- 2067 Okunma
- 4 Yorum
- 2 Beğeni
'egotango'
Mümkün olduğunca sustum. Bu huyumu babamdan almadım. Babam susmazdı, hep konuşurdu. Nereye gidersek gidelim, hep söyleyecek bir çift sözü vardı. Babamı içimdeki derin olan şeylerin dertlerine maruz bırakılmış bir sperm tanrısı olarak görmüyordum ama yüceydi. Varlığına uygun olma halini hep koruyordu. Bu onun selametiydi. Her gün öleceği günü bekledim. Bir gün ölecek diye, her gün ölüm haberlerinden onun adını duymayı ve garip bir heyecanla geleceğini bildiğim haberin selametiyle yaşamaya çalıştım. Ayrı selametlerin çocuklarıydık. Deri rengimiz dahi farklıydı. Bir gün tüm sevgi ve saygı kriterleri haricinde, o adamın babam olmadığına karar verdim.
Öleceği güne kadar bekledim ve karısının sesini duydum. Bağırıyordu kadın:’ Gitti, öldü, oy, gitti, öldü, oy…’ Klasik konservatuvar öğrencilerine öğretilen repliklere benzer kelimeler kullanıyordu ve ses tonu gayet başarılı notaların ortaya çıkmasına yardımcı oluyordu. Hünerini göstereceği anın olacağını biliyordum ve o kadın hünerini ölümden yana kullandı. Mahvına sebep olacak bir ölüm olduğunu düşünüyordu, oysa her gün dayak yemekten beter bir halde, daralmış ruh haliyle bir yılanın filin ayakları altında son nefesini verişine benzeyen cıyaklamaları son bulacaktı. Başına açtığı dertten kurtuluyor ve esrarengiz ölümün getirisi olarak tüm asabi rahatsızlıklarında kurtulma şansını tanrı ona bağışlıyordu. Kanına sokulmuş zehirli, paslı demirden var edilmiş küfürler nesnelleşebilir ve artık donabilirlerdi! Dışarı çıktım.
Babam ölmüştü. Gök hala mavi, arabalar vızır vızır caddeden geçiyorlardı. Evin hemen karşısında bulunan tuhafiyecideki şişman kadın, koşarak bizim eve geliyordu. Babamın karısının arkadaşıydı o kadın. Koşarken bir yandan göbeğine kadar sarkmış göğüsleri sallanıyor, diğer yandan arabalardan çıkan çeşit çeşit korna sesleri kulağımın kurumuş tabakasını yalayıp geçiyordu. O an ölü bir kedi dikkatimi çekti. Az ötede beyaz renkli, lüks bir arabadan inmiş genç kız ağlıyor ve taziyeye gelenlerden bir kısmı garip bir şekilde kızı sakinleştirmeye çalışıyordu. Bu sokak bir gün içinde iki ölüyü kaldıramayacak kadar küçüktü. Kediye vuran o genç kızdı. Ağlarken dahi defalarca iç organları dağılmış, paramparça bir halde asfalta yapışmış kediye bakıp:’ ben öldürdüm, seni ben öldürdüm, aman Allah’ım’ diye bağırıyordu. Onu sakinleştirmeye çalışan kadınlardan üçü kendi aralarında bir şeyler konuştular. Duymadım ne konuştuklarını. Cebimden çıkardığım paketin içindeki sigaralardan birini öndeki iki dişimin yardımıyla çıkardım. Çakmağı ölmüş adamın odasında unutmuştum. Yoldan geçen pos bıyıklı, yakışıklı bir adama ‘çakmağınız var mı’ diye sordum. Durdu. Ayaklarının duruşunda falso vardı. Gözlerime baktı ve hiçbir şey söylemedi. Elini cebine atıp çakmağı çıkardı.
Uluslararası umursamazlıklarla kodlanan sokak lambalarının birine doğru yürüdüm. Belimi yasladığım betonun içine eklenmiş suyun dolaşım sistemimi karıştırdığını varsayıyordum. Tuhafiyeci kadının etli butlu ayaklarını zorla içine soktuğu terliğe bir süre durduğum yerden baktım. Haksızlık ettiğimi bile bile ayaklarını etli butlu olarak belirlemiştim. Kadının vücuduna ters bir şekilde son derece kibar iki ayağı vardı. 37.5 ya da 38 numara olması gerekiyordu. Ölen adam ve karısıyla aramı bozan, evlenmeye ramak kala ayrıldığım kızın ayakkabı numarası da ya 37,5 ya da 38’ti. Ünlü yabancı bir firmanın ayakkabılarından bir çift alabilmek için iki hafta sadece zihnini buna yormuştu. Bir gün bana ‘çok sevinçliyim, sana müjdem var’ dediğinde, bana yapılması muhtemel müjde haberlerini birkaç saniye düşünüp durmuş ve koca bir hiçin zihnimden geçişi sırasında ‘istediğim ayakkabıyı sonunda sipariş edebildim, kargoda, birkaç güne gelir’ demesiyle bir oh çekiyordum. Sonuçta herhangi bir insanın bana nasıl bir faydası dokunabilirdi ki? Bu mutsuzluktan ya da umutsuzluktan kaynaklı kesin bir çizgi çekiş değil, aksine gerçeği kendim adıma saptırmaktan pek hoşlanmıyorum.
Beni en son çocukken gördüklerini iddia eden akrabalar ve ölen adamın yakınlarıyla dolu taziye günleri oldukça sıkıcı geçiyordu. Eve her gün cantıklar, pideler ve yemekler gelip duruyordu. İçeride ağlayan kadının gözleri gibi midemi şişkin hissediyor ve gelen yiyeceklerin çoğundan tiksiniyordum. Ağzıma çaydan ve sigaradan başka bir şeyin girmediği birkaç gün boyunca kendimden beklenmeyecek şekilde misafirperver oluşumu taziyeye gelenlerin ‘nasıl da metanetli oğlu, maşallah’ deyişleri karşısında elden geldiğince bozmamak için çaba gösterdiğimde söylenemezdi. Koca bir hiçin yapması gerektiği şekilde hareket ediyordum. Sonuçta kırgın bir dalı taşıyan yüreğin üzerine dökülmüş balmumları vardı. Hiçbir şey hissedemeyişimin üzerini derin bir yokluk duygusu kaplıyordu.
Sonunda o gün gelmiş, sokaktaki birkaç deli kadın harici eve giren çıkan oldukça azalmıştı. Bir öğlen vakti kahvehanenin önündeki taburelerden birine çökmüş, Niyazi’nin yeni çırağının yaptığı acı çayı yudumluyordum. Sıska, parmaklarını sımsıkı saran mavi damarlarıyla ve yılmış yüzünü de barındıran başını yarım yamalak yazmasıyla saran kadının bana seslenişini az ötemde oturan ak saçlı, kalın kemik gözlüğüyle gazetesini sabahtan akşama okuyan adamın beni dürtmesiyle fark ettim. ‘Ne oldu’ dedim. ‘Şu kadın sana sesleniyor galiba’ dedi. Kadın açık mavi gözleri arasında olgunlaşmış büyük boşluklara ev sahipliği yapıyordu. ‘Bana mı seslendin’ diye kadına döndüm. Yüzü zamanla bir manaya erişecek gibiydi. ‘Hiç mi acıman, merhametin kalmamış senin? Nasıl bir evlat oldun sen? Kadın kaç gündür ağrıdan zor yatıyor. Sen burada gelmiş çay içip, akşama kadar zamanını öldürüyorsun. Taksi tutalım seni hastaneye götürelim dedik, yok deyip duruyor. Az insaflı ol, merhametli ol da anana bak! Babanı öldürdün, sıra annene mi geldi?’
Çay bardağı avucum içindeydi. Sinirden bardağı çatlatıp, avucumda olunmadık kanayışlara sebep olmama az kalmıştı ki, kadın ‘yazık, yazık yahu’ diyerek uzaklaşmaya başlamıştı. Varoluşumu alçaklıkla kabul edip etmeme arasında geçirdiğim yıllar sonrası bir tanıdık tarafından böylesine insafsız, merhametsiz olarak suçlanmam kaçınılmaz bir sondu. Beni çevreleyen şeylere karşı tahammül edebilmek adına çok çaba gösterdiğimi bilmeden isnat ettiği kabahatlerim hususunda benden bir açıklama bekleyemezdi. Tahammül ettiğim ne varsa onlara karşı hiç bilmediğim isimler takıp takıştırıyor ve sonra da onlarla alakası olmayan öte sınırlarında yaşama çabalıyordum. Başlarda bu bir çaba halinde olsa da, sonuçta artık karakterinmiş gözükecekti. Kendi hayatıma, hayatımda var olanlara karşı körleşmeden bu yaşamı sürdüremeyecektim. Hayatta nerede olduğumu ve nasıl yaşadığımın farkına vardıktan sonra kendi küçüklüğümün sonlanmayacak acısıyla ömrümü tüketmeyi seçseydim elime ne geçecekti? Sevgi dolu, merhamet timsali bir adam ancak her gün, dünden aldığı hırsla kendini öldürmeye daha hevesli bir rezil olabilirdi. Görüşleri ve kanaatleri ölçüsünde çektiğim hiçbir acının beni zalim yapmasının onların nazarında bir etkisi olamazdı. Değersiz bırakılıp, kendisine inanılmamış insanların nasıl da zalim oldukları konusunda en küçük fikirleri yoktu! Kalbimin üzerine dökülen ziftlerden yine ben suçluydum. Oysa asıl zalimlerin, başları kesilmemiş mazlumlar arasından çıktıklarını bilmiyorlardı ki! Asıl merhametsiz, sevgisiz yaşayanların kalplerine dökülen ziftlerden haberleri yoktu. Yüzüme bıraktıkları epigramlardan artık çorak bir tepe var ettiklerinin farkında bile değillerdi. Değerli gördükleri iyi niyetleri sayesinde her an daha kötü olabileceğimi umursamayacak kadar da cahillerdi.
Saat ona geliyordu. İşsiz kaldığımdan beri sabahları dokuz-on arası uyanıyordum. Kahvehaneye çay borcumu haftalık ödüyordum. Birkaç aya bankadaki son parayı da çaya ve sigaraya tükettikten sonra çulsuz kalabilirdim. Başıma giren ağrıdan dolayı yataktan kalkma hevesimde pek yoktu ama en azından birkaç zeytin az ekmek ağzıma atıp, çayımı içince kendime gelebilirdim. Birkaç gündür arada sırada ben evdeyken kapıyı çalan tuhafiyeci kadından başka eve uğrayan olmuyordu. Kadın, artık kocasının ölümüne alışıyordu. Sabahları erken uyanıyor, gücü yettiğince evi toparlıyordu. Benim uyanmama yakın çayı demliyor ve masaya kahvaltılıkları koyuyordu. Geçen gün ilk defa aramızda birkaç cümleden oluşan konuşma geçmişti.
-Nasılsın?
-İyiyim sen?
-Ben de iyiyim oğlum. Senden bir ricam olacaktı. Nurten Hanım söyledi bana, sana söylemeyi unuttum.
-Söyle…
-O da kocasını geçen sene kaybetmişti. Emekli maaşı için başvurdun mu diye sordu, bende yok dedim. Biliyorsun tek başıma anlamam bu işlerden.
-O yardımcı olsaydı sana işte!
-Nurten Hanım mı? O da anlamaz ki bu işlerden! İstanbul’dan kızı gelmişti ya, o halletmiş sonra tüm işleri. Almış annesini yanına, hem gezmişler hem de bu maaş işini halletmişler.
-İşin düştü desene şimdi bana!
-O ne biçim söz oğlum? Aylar oldu aynı ev içinde küs yaşadık. Babanla küs idin. Nasıl koydu bana babanın sana küs ölmesi biliyor musun? Zaten seni de işten çıkardıkları günden beri canın sıkkın. Kahveden eve, evden kahveye dönüp duruyorsun. Babanın emekli maaşı olmasa nasıl geçiniriz şimdi? Maaş bana bağlandı mı ikimiz içinde iyi olur!
-Gideriz bir gün.
-Arabayla mı oğlum?
Başım çatlıyordu. Salondan ses gelmiyordu. Normalde bu saatlerde çoktan uyanmış olurdu. Çaydanlık ocak üzerinde duruyordu. Dokunduğumda soğuktu. Uyanmamış olmalıydı. Gözümü zor açıyordum. Tuvalete gittikten sonra odasına bakacaktım. Yüzümü yıkamak için banyo kapısını itelediğimde fayans üzerinde gördüğüm şey karşısında ürperdim. Ayakları çıplaktı. Uzun pamuklu beyaz gece elbisesi altında pijamalı bacakları çapraz biçimde fayans üzerindeydi. Başından damlayan kanlar fayans üzerinde yuvalanmış ve beyaz saçlarının birkaç teline bulaşmıştı. Onu ayağa kaldırırken zorlanmıştım. Uzun zamandır ilk defa ona dokunduğumu fark edince içimi bir ürperti doldurmuştu. Salondaki koltuğa oturttuğumda sol gözünü zorda olsa açıp bana bakıyordu. Çok ufak seslerle iniltilerini duyabiliyordum. Mutfaktaki plastik dolabın içinden pamuğu getirdim. Kanı çoktan kurumuştu ama yine de pamuğu ıslatıp yaralarını temizlemek iyi olabilirdi. İçim rahat değildi. Konuşacak hali yoktu. Sağ gözünün hali perişan gözüküyordu. Vitrinin çekmecesinde duruyor olmalıydı. Vitrinin aynasından onu görebiliyordum. İçime garip bir yumuşama hali çökmek üzereydi ki, anahtarı buldum. ‘Hadi’ dedim, ‘gidiyoruz.’
Güleç yüzlü doktorun fazla samimiyetinden hoşlanmamıştım. ‘Teyzemin hiçbir şeyi yok. Röntgen ve tomografi sonuçları temiz çıktı. Sanırım baş dönmesi sonucu düşmüş. Tansiyon ilaçlarını alıyor mu anneniz?’ Tansiyon ilaçları mı? Evet, sanırım annem dediği kadının tansiyonu vardı ama ilaçlarını alıp almadığını bilmiyordum. Doktor reçeteye ağrı kesici ve morluk kremi yazarken, onun hırıltını sesini duyuyorduk:’ Doktor Bey, tansiyon ilacım da kalmadı. Yazabilir misiniz?’ Güleç yüzlü doktor suratını bana çevirdiğinde, bir zalime bakıyormuş gibi tiksintiyle doluydu. ‘Yazıyorum teyzecim, iki tane yazayım hatta tansiyon ilacından ama mutlaka al tamam mı?’
Hastaneden çıkışta, girişte yaptığım gibi onu arabaya kadar tekerlekli sandalyeyle götürdüm. Arka koltuğa oturttuktan sonra ‘uzanma sakın, başını dik tutmanı doktor istedi’ diyerek emniyet kemerini önünden bağlarken onunla aynı gün içerisinde ikinci kez böylesine yakın olmayı garipsiyordum. Eczaneden ilaçlarını alıp dönecektim. Eczacı reçetedeki ilaçları raflardan getirirken, o sıska kadının sözlerini anımsadım. Hastaneye götür dediğinde sanırım ilaçlarının da bitmeye yakın olduğundan haberi olmuş olmalıydı. Arabaya doğru yaklaşırken, bu sefer başka türlü irkilmeden ve tiksintiden mustariptim. Hayatım boyunca ilk defa bu arabayı bugün sürüyordum. Yıllar evvel arabayı sıfır aldığında bir iki defa arabayı verir misin diye sorduğumda bana ‘hayır, sen arabayı kullanmayı ne bilirsin’ diyerek ters cevap vermişti. Ölene kadar da bir daha asla ondan arabasını istemedim. Araba onun değerlisiydi ancak başkasına geldiğinde hatır minnet ayağına kaç kere arabasını verdiğine şahit olmuştum. Hatta bir keresinde benim yaşlarda birine arabayı vermişti. Arabayı verdiği de daha senesi olmamış bu arabayla köy yollarına girip, arabanın alt takımını mahvetmişti. Hadiseyi duyduğumda tek bir kelime dahi etmemiştim fakat gözlerimle almak istediği ağır cevabı almıştı. Şimdi şoför koltuğunda aynı gün içinde ikinci kez oturuyordum ve sanırım bundan sonra da onu satacağım güne kadar arabayı kullanacak tek kişi ben olacaktım!
Arabayı en son onun koyduğu yere değil de, boş arsanın diğer tarafına park ettim. Koluna girip ağır adımlarla eve doğru yürürken, tuhafiyeci kadının çoktan radarına yakalanmıştık. Koşar adımlarla yanımıza doğru gelirken ‘ay ne oldu sana abla, bu halin ne, vah vah’ diyordu. ‘Banyoda düştüm Meryem Hanım, oğlum iyi ki evdeydi de hastaneye götürdü. İyiyim iyiyim, merak etme’ derken kadının beni kırmamak için hadiseyi nasıl da değiştirdiğinin farkındaydım. Tuhafiyeci Meryem ‘olmaz böyle ayol, sana sıcak bir çorba, yemek filan ayarlayıp getireyim de ilaçlarını da içersin’ diyerek bizimle beraber eve girmişti. Tuhafiyeci kadın yerinde duramıyordu. ‘Olmaz böyle olmaz, dur benim dolapta dünden çorbam vardı. Isıtıp getireyim. İlaçlarını da içip dinlenirsin güzelce’ diyerek tekrar oturduğu kanepeden kalkıp evden çıktı. O evden çıktıktan sonra başının altına iki tane yastık koyup, salondaki kanepede uzanmasına yardımcı oldum. Poşetin içerisinden ilaçlarını çıkarıp masaya koydum. Morluk için verdiği krem gözüme çarptı. Başım uyandığım an kadar olmasa da yine de ağrıyordu. ‘Şunu sürelim de…’ dedim. Parmağımın ucundaki kremi gözkapaklarına ve alnına her sürüşümde yüreğimin magmalarına doğru bazı çatlakları hissediyor gibi oluyordum. Vaziyetimi anlatacak kelimeleri çok önceden tüketmiştim.
Kahvehaneye çıkmadan önce Tuhafiyeci kadın çorbayı ısıtmış, poşetin içindeki bir ekmekle beraber geri gelmişti. Kapıyı ona açtıktan sonra ayakkabımı giymek için yeltenirken bana ‘sağ olasın’ dedi. Uzun zamandır bir günü böylesine garipliklerle yaşamadığım için ürperiyordum. ‘Annenin benim üzerimde emeği çok. Yıllarca tek kuruş almadan yaptığı ne varsa ‘al Meryem, bunları satarsın’ dedi. Evin altını dükkân olarak açma konusunda da, ne zaman zorlansam da anneni yanımda buldum. Ablamın hatırı bende çoktur. O yüzden tek evladının hayırsız olmasına öyle üzülüyordum ki! Bugün yaptıkların için gerçekten sağ ol! Onun tek isteği senin mutlu olmandı. Fakat yaşadıklarınız…’ Sözünü kestim. Nutuk dinlemeyi kaldıracak halde değildim. ‘Uyuyor’ dedim. ‘Tamam’ dedi gözlerini indirip. ‘Ben uyandırırım ablamı.’ Tuhafiye dükkânı önünden geçip, kahvehaneye doğru yürürken saate baktım. Saat on iki buçuğu geçmişti. Niyazi dükkândaydı. Ona ‘bir karışık tost, bir de su bardağında çay’ diye seslendim. Çırağı ortalıkta gözükmüyordu. Niyazi tostla çayı getirdiğinde kendisine emeklilik maaşını evdekine bağlamak için ne yapmam gerektiğini sordum. ‘Benim bildiğim SGK’ya gideceksin. Oradan zaten sana söylerler evrak filan lazım olursa’ dedikten sonra ‘sağ olasın’ dedim. Niyazi’nin tostu o kadar iyi olmasa da, kendi demlediği çaylar her zaman tam kıvamında olurdu. İçtiğim çayla birlikte başımdaki ağrının yavaş yavaş dindiğini fark ettim. Çoğu günler akşama kadar kahvede pinekliyordum. Bugün ise kendimi huzursuz hissediyordum. SGK’ya gitsem iyi olacaktı!
Arabaya binerken paketteki son sigarayı yakmak üzereydim. Üçüncü kez şoför koltuğuna oturuyordum. İlginç bir histi. Ölen adamın ardından hâlâ neler hissettiğimi tam olarak tanımlayamıyordum. Garipti; belki de yaptığım öç almak gibi bir şeydi! Yıllarca hiç hesapta olmayan insanların kullandığı bu aracı, bugün artık ben kullanıyordum. Dizel motorundan çıkan traktör gibi sese aşina değildim. Aylar önce bu arabaya son kez üçümüz beraber binmiştik! SGK’ya doğru yol alırken, radyoda çalan şarkının alıp götürdüğü diyarda daha bir kasvetli haldeydim. Cadde kenarında arabayı park edip, binaya doğru yürümeden önce küçük çay bahçesi gözüme çarptı. Binanın merdivenlerinden çıktıktan sonra ne yapacağımı bilemez halde girişte sandalye üzerinde oturan güvenlik görevlisine sordum. Parmağıyla bir yeri işaret etti ve ‘oradan bilgi alabilirsiniz’ dedi. Güvenlik görevlisinin dediği yerden bilgi aldıktan sonra sıramatikten bekleme fişimi alıp, metal oturaklardan birine geçip oturdum. Sıram gelene kadar onu düşünüyordum. Kadının yüzü aklıma geliyordu. Banyoda fena düşmüş olmalıydı. Ben elimden gelenin fazlasını yapmış sayılırdım. Bir sıkıntı olmadığını doktor söylemişti.
Aramızda bir monitör duruyordu. ‘Babanızın ölüm belgesini sisteme işlememişler. Bu yüzden şu anda işleminizi yapamayacağım. Hem maaşın devri hususunda annenizin de buraya gelmesinde fayda var.’ Memur kadının bana güvenmediği her halinden belliydi. ‘Ölüm belgesi mi? Onu nereden almamız lazım’ diye sordum. ‘Nüfus Müdürlüğüne gitmeniz gerekiyor ama bana sorarsanız öncelikle muhtarlığa siz yine de uğrayın. Ölüm belgesini oradan alıp, nüfus müdürlüğünde işleminizi yaptırıp annenizle buraya gelebilirsiniz.’ Muhtarlık aklımı karıştırmıştı. ‘Af edersiniz ama muhtarlıkla ölüm belgesinin ne işi olabilir? Ölüm belgesini doktorlar hazırlamaz mı?’ Kadın gözlüğünü çıkarıp ‘bunu sizin daha iyi bilmeniz lazım, şahıs; yani babanız öldüğünde yanında değil miydiniz? Ölüm belgesini sizin almanız lazım. Ben ihtimaller üzerine, sizde değilse belki de muhtarlıktadır diye söyledim’ dedi ve bakışlarını monitörden yana kaydırdı. ‘Sağ olun’ deyip, binadan ağır adımlarla çıkarken güvenilmez yüzümü kapıdaki camın üzerinde gördüm. Saçım uzamış, darmadağın haldeydi. Sakallarımı geçen gün kaşındığı için kesmiştim. İnsanların gözlerinde rahatça bıyığımla beraber mağrur bir dolandırıcı olabilirdim. Ölüm belgesi evde bir yerde olabilirdi. O öldüğünde pek bir şeyle ilgilenmesem ve onunla alakalı her ne varsa umursamasam da, sonuçta yine onun adını kullanarak bu işi halletmeliydim. Ayrıca buraya tekrar gelmek için onun eşinin iyileşmesini beklememiz gerekiyordu.
Merdivenlerden inerken adımı duydum. Bir ses, arka taraftan bir ses adımın sonuna onlarca nokta koyup bana seslenmişti. İçerideki memur kadın olsaydı, en azından adımla beraber nezaketen de olsa ‘bey’ diye seslenirdi. Bu sesi tanıyordum tanımasına ama nasıl da hafızamı kurcalamama sebep olmuştu. Derinlerde, ince, tiz bir sesin varlığı tekrardan uyanıyordu. Başımı çevirdiğimde onu gördüm. Eliyle göğsü arasında birkaç evrakı sıkıca tutmuş halde bana bakıyordu. Elbisesi ütülüydü. Üzerimdeki ütüsüz gömleği anımsadım. Bugün uyandığım andan beri çokça ürpermiştim ama bu, en son olarak onunla karşılaşmak kötü olabilirdi. Yanıma doğru az daha yaklaştıktan sonra ‘duydum’ dedi, ‘babanın vefat ettiğini. Başınız sağ olsun, iyi bir adamdı!’ Az kalsın ‘teşekkür ederim, çok incesin’ tarzında bir kibarlığa dönüşecektim. Bir cevap vermem gerekiyordu. Kuru bir ‘sağ olasın’ demekten başka içimden bir şey demek gelmiyordu. ‘Bende yeni işim için geldim buraya’ dedi. ‘E-devlet üzerinden normalde çıkaracağım evraklardı ancak sistem çalışmadığı için uğramak zorunda kaldım. Vaktin varsa az oturalım mı?’ Neydi bu şimdi? Oturmamızı gerektiren şey neydi? Araya giren bunca zaman sonrası şimdi neden karşılıklı oturacaktık ki? Yaşadığımız hiçbir şeyi unutmasam da, çoğu hissimi donduran, beni böylesine duygusuz kılan varlığı karşısında oturup ne dememi bekliyordu ki? ‘Şurada bir çay bahçesi var, istersen oturalım orada’ dedim. Ne konuşacağımızı merak ettiğimden değil, ürpertilerimi dindirecek bir aralık bulabilir miyim diye bu teklifi yapıyordum. ‘Olur’ dedi. Merdivenlerden inerken gözümde canlanan anılardan sıyrılmak arzusunda olmamak beni de şaşırtmıştı. Birkaç ay önce olsaydı elinden tutar ya da koluna girerdim. ‘Düşmemen için’ dediğim an, ‘bahanen de güzelmiş’ diye cevap verirdi. Aynı şeyi düşünüp düşünmediğini sorma hatasına düşemezdim. Az önce zihnimde beliren sahneler çok öncesine, eskiye aitti.
‘Kahve söyleyelim de içelim’ dediği an, Niyazi aklıma geldi. Uzun zamandır dışarıda sadece Niyazi’nin kahvehanesinde çay içiyordum. Kahve içmek iyi bir fikir olabilirdi. Sonuçta komik gelse de, başka bir yerde çay içiyor olmam Niyazi’yi aldatmam olarak algılayacaktım. ‘Olur’ dedim, ‘ben hemen geliyorum.’ Saklayacak ve utanacak bir bağımız kalmadığı için çay ocağının hemen ilerisindeki bakkaldan sigara alıp geri döndüm. Paketin şeffaf ambalajını açarken gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Aramızdaki mesafe dumanın ona gelmesine mani olsa da, gözlerini kıstığını fark ettim. Kısılan bu gözleri, yüzü sevmiştim. Kaçamak öpüşlerle yüzünü gezinmiş, karnı üzerinde birleştirdiği ellerini sımsıkı tutmuştum. Sol başparmağıyla sağ elindeki yüzüğü okşadığını fark ettim. Kahveler gelene kadar bu durum devam etmişti. İlk önce algılayamasam da, sol elindeki tektaşın varlığı konuşmasıyla anlamlı hale geliyordu. Evlilik teklifine ait olmalıydı. Sol başparmağıyla okşadığı şey ise sağ elindeki nişan yüzüğüydü. Güzel bir alyanstı. ‘Nişanlıyım’ dedi. Kısa ve netti her şey ama ‘nişanlıyım’ demesi çok uzun zamandır beklenen anın devam edişini anımsatır tarzdaydı. Çay ocağının kahvesi nasıl da acıydı! ‘Hayırlı olsun’ dedim. ‘Teşekkür ederim’ diye cevapladı. Sıkıcı, bağbozumunu andıran bir yorgunluğun kasveti üzerimizdeydi. Sigaradan bir nefes daha çekip caddeye, arabaya doğru baktım. Baktığım yere bakması kısa sürmüştü. ‘Babanın arabası mı bu’ diye sordu. Neden merak ediyordu ki? ‘Bize geldiğiniz gün arabayı görmüştüm. O değil mi?’ ‘Evet’ dedim, ‘ölünce bana kaldı.’ Acı bir gülümsemeyle ‘ne garip’ dedi, ‘her şey çok garip!’ ‘Garip olan’ dedim, ‘bizim burada oturup konuşmak için kendimizi zorlamamız!’
