Vefalı İnsan
HATIRALARIM ( Vefalı İnsan)
Ağustos ayının son günüydü. Rahatsızlığımı unutmak ve birazda kafamı dağıtmak üzere hızlı trenle gezmeye doyamadığım, karşılıksız sevdiğim İstanbul’a gidiyordum. Askerliğimin acemi eğitimini İstanbul Kâğıthane’de yapmıştım. Gezdiğim, gördüğüm, havasını teneffüs ettiğim yerleri özlemiştim. Özellikle Eminönü’nde, Galata Köprüsünün yanında balık ekmek, yanında acılı turşu yemeyi çok özlemiştim. İşte bu özlemlerle yola çıkıyordum. Hızlı trenle dört saat gibi kısa bir sürede İstanbul Pendik’e ulaşıyordum. Dolmuşla Kadıköy’e, oradan da terasında seyrine doyamadığım feribotla Eminönü’ne varıyordum.
Bindiğim feribotun acı acı korna sesi, beni ta 1980 li, askerlik yaptığım yıllara götürüyordu. Daha dün gibi, dile kolay tam kırk yıl geçmişti. Çok iyi hatırlıyorum. Teslim olacağımız birliğe az bir mesafe kalmıştı. Dolmuştan inmiştik. Yusuf adında Van’lı bir arkadaşa rastlamıştık. Beraber yürüyorduk. Eski İstanbul böyleydi. Bakımsızdı, görevlilerce üstü kapatılmamış bir çukur vardı. Vanlı Yusuf arkadaş bu çukura komik bir şekilde düşmüş, bizde gayri ihtiyarı ağlanacak halimize gülmüştük. Hemen arkadaşı tutup çukurdan çıkarmıştık. Neyse ki küçük sıyrıkların dışında fazla bir yaralanmamanın sevincini yaşamıştık.
Askerliğim Kâğıthane’de başlamıştı. Sabah koşusu yaparken birlikten çıkıp, ok meydanına doğru koşarken söylediğimