- 430 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ben ve Kendim
BEN VE KENDİM
“Gidelim mi?” diye sordu elçi mahküma. “Kral sarayda sizi bekliyor da.” diye ekledi. Oyalanacak vakitleri yoktu. Güneş batmadan saraya varmalıydılar. Mahküm kader arkadaşlarından hatır isteyip yola çıktı. Arkadaşları kendileri için üzgünken onun için sadece sevinçliydiler. Fakat gecelerine doğan güneşlerini uğurlamak dramatikti.
Sergardiyan çok sevdiği esirini gözyaşları içinde yolcu etti. Her ne kadar bazen istemediği halde ona işkence yaptırmışsa da şimdi bunun pek önemi yoktu. Gardiyan ve mahkümlar hüzünle içeri girdi. Koğuşlar hiç olmadığı kadar soğuktu. Kimsenin yemeye iştahı kalmamıştı. Öğle yemeği es geçildi. Kimse bir bardak çaydan fazlasını içemedi. Hapishane yönetimi mahkümların taş kırma cezasını yarına erteledi.
“Kaç yıl kaldınız zindanda?”diye sordu şoför. “Çok yıl kaldım.” “Suçunuz büyük olmasaydı çok yıl yatmazdınız.” “Öyle olsun bakalım.” Diye yanıt verdi mahküm. Sözü uzatmadı. Geveze bir şöförle konuşmaya niyetli olmadığı belliydi.
Geride bıraktığı dostları için yüreği buruk, gözleri nemliydi. Onlar geride kalmış, o ise yalnız kalmıştı. Koşan atlar üstünü başını toz içinde bırakırken o artık geride kalmakla yalnız kalmanın arasında kalmıştı. Yaşlı babası nemli gözlerin önünden geçerken köle olarak satıldığı zaman mekanıyla sahnelendi. Boğazı düğümlendi. Gözlerine toz kaçmasa da ruhu tozlu rafları silkelemişti.
Saraya vardıklarında güneş huzurda değildi. Ay geceye şahit olmak için bakışlarını yıldızların boynuna astı. Saçı başı toz toprak içinde kalan mahküm düş alıp elbiselerini değiştirdi. Sonra huzura çıkmak için merdivenlerden üçüncü kata çıktı. Kapıya dikilmiş meraklı bakışlar onu bekliyordu. Kral, bilge genci görmek için sabırsızdı. Hizmetçiler kapıyı açtı ve gözleri yere bakan genç ağır adımlarla içeri girdi. Dolunay kadar parlak yüzüyle göz kamaştırdı. Onu gören kadınlar dudaklarını ısırdı. Namahrem bakışlar gizlenme gereği duymamış, nefsin sırrı aşikar olmuştu.
Çocukken önünde eğilmediği krala başı dik bir şekilde selam verdi. “Eğilmeyi bilseydin Mısır’ın güzel kadınlarının arzularına eğilirdin.” Dedi genç kral gülümseyerek. “Şüphesiz nefis daima kötülüğü emreder.” “Zavira zindanını saraya tercih etmek…” diye söylendi kral. “Hayatımın en doğru tercihiydi.”
“Yedi zayıf inek yedi semiz ineği yedi.” Dedi ve ekledi kral Akeneton.* “Yedi yeşil başak ile yedi kuru başak da gördüm. Kâhinlerim gördüklerimin karışık düşler olduğunu, yorumlayamadıklarını söylediler. Ama ben bir kral olarak gördüklerimin anlamsız olmadığına eminim. Gördüğüm karışık düşler de olmadı değil ve ben onların peşine düşme zayıflığını göstermedim.”
“Gördüğünüz düş değil sadece kralların görebileceği bir rüyadır. Bugün Rabimin bana öğrettikleriyle Nil nehrini zaman ırmağı içine boşaltıyorum. Kâhinlerin ve saray hazinelerinin kapılarını Mısır’ın yoksul halkına açıyorum. Zamanı geldiğinde köleliği de... Evet dediklerimi yapmadığınız takdirde krallığınız ve güçlü devletiniz yok olacak. Kum taneleri krallığınızı yok edecekler.” Şaşkın bakışlar birbirine iliklenmişti. Kralın yanında böyle cüretkâr konuşmak şimdiye dek görülmüş bir şey değildi.
Kahinler genç mahkümü yalan söylemek, halkı devlet aleyhine kışkırtmak ve bölücülükle suçladılar. “Böyle bir şey olması imkansız. Hapishane ve işkence bu genci delirtmiş olmalı. O zaten bir hain.” Dedi kâhinbaşı. Yüzü kırışmış, bakışları solmuş bir kadın öne atıldı. “Doğru söylüyor.” dedi ve ekledi. “O her zaman doğruyu söyledi.”
Tam yedi yıl hiç yağmur yağmadı. Ümidini yitirmeden hep yağmurun gelmesini bekledi. Kuruyan nehirlerin çoşmasını atların dört nala koşmasını istiyordu. Buzağıları, kuzuları doğacaktı. Dolar fiyatları düşecekti daha. Duaları kabul edilip babası da hacca gitmeliydi üstelik.
Gelecek müphem bir bilmeceyken, gayb kitabı yeşil kaplıydı. Yapıp ettikleri için mi yoksa yapamadıkları için mi suçlu olduğundan emin değildi. Her şeyi zamanında itiraf etmediği için mi günahkârdı… yoksa zamansız tövbe etmediği için mi bilmiyordu.