İkinciyi sigarayı yakmak üzereydim. ‘Hep böyle çok içiyordun değil mi’ diye sordu. Beni hâlâ merak ediyor oluşu rahatsız ediciydi. Aramızdaki her şey aylar öncesinde bitmemiş miydi? Tanışma gününde aile büyükleri nişan için uygun bir vakti konuştuklarında zaten aramızdaki her şey bitmemiş miydi? Baktığım gözler, tuttuğum eller nasıl da uzak geliyordu o gün! Birbirimizi hiç tanımamış, hiç sevgi dolu sözcükler kullanmamış gibi sessiz sedasız çığlıklarımızı odaların tuttuğu günü unutmuş olamazdı! ‘Mutlu musun’ diye sordum. Sorulara soruyla cevap vermek rahatsız olduğunu belirtmenin en kısa yoludur. Anlamıştı. ‘Sanırım… Evet’ derken zorlanmamıştı. Soruma ciddi bir karşılık vermeliydi ki, tereddüdü canını sıkabilirdi. ‘Karşılaşmamız iyi oldu sanırım’ dedi. Buna vereceğim cevap boğazımda çoktan düğümlüydü. Konuşmasına devam ediyordu:’ Son kez seni aradığım günü düşünüyorum da, çok tatsız bir konuşma geçti aramızda. Bir suçlu, kabahatli aramanın ne faydası vardı ki? Ben kırıldığımdan bahsetmiştim hatırlarsan. Asıl beni kıran söylediklerin, bana isnat ettiğin şeyler değildi. Benim asıl kırıldığım…’
Yumuşayan, şefkat dolu bakışları birden buz kesildi. ‘Sus’ demiştim. Üçüncü sigarayı yakmak için ikincisini önce söndürmem gerekiyordu. ‘Bir elinde tektaşın, diğer elinde alyansın; bir başkasının sevdiği, nişanlısı olarak karşımda anlamsız bir şekilde eskiden bahsetmenin ikimize de faydası yok! Evet kırıldın. Fakat başka bir şey aslında seni kırdı. Baştan beri sen kırılmayasın diye her şeyi düşünen adamın, bir anda senden vazgeçmesine kırıldın! Söylediğim kırıcı ne varsa, onlar her neyse; sadece tuz biber ekti. Birinin senden vazgeçmesi sana koydu! Oysa hiçbir şeyin farkında olmadan yalnızca kendinden vazgeçildiği için sen üzülürken, ben senden, ailemden, işimden ve en acısı kendimden vazgeçmiştim! Her şey bir yana düşün, karşındayken bir kez olsun yaralarımı sordun mu? Onlara sahip çıkıp, sarıp sarmalamak için hiç cesaret edebildin mi?’ Gözleri dolmuş, ‘haksızlık ediyorsun haksızlık ediyorsun’ diye inler gibi konuşuyordu. ‘Haksızlık nedir biliyor musun? Karşıdakini biblo gibi görmektir. Onun sevgisini kullanıp, ağzından çıkanı kulağın duymadan konuşup onu her defasında daha yalnız kılmaktır. Sen bunu yaptın buna! Yalnızca sen değil; herkes bana bunu yaptı, yapıyor da! Bir kez olsun acılarımı, yaralarımı sordu mu kimse? Hüzünlü sayıldım, kırılgan ve duygusal bir tarafımı gören herkes ağız birliği yapmışçasına ‘aşırı düşünüyorsun, çok umursama, duygusallık bu kadar iyi değildir’ dedi ve sonuç itibariyle bu adamı siz, kendi ellerinizle, sevginizle var ettiniz!’ Susmuş, içine kapanmış bir insanın en sıkıcı yanı hiç susmayacakmış gibi konuşmaya başlamasıdır. Bende bunu yapıyordum. Tiradım sanki hiç bitmeyecek gibiydi!
‘Dünya dediğimiz, yaşam dediğimiz şey nedir ki? Hayalini kurduğumuzu şeyi hedefleriz. Sonra karşımıza bir şey; bir engel çıkar da o hedefe varamayız. Bunlardan onlarca olur ve sonra bazen anlatamayız, konuşamayız. Bunlara da sır adını koyarız. Sır; nasıl da gizemli geliyor kulağa ve insanı merak ettiriyor değil mi? Ayaklar altına alınmış sırlarla yaşamamızı sürdürürüz. Aslında karşıma geçmiş, bu halinle, bir başkasıyla hayatını yaşamaya söz vermişken hâlâ neden terk edildiğini, neden dolayı senden vazgeçtiğimi merak ediyorsun? Soğusan da, içinde bir gram bile benden yana duygu kalmasa da ömrün boyunca seni rahatsız edecek şey, bu vazgeçişe ait sır olacaktı değil mi? Çünkü boşluk seni de herkes gibi öylesine korkutuyor ki! Tıpkı zamanın o sonsuz boşluğu gibi yüreğinin boşluğundan korkup, yalnız kalma fikrinden de artık hoşnut değilsin. Suçu başkasına atmaya meraklı zihnin, içindeki iki hiçliğe ait görüntüden oluşan o boşluk karşısında ürküyor. Sen çocukken okul çantanı bir sefer olsun taşımamış babana duyduğun boşluk gibi, neden benden vazgeçtiğine ait boşluk seni bunaltıp yoruyor. Ama biliyorum ki senin için bir başka yer olmalı! Şu an hâlâ karşında seni ve herkesi suçlar gibi gözüksem de, inan kimsenin yaralarımı bilmesini de istemiyorum. Bu bir teklif sonucu var olması muhtemel bir olgu olamaz. O zaman yalnızca şüphe doğururdu.’
