm sürüyordu içine daldığı bu huzur yurdunda.
Aynı bu şekilde bizim de dünyayı; sağlık, barış, huzur, emniyet ve selamet içerisinde, el ele, gönül gönüle daha yaşanılır hâle getirmemiz mümkünken; nasıl böyle bencil, barbar ve vahşî olabiliyorduk?..
Ey insan oğlu insan, sen kendini ne sanıyorsun?!.. Ey insan oğlu insan, başıboş bırakılacağını mı sanıyorsun?!..
Mutfak ile tuvalet arasında düz bir boru olmak değildi insanın vazifesi… İnsanı insan yapan, ahlâkî ve vicdanî değerleri ile davası ve sevdasıdır. Davası ne kadar büyük, sevdası ne derece güçlüyse; insan o oranda büyür, gelişir, güçlenir, değer kazanır; ismini hiçlik âleminden varlık âlemine yazdırır.
Ama sabır ve çok çetin bir mücadele ister, insan olmak, dahası insan kalmak... Omuzdaki yük çok ağırdır, sorumluluk ateşi çok yakıcıdır, sabır cenderesi çok tahammülsüzdür, hicran vadileri çok derindir, sadakat imtihanı çok çetrefillidir; çile kanaviçesini sabır tığıyla ilmek ilmek dokumak şarttır.
Deniz bulanıktır, sis sinsidir, rüzgâr âsidir. Titrek bir kuş olsa da varlık gemisi, azmin kemendini kuşanmak; menzile, bahara kavuşana dek hep yokuş çıkmak, mücadele etmek gerekir. Yaz geçer, güz göçer, kara kış gelip çatar; derman kalmaz ayakta, yürekte; umutlar tükenir, ufuklar kararır; cansız bedenler külçe gibi yığılır yere...
Belki son nefese dek sürer bu arayış, özleyiş, bekleyiş, kıvranış, çırpınış ve kömürün elmasa dönüşmesi... Yüreğin yangını "gül" olsun diye onca dikene, ayaza, doluya, buza, rüzgâra, sıcağa, meşakkate, acıya, yokluğa, ıstıraba, çileye, kem göze, sinsi düşmana katlanılır.
Kimseye anlatamazsın derdini, başkaları almaz yükünü; herkes kendi derdinin, kaderinin, ıstırabının hamalıdır. Tıpkı mahşer meydanı gibi…
Yürek, sevda ile çarpınca, bilek de azim ile çabalayınca bir gün çevriliverir sürgün kapısının tokmağı... Kara kışın, tipinin, tufanın ortasında bembeyaz bir kardelen çiçeğinin ışıltısıyla düşer cemreler … Ufuklar aydınlanır… Gönüller sevgiyle dolar, sıcacık olur... Kekik, gül, sümbül kokuları; keklik, bülbül, vuslat ezgileri ile şenlenir gökkuşağı bahçeleri... Çok uzaklarda sandığımız yitik hazineler, yanı başımızdaki sandıklardan çıkıverir…
Başını kaldırıp sonsuz ufuklara baktı. Günün diğer yarısına doğru epeyce yol alan güneş, koyu lacivert bulutların ardında bir görünüp bir kayboluyordu. Yağmur sıcağı kendisini hissettirmeye başlamıştı. Kuş seslerinin ritmi artmış, renkler biraz daha canlanmıştı.
Çömelmekten ağrıyan dizlerini ovuştururken tatlı bir yel okşadı saçlarını. Temiz hava; toprak, çimen, kır çiçeği kokusu ile ferahladı ciğerleri… Havada müthiş bir enerji vardı… Sahilde bulduğu deniz yıldızına hayran kalan; ıslak kumlarda yalın ayak, neşeyle koşturan bir çocuktan farksızdı…
Bu eşsiz anı ve özgün atmosferi daha anlamlı ve kalıcı kılmak için kâğıt ve kalemin yanında fotoğraf makinesine de vazife yükledi. Kan, kin ve savaştan ziyade aşka, sükûnete, esenliğe davet eden tül ve kadife libaslı, naif gelinciklerin otağında ağır ağır gezindi. Gözüne ve gönlüne dolan güzellikleri, heybesine ve dimağına nakşetti desen desen.
Yemeği, çayı, şerbeti nasıl bedene şifa ise sunmuş olduğu görsel şöleni de ruha şifaydı bu al gelinin; diğer yandan şiir, efsane ve türkülerin ilham perisiydi…
Cep telefonunun radyosunu açtı. Yıllarca gözünde tüten köyünden, çocukluğunun elmas bahçelerinden, gül kokulu baharlarından, şen günlerinden kopup gelen; hasret makamında bir memleket havası çalıyordu radyoda.
Sonra haberler başladı. Gündem yine korona idi. Yeni yakalananlar, ölenler, iyileşenler, kendini dev gören cüce ülkelerden ürkütücü istatistikler, çaresizlikler… Bu kez kesif bir hüzündü ciğerlerine çöken… Şöyle bir ürperdi düşünceden düşünceden...
Gerçekten tuhaf, anlaşılması zor bir zaman tünelinden geçiyordu beşeriyet. Virüs olarak/ musibet olarak görülen korona hadisesi; bir oyun mu, plan mı, tekâmül mü, doğal bir süreç mi; yoksa yeni bir çağın, dönemin başlangıcı mı, belli değildi.
Kıt aklına, bencilliğine, hırslarına, enaniyetine yenilip sorumsuzca davranan; kendi eliyle kendi ayağına sıkan; aynı zamanda ailesini, çevresini, her şeyi tehdit eden; insanlık ağacının bu en büyük kurdu kimdi?!..
Görünen şu ki; insanlığını unutup bencilleşen, barbarlaşan, vahşîleşen; birbirini yiyen, ezen, sömüren; ağzı var dili yok yüzlerce hayvan ve bitki türünü mahveden; her türlü katliama sessiz kalan; emek, inanç, umut hırsızı koskoca bir dünyayı dize getirmişti minicik bir virüs...
Bu son süreç; âdemoğlunun acizliğini, güçsüzlüğünü, çaresizliğini, aptallığını, bencilliğini, ikiyüzlülüğünü; insanî ve hayvanî, nuranî ve şeytanî tüm yönlerini bir turnusol kâğıdı gibi ortaya çıkarmıştı.
Beşeriyet, başında patlayan, dünyada cereyan eden türlü olaylardan ve bu korona musibetinden/ ihtarından ders çıkarsa; her şeyin bir imtihan/ deneme olduğunu bilse; aklını başına alıp fıtratına dönse; nefsin dizginini zapt etse; eline, beline, diline sahip olsa; hakkı hukuku gözetse; kimsenin kalbini kırmasa; ömür sermayesini bir hiç uğruna tüketmese; kendisine tahsis edilen imkân ve nimetlerin kıymetini bilse; okusa, gözlese, araştırsa, incelese, denese, düşünse; müspet vasıflarını ve kabiliyetlerini geliştirse; kendine, ailesine, toplumuna, vatanına, toprağına, kültürüne, değerlerine sahip çıksa; yaptığı işi en iyi şekilde yapsa; çok çalışıp üretse; tasarrufa yönelip hadsiz tüketim çılgınlığına ve israfa son verse; çöpe giden tonlarca ekmek ve yemek, boşa akan su, açlık çekenlere ulaştırılabilse ne iyi olurdu!..
Ah ne iyi olurdu, korona süreciyle birlikte sağlığın, huzurun, mutluluğun, özgürlüğün, beraberliğin, barışın, iyiliğin, yardımlaşmanın, paylaşmanın, dostluğun, doyasıya sevme ve sevilmenin, temiz çevrenin, tarihî ve doğal güzelliklerin, kısacası hayatını kolaylaştıran ve güzelleştiren tüm maddî ve manevî değerlerin kıymeti bilinse; eller ve gönüller sımsıkı kenetlense de mutluluk meltemiyle şişirilen balonlar, çiçekli dallar gibi semamızı süslese…
İşte o zaman daha yaşanılır bir belde, hatta cennetten bir köşe olurdu dünyamız, hiç olmadığı kadar…
Malum yapboz hikâyesinde de vurgulandığı gibi: İnsan düzelirse dünya da düzelirdi…
Gittikçe hızlanan yağmur damlaları okşuyordu şimdi yüzünü... Rahmet sağanağının ritmine, yanına gözyaşlarını katık ettiği duanın mırıltıları da karışmaktaydı:
“Bizi bağışla; bizi sana karşı gelmekten, her türlü kazadan, beladan, musibetten, fitneden, fesattan, insî ve cinnî şeytanların şerrinden, tehlikeden, kötülükten, edepsizlikten, çirkinlikten, haramdan, azgınlıktan, zulümden, su-i zandan ve su-i akıbetten muhafaza eyle;
Dosta ve yâre mahcup, düşmana ve ağyara rezil etme;
Bize baharı, çiçeği, tomurcuğu, gül kokusunu, fıtrîliği, özü, tevazuyu, ilmi, irfanı, izanı, vicdanı, ihsanı, ışığı, özgürlüğü, ümidi, selameti, vuslatı, bolluğu, bereketi, afiyeti, şükrü, tebessümü, huzuru, mutluluğu, iyi niyeti, sırat-ı müstakimi, hayırlı akıbeti; senin sevgini, seni sevenlerin sevgisini, rahmetini, affını, bereketini, merhametini ve iki cihan saadetini nasip eyle;
Hâlimizi ve akıbetimizi hayr’et… Lütfunla ve kereminle muamele eyle…
Dünyada da ahirette de iyilikler ve güzellikler ihsan eyle Allah’ım...”
Çevresini, tabiatı, bireyi ve toplumu süzgeçten geçirmesine, öz eleştiri yapıp üstünü başını düzeltmesine vesile olan bir boy aynası hükmündeki bu yazısının, düşüncelerinin meltemiyle arınmış, ferahlamış bir ruh hâliyle evine dönerken zihnini hâlâ bir soru kurcalayıp duruyordu:
Âlemde var mıdır acaba insan denilen bu muammayı çözebilen?!..
*****
(Bu yazım; edebiyatçı, şair, yazar İsmet ERDAL editörlüğünde hazırlanan, 2020 yılı ağustos ayında Yafes Yayınlarından çıkan ve kırk yazarın yazılarından oluşan "EY İNSAN, SANA İKİ ÇİFT LAFIM VAR!.." adlı kitabın 137-151. sayfalarında yer almıştır.)
*****
(İlk yazılış tarihi: 20/02/2020, 01:41; Kocasinan, Kayseri)
(İlk cümleler: “Mevsim Seninle Bahardır” adlı şiirime yapılan yoruma yapılan cevabî cümlelerdir.)
(İlk düzenleme/ tashih zamanı: 04/06/2020, 23:03; Yozgat)
(Son düzenleme/ tashih zamanı: 30/06/2020, 15:10; Yozgat)
*****