Korku ile ümit arasında yolu yarılamıştı. Kederlerinden kaderine yürümekten başka çaresi yoktu. Biraz daha yürüdüğünde nihayet tercih kavşağına gelmişti. Sağdaki yol kendini bulmaya çalışan yalnız yolcuların, sol taraf ise kalabalığa karışıp içindeki sesi susturanların yürüdüğü bir yoldu. Ama sol taraf cazibesi ve ışıklarıyla daha davetkâr duruyordu. Hangisinde gideyim diye düşünürken kalbi yalnızlık sokağında yürümeye devam etmesini söyledi. Tamam ama ya kalbim yanılırsa diye kuşkuya düştü. Kalb, ‘Ben yanılsam da siz beni dinlediğiniz için yanılmazsınız.’ deyince yapmaması gerekeni anlamıştı.
Yorulmuştu, biraz dinlenmek için bir yıkık duvarın dibine oturup çayını koydu. Bu soğukta içi ısınırsa gideceği yere daha erken varırdı. Çok geçmeden yanına heybetli bir derviş geldi. Dervişten kendisine sabrı öğretmesini istedi. Ama o isteğine kendi istediği bir defter hediye ederek cevap verdi. İlk sayfasında “…Biri yetmiş yıl boyunca ilim öğrendi, bir çıra bile yakamadı; biri ömründe bir harf duydu, ondan dolayı tamamen yandı.” yazılıydı. Okuduğu satırlarda kim olduğunu bilmediği Hace Abdullah- ın ne demek istediğini de anlamamıştı. Bu harflerin hikâyesine duyduğu merakı saklarken bir başkası geldi. Hz.Adem’in gözyaşlarından bir bardak içti. Ayağa kalkarken çay içtiği bardağını sert bir şekilde yere bıraktı. Bardağın sapı kırılması adamın umurunda umurunda bile değildi. Misafir için yanında bir bardak bulundurmayı hapisteki babasından öğrenmişti.
Yoluna devam ettiğinde yörük çadırlarının yanından geçti. Bir yörük kızı bakışlarını karşı dağın doruğuna dikmişti. Genç kız o kadar derinlere dalmıştı ki yanından geçip gittiğinde onu fark etmedi bile. Bu sırada çobanlardan biri arkadaşından ve sürüsünden ayrılıp kararmış demliği ile yaklaştı. Misafirleri olup geceyi yanlarında geçirmesini istedi. Genç adam önünde ne kadar kaldığını bilmediği bir yolu olduğunu söyleyince ma’zur görüldü. Bir ekmek biraz da lor alıp ayrıldı çobanlardan.
Palandöken dağının eteğinden aşağı inerken sabah ezanı okundu. Namazını şeytan vadisinde kıldığında vaktin çıkmasına yirmi dakika vardı. Tesbihatını yapıp tüm köle ve mahpuslara dualar etti. Yörük kızını ve çobanları da unutmadı duasında. Abdurrahman Gazi türbesine uğradığında ise hayatının parçası olan o isme ve kendi kardeşlerine dualar gönderdi.
Gölgesinden geçmemesi gereken bankaların arkasından dolanıp Dadaşkente gitmek için duraklara doğru yürüdü. Üst duraktan inerken gene onu gördü. Dönüp dönmemek konusunda bir an kararsız kaldı. Onu görmek istediğinden emin değildi. “Belki sonra, belki de hiçbir zaman. Geçip gitsem mi yoksa geçip gitmesem mi. Fakat bu sefer hiçbir şey yokmuş gibi davranma zayıflığını göstermek istemiyorum.” Dedi kendine. Korka korka, biraz da istemeye istemeye başını çevirdi.
“Ruhumun vaveylası, kalbimin dağdağası beni yolcu ettiğinde sağ kanadım geleceği getirirken sol kanadım ise hep geçmişe götürdü beni. Ve ben geleceğin geçmişi, geçmişin de geleceği ortasında çırpınıp durdum.”
“Dağınık üst başına bakılırsa uzun bir yoldan geliyorsun. Büyük ihtimalle de geceyi dışarda geçirdin. Saçların kar taneleri inmiş.” “Zamana karşı direnemiyor insan. Hikayeler insanı gençleştirmezken zamanı da yavaşlatmıyor. Kimse eskisi gibi değildir. Yıllar önce yazılan fakat kelimeleri buz tutmuş bir mektubum var. O mektubu sana vermezsem kafamın içindeki sorular cevabını bulamayacak.” “Halen çözemedin mi! Mektubun gerçek sahibi ben olmadım hiçbir zaman. Ben sadece bir işarettim. Ve sen işaretlere hep sadık oldun.”
Bulutlar rahmet yüklerini bırakırken, rüzgâr yönünü dağlara çevirdi. Yıllardır kurumuş olan Nil tekrar akmaya başladı. kilitli kapılar açılınca baba önce evladının sonra toprağın kokusunu aldı. Tüm gücüyle babaaaaa diye bağırdı genç adam.
Fırat’ın azgın suları, kabarıp otobüsleri yerlerine mıhladığında rüzgârın kavurduğu yedi kuru başak yeşillendi. Zayıf ve cılız inekler gebe kaldı. Genç adam o gece rüyasında yedi küflü ekmek gördü. Yataktan doğrulup gördüğü rüyayı düşündü. “Açlıktan olmalı” dedi kendine ve tekrar başını yastığa koydu.
Züleyha’nın gözlerine bir damla uyku girmemişti. Gece kalbinin üstüne derin bir yara almıştı. Yusuf diye başladı mektubuna Züleyha. “Seni” dedi… ve noktayı koydu. Daha ileri gitmeye mecali kalmamıştı.
*Hace Abdullah-i Ensârî
*Akeneton: Mısırda tek tanrılı dini kabul eden hükümdar
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.