Gözleri yalvarırcasına ‘sus, ne olur sus’ diyordu ve sonra artık soyut inlemeleri yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı. Koordinatları belli olmayan bir alan üzerinde kopartılan yaygara ustası gibiydi cümlelerim. İki ayna vardı ve iki hiçlik görüntüsü sonsuz bir düzlemde birbiri ardınca uzamaya hâlâ devam ediyordu. Yaşamaya gücü ömrü boyunca pek nadir bulmuş vücuduma ait anahtarın uçları zorlanarak sigarayı yakarken, bir masaya yarım yamalak çakılmış iki çivi gibi duruyorduk. Dik durup, birbirimizi kandırmanın bir amacı olamazdı. Bacaklarım kaskatı kesilene kadar kerpetenle bacaklarımı yerinden sökmedim. Ayrılırken en usta yalanlar söylenmeye başlanır. Karşıdaki insanı incitmenin en şık yolu da, onun iyiliğini istemektir. Bir başkası için elinden gelmiyormuş gibi davranmak, insanın erdemli olmasında en büyük engellerden biridir. Hangi hayvan kendisi terk edecek arkadaşının yanında hayatının yalanını söylemeye başlar ki? Ulumak, hiç susmamacasına ulumak gerekirken, nasıl da aklıyoruz tüm kirleri bir an için! Buna ihtiyacımızın olduğu yalanıyla iyi dilekleri köleleştiriyor ve sonra rahatlamış bir halde koşuyoruz yarının belirsizliğine. ‘Sen çok iyi birisin.’ ‘Senin gibi insan çok azdır ama artık aramızda yaşanan bunca şeyden sonra eskisi gibi olamayız.’ ‘Ne olur beni de anla! Bunları söylerken nasıl üzgün olduğumu bilmen lazım! Ben ikimizin de iyiliğini düşünüyorum.’ Yalanlar, yalanlar… İnsan ilişkileri kölemiz edilen iyi dileklerin paçavraya döndüğü, var oluşun en berbat silsilelerinden biridir. Oysa bağırmalı; en azgın şekliyle insan ağzından tükürükler saçarak kötü sözlere başvurmalı, küfretmeli sövmeli en içten bir şekilde. Ancak böyle sevginin izzetini kurtarmış oluruz. Başka türlü sevginin var olduğunu nasıl iddia edebiliriz? Sessiz gecelerde kulağımıza fısıldayan, yeri geldi mi inleyerek, titreyerek ağlayan bedenlerin varlığını nasıl kanıtlayabiliriz? İyi dileklerde bulunup, onun için hayatın daha güzel olmasını tereddüt etmeden söyleyebilmek hangi dünyanın dilinde sevgiye dâhil ediliyor?
Maden suyu almak için ocağın yanına vardığımda cebimdeki parayı düşündüm. İstisnai bir durumla karşı karşıya olmak, Niyazi’nin kahvesindeki ritüelimi bozacak cinstendi. Hesabı ödedim. Geri döndüğümde bozuklukları cebime koyarken bir şey demedi. Dondurmalı kavunu yediğimiz günü anımsadım. Hesabı ödemeye gittiğinde ona bakıyordum. Çoğu zaman yaptığım gibi yalnızca az uzaktan bakıyor ve hiçbir şey düşünmüyordum. ‘Bak gerçekten seveceksin, kavunlu dondurma çok güzel oluyor. Denemek istemiyorsan da sen bilirsin.’ Ölümün kıyısından döndüğümüz, büyük bir kazayı son saniye refleksiyle atlattığımız günde kavunlu dondurmayı karşılıklı yemiştik. İyi de hayaller kurmuş ve buna da inanmıştım! Şimdi ise karşımda duruyor ve bana bakıyordu. ‘Artık o bir başkasının’ demekten tiksiniyordum. Bir malmış gibi, alınıp satılan bir şeymiş gibi ‘bir başkasının’ demek çok itici gelse de, sonuçta o bir başkasının hayatında ve kalbinde olacaktı. Bu duruma, eskiden başkalarında olduğu gibi alışkın olmam gerekliydi. İmtiyaz gösterilmesi gereken ince hususlardan biri de, bir noktadan sonra insanların hayatlarına ait tercihlere içten bir şekilde saygı göstermektir. Hayatın her anında aslında bu saygı geçerlidir. Duyguların bir formülü olsaydı bu dediğime ben de inanabilirdim. Saygı gösterme rolünde bulunamasam da en azından incitici bir söz etmiyorum. Bu da ancak benim gibi zayıf karakterli insanların erdemlerine aittir. Oysa önümde duran masayı kaldırıp, az ötedeki boşluğa fırlatmalıydım. Sonra ellerini tutup, parmaklarından yüzüklerini çıkarıp ‘bunu kabul etmiyorum, sen yalnızca benimsin’ demeliydim. Sonuçta hiçbir şey değişmese bile bu kabalığı yapıp, artık damarlarımda dolaşan o huysuz acının tüm bedenime ilişmesine imkân vermeliydim. Yalnızca budalaydım. Hayatının çoğu anında kalbi ve aklı arasında kumar oynayan budalaydım. Kumarbaz bir budala! Nasıl da uygun bana! Enfes kalemi olan yazarların hayatını anlatmak için can atmayacağı, varlığı ağır bir metan kokusuna karışmış, ömre bedel kırgınlığını bir ömür boyu sevdiği kadına anlatamayacak kadar da yorgun bir budalaydım. Son bir sigara ve sonra her şey bitebilirdi.
‘Bana’ dedim, ‘sende kalan fotoğraflarını at ya da varsa telefondan sil hiç demedin. Bunu o adam öldükten sonraki birkaç gün hep düşündüm.’ Araya girdi ‘o adam derken, babandan mı bahsediyorsun?’ ‘Evet’ dedim, ‘ondan bahsediyorum. Biliyor musun? İyi dileklerde bulunup, ne seni ne de kendimi kandırıp, ömür boyunca içine düşüp, günü gelince hatırladığım an üzüleceğim bir hatırayı arkamda bırakmak istemiyorum. Hâlâ odamda bir yerlerde fotoğrafların duruyor. Duvara astığımı çerçevelerinden bile sökmedim yanlış hatırlamıyorsam. Yalnızca duvardan indirdim. Bir gece kilerde eşyalarımı karıştırdım. O adam öldükten sonra bir gece… Duvardaki o fotoğrafını buldum. Yatağıma getirdim ve yastığa yasladım. Yalnızca o gün senin o kadar çok yanımda olmanı istedim ki; çok geçmeden kendimi sokaklarda buldum. Ana caddeye varıncaya kadar o kadar yorgun hissediyordum ki, bir an için telefon rehberinde adına baktığımı fark ettim. Fakat hiçbir zaman böyle bir geri dönüşün iki taraf içinde faydasını görmedim. Birkaç gün sonra uzun zamandır görüşmediğim birine bunu yaptım. Tek bir cümle bir şey yazmıştım ve geri döneceğini ummuyordum. Ona ihtiyacım olduğu için kendisine yazmamıştım. Sadece merak ediyordum. Seni özlediğim gibi onu da mı özlemiştim? Zaten hayatında biri yoksa onu özlemenin ne gibi anlamı olabilir ki? Hatırlıyor musun sana hep şey derdim… Nasıldı o cümle; ben yanından ayrılmadan seni özlemeye başlıyorum. Bu hissi, bu asıl anlatmak istediğim özlemi senin yanında o kadar içten tadıyordum ki! Fakat derler ya ‘senin de bir farkın yoktu, olsaydı hep güzel olurdun’, aynen o farksızlıkla karşılaştığım için kendisi için üzüldüm. Tıpkı senin veya bir başkası için üzüldüğüm gibi. Bana doyasıya iyi dilekleri öncesi nezaketten bile bahsetti. Nezaket? Nasıl da komik bir kelime, aslında absürt. Çoğu zaman yerli yersiz nezakete dair tiratların ustasıdır egolarıyla tango yapanlar. Onu da kendi haline bıraktım. En baştan beri olması gerekende buydu. Yanlış bir insanın hayatına dokunduğunun hiç farkına varamamıştı. Bu yanlışlar sonrasında beni bunaltacaktı. Öyle de oldu. Kimsem yok derken nasıl da haklıyım bir bilsen! Bunları seni acıtmak, kendimi acındırmak için söylemiyorum. Sanırım hep o vardı, ikimizden biri de ölene kadar yanımda hep o olacak. Annemden bahsediyorum. Seni de gerçekten sevmiş, kalbi sana ısınmıştı. Sevgi dolu bir kadındır o. Sanırım bu dünyadaki en büyük kusuru da o sahip olduğu sevgidir. Varlığıma ait hissettiğim yaraları sarmak, onları bir başkasının sarılmasında unutmak adına tadacağım bir sevgi arayışında içinde bulunmamın suçlusudur. Çünkü öyle bir sevdi ki beni, dünyada sevginin varlığına beni de kendi gibi inandırdı. Bu yüzden hiç olmaması gereken insanlar sevdim ve yine çok sevdiğim için onları da kırdım. Sevgimle kırdım. Doyasıya sevdikten sonra karşılılık bulamamanın çölünde, sevgimi artık o sevgi seraplarında sunamayacağım için kırdım. Seni de bu yüzden kırdım. Bu yüzden bıraktım. Bu yüzden karşımda seni böyle ağlarken görünce, kalbimde en küçük his kıpırtısı yaşayamıyorum.’
Ellerini uzatırken az tedirgin ve tereddüt içerisinde olsa da, sonunda direkt sol elimi tuttu. Sağ elimde beşinciyi yakmak üzere parmaklarım arasında sigaram duruyordu. Ellerine ihtiyacı olsa da benim elimi sımsıkı tutuyordu. Yüzüklerini hissediyordum. O ise umursamıyor ve parmaklarımı sıkmaya, bir taraftan da burnunu hızla çekiyordu. Sigaram ağzımdaydı. Elimin üzerinde duran ellerine baktım. Sağ elimi ellerinin üzerine açarak koydum ve ‘artık hiçbir şeyin önemi kalmadı’ dedim. ‘İki yabancı gibi düşün. Bir noktada bu iki yabancı bir yerde rastlaştılar ve sonra zil sesi çaldı, ayrılmaları gerekti. O arada ne konuştular, ne yaptılar hiçbir şeyin anlamı kalmıyor. Son olarak sana bir şey söylemek istiyorum.’ Gözlerinden akan yaşlar yüzünde küçük bir dere oluşturmuştu. Dudakları küçük bir kayacık gibi damlalara bir anlık engeldi. ‘Sus artık, ne olur sus dayanamıyorum.’ ‘Beni’ dedim ona aldırmayarak, ‘beni her zaman kötü düşün. Seni incittiğim, kırdığım aklından hiç çıkmasın. Bir gün olsun için bana karşı yumuşamasın. Sana olan sevgim seni asla aldatmasın. ‘O olsaydı böyle mi yapardı’ demeyesin. Deme böyle bir şey. Ben iyi biri asla olmadım. Kırdım, kırıcı oldum. İçine ata ata büyüdü benim sözlerim ve son sözü başkaları, kendileri söylediklerini düşünse de ben onları kırarak söyledim. Sana yaptığım gibi. Aklına o son telefon görüşmemiz geliyor. Sen telefonu açtın, sen veda etmek istedin. Fakat o gün son sözümü söylememiştim. Bir gün karşılaşacağımızı biliyordum. Şimdi artık iki yabancı olmak için zil çalacak. Birazdan bugün ve öncesinde aramızda geçen her şeyi unutmak için yaşamaya devam edeceğiz.’
Hızla ellerini geri çektiğinde yüzünü toparlaması gerekiyordu. Nefes alış verişi normal seviyeye ineceği an çok yakındı. Ayağa kalkmak için önce masaya tutundu. Sandalyeyi ayakları yardımıyla az geriye itti ve tekrardan ellerinin dışıyla yüzünü sildi. Masanın üzerindeki evrakları aldı ve olduğu yerde başını arkasına çevirdi. Son kez yüzüme bakacağını biliyordum. ‘Umarım’ dedi zorlanarak da olsa, ‘umduğun gibi biri karşına çıkar. Sana göre ben veya bir başkası asla şimdiye kadar seni anlamamış, dediğin yaralarını saramamışız. Umarım istediğin hayatı yaşarsın. Herhangi bir iyi dilekte bana karşı bulunmayarak da iyi yaptın. Sevginle insanları kırdığın gibi, o iyi dileklerinle de tekrardan kırılmaz sandığım şeyi kırıp, dağıtabilirdin. İçindeki nasıl bir sevgiyse, ölen babandan bile ‘o adam’ diye bahsediyorsun. Ama biliyor musun, şaşırmıyorum. Bir kere şaşırttın beni! O bir kere fazlasıyla yetti. Bir daha şaşırsaydım eğer kendime kızardım. Sana, varlığına ait karanlıklar şehrinde, hayatın boyunca senden vazgeçmeyecek, o büyük, çok büyük yaralarını sarabilecek biri diliyorum. Bunu gerçekten istiyorum. İyi dileklerden nefret ettiğini bilsem de, son bir iyi dilek olarak düşün! Ve fotoğraflarımızı, fotoğraflarımı demiştin… Ne önemi var ki? Sil, kes, yak… Artık gerçekten ne önemi olabilir ki?’
O giderken aylar öncesini hatırladım. Yine gidiyordu. Eski hanın kapısından girerken arabada dörtlüleri yakıp, ona baktığım gün gibi şimdi ona bakıyordum. O gün inip, koşup arkasından sarılabilirdim fakat bugün böyle bir şeyi yapamazdım. Rüyalarımdan farksız bir anı yaşıyordum. Kaybetmeye alışkın, bu yılgın vaziyeti seven garip bir tarafım vardı. İçimde bataklığı andıran karmaşalardan kurtulmak için elimde tuttuğum sigaradan ve her gün uğradığım kahvehaneden başka bir şey yoktu. Birden masanın üzerinde kulplu bardak içinde çayı görünce şaşırdım. Bardağı bırakan elin sahibi ‘bu da benden olsun arkadaş, biraz önce ayrıldınız sanırım’ dedi. Yüzüne baktım. Zorlanmadan gülümsedim. ‘Bu kaçıncı ayrılık, bu kaçıncı bilet…’ diye bir şeyler geveledim. ‘Olsun’ dedi, ‘hayat yine de devam ediyor, varsın canlarınız sağ olsun.’ Haklıydı çayı getiren el. ‘Sağ olasın’ deyip, hayatımın en acı çayından ilk yudumumu aldım. Hayat yine de devam ediyordu!
…
Kahvehanenin önünden geçerken adımı işittim. ‘Yahu nerelerdesin sen? Kaç zamandır uğramaz oldun?’ Merak ve sitem dolu ses Niyazi’ye aitti. Yanına yaklaşıp ‘haklısın’ dedim, ‘çok oldu değil mi?’ ‘Olmaz mı’ dedi, ‘geçen hatta çırağı sizin eve gönderecektim. Telefonunu arıyorum, o da hep kapalı. En son emekli maaşıyla alakalı bir şey sorduğun günden beri uğramadın. Haftalar geçti. Paran olmadığın için utanıp uğramıyorsan ayıp ediyorsun bak! Yoksa işe filan mı girdin? Çatlatma adamı yahu, ne oldu söylesene?’ Evle kahvehane arasında da iki sokak bile yoktu. Niyazi haklıydı. Haftalar geçmiş, bir selam sohbet için bile uğramamıştım. Annem az toparlandıktan sonra ona ölüm belgesini sordum. Yatak odasında sandığına belgeyi saklamış. Üçümüz beraber SGK’ya gidip emekli maaşı işini hallettik. Birkaç gün içinde odamın çehresini değiştirmekle zaman geçirdim. Vitrinin orta gözünde yıllardır pinekleyen ihtiyar tüplü televizyonun dermanı artık kalmamıştı. Anneme ‘taksitle küçükte olsa yenilerinden bir tane alalım. Şu vitrinin iki parçasını da odama taşıyayım’ dedim. ‘Olur’ dedi annem itiraz etmeden, ‘istersen bunları atalım, bir şey almak istiyorsan sen söyle oğlum.’ ‘Hangi parayla’ dedim. Ağır adımlarla odasına gitti ve geri döndüğünde bir yazmayla geri döndü. Bana yazmayı uzatıp karşımdaki kanepeye yürüyüp oturdu. Yazma kabarık duruyordu. Düğümü ağzımla açtığımda şaşkındım. İçinde iki kalınca bilezik, bir sürü küçük altınlar ve bir tomarda kâğıt para vardı. ‘Bunlar ne’ dedim. Annem derinden bir iç çekip ‘babanın sen evlenirsin diye biriktirdikleri oğlum. O kızla nasip değilmiş diyelim. Olmadı. Baban çok istiyordu evlenip bir aile kurmanı. Hayat işte, her istediği insanın olmuyor. Bir yanı buruk ayrıldı babanın. Bunlar senin. Benimle yaşamak istemiyorsan al bunlarla kendine yeni bir düzen kur. Ben babandan kalan emekli maaşıyla geçinirim. Arada istersen sana da yardımcı olurum. Eğer istersen…’
Zamane evliliklerini halledebilecek kadar olmasa da, elimde tuttuğum yazma içerisinde yine de iyi bir miktar olmalıydı. Ayağa kalktım. Az ötede duran üçlü sehpa üzerine yazmayı bırakıp yanına varınca diz çöktüm. Ellerini tutup avucuma aldım. ‘Hiçbir yere gitmek istemiyorum. Bu para, burada olanlar ikimizin. Ne yeni bir düzene ne de başka bir şeye ihtiyacım var anne! Yanında olmak istiyorum. Hem seni hem de onu kırdım. Biliyorum kırıldım, siz de kırdınız fakat bunları yaşatmamak yine de benim elimdeydi. Affetmeni filan istemiyorum çünkü biliyorum ki sen sadece üzüldün, üzgündün. Şu an tek istediğim odama az çeki düzen vermek. Yanında kalmak, kahvaltı hazırlarken çıkardığın seslerle uyanmak istiyorum.’ Sarıldığımızda ağlıyordu. Babanın o ağır sıcaklığını kaybetmiş olsam da, annenin sevgisini de yitiremezdim. Bir başka şehirde, kaçak şekilde başka bir ülkede sersefil yaşamak asla daha iyi gelmeyecekti. İşsizliği de dert etmiyordum. En iyi bildiğim işe geri dönecektim. Bu sefer inanıyordum. İki vitrin parçasını güç bela söküp, odada tekrar kurduğumda en ufak sallantı hissetmediğim an rahatlamıştım. Kilerdeki çuvalları halısını kaldırdığım odama getirdim. İçindeki kitapları tek tek çıkarıp tozlarını alarak vitrin raflarına dizdim. Nostaljik bir hareketti. Anıları baştan kurgulamaktan farksızdı. Yine kilerden küçük masayı getirdim. Kilerdeki sandalyenin koca götümü kaldıracak hali kalmamıştı. Salondaki masanın etrafındaki sandalyelerden biri artık fazlalıktı. Onu da odama getirdikten sonra en son iş yatağımın kenarında duran çerçevenin içindeki fotoğrafı çıkarmaktı. Elimde ondan kalan tek fotoğraf buydu. Bir an yakmak aklımdan geçse de, katlamadan, kalın, kırmızı dosyamın arasına koyup, vitrinin alt kapaklı tarafına sakladım. Çerçevenin boş durması hoşuma gitmemişti. Aile albümünden çıkardığım annemle babamın gençlik fotoğraflarından birini çerçeveye yerleştirip, salonun duvarına çaktığım çivinin üzerine geçirdim. Annem duvarda fotoğrafı gördüğü an bir süre hiç hareket etmeden bakakalmıştı.
Hayatlarımızın bir öykücüsü vardı. Onun gibi yoktan bir şeyi var etmek güçtü. Yapabileceğimiz tek şey, yaşadıklarımızın öykücüsü olmaktı. Kolay veya zor; bir seçimden öte, maruz kalmanın sinirlerinde, kâh güneşli durgun, kâh fırtınalı günler yaşıyorduk. Buna kendime ait odada kitaplarla dolu vitrin, küçük masam, plastik sandalye ve sessizce salondan kalbimi dinleyen annem eşlik ediyordu. Haftalar sonra Niyazi’yle karşılaştığımız gün, annem evde Tuhafiyeci Meryem’le beraberdi. Ben evden çıkarken Meryem’e aldığımız yeni televizyonu gösteriyor ve ‘bak Meryem, canım görüyor musun, oğlum aldı bunu, eskisinden daha güzel değil mi?’ diyordu. O gün uzunca bir yürüyüş beni bekliyordu. Babamın mezarına yürüyordum. Anneme hava almak için çıktığımı, birkaç saate döneceğimi söylemiştim. Mezarlığa girdiğimde derin bir sessizlik beni karşılamıştı. Binlerce mezarın arasında yürürken, garip bir his beni ele geçiriyordu. Bu yaşamın, yaşamanın verdiği sıkıntıydı. Ölülerin en büyük kehaneti, yanına gelenlere sessiz sedasız bu sıkıntıyı verebilmelerinde yatıyordu. Mezarının üzerindeki toprak çökmüş sayılırdı ve hâlâ bir mezar taşı yoktu. ‘L41743’ onun burada yattığını belirtiyordu. Bir isim, onca yaşanmışlık ve sonunda bir harf ve birkaç rakam sadece… ‘Bir mezar taşı ne kadar tutar ki?’ diye düşünmeye başladım. Şu yanlara da taş örerim. Birkaç taş ya da tuğla, biraz çimento ve sonra ismini yazdırdığım taşı da başına dikerim. Gülleri çok severdi. Üç dört tane de dallanıp budaklanacak gül ektim mi tamamdır!’ Bir daha ki gelişimde arabayla gelmem gerekecek. Bugün mezarlıktan çıkarken, yakınlardaki mezarcılardan birine taşı da sipariş ederim. Sen beni hayattayken o çok istediğin şekilde evlendiremedin ama ben bari mezarında sana sahip çıkayım. Azıcık toprağın varsa, etrafına bir şey örmeli değil mi? Başka türlüsüne benim kötülüğüm bile el vermeyecek sanırım baba! Bu arada ben geldim. Sessiz egotangomuz bitti baba. Artık ikimizden biri de olsa konuşacak! Hoş geldin demeyecek misin?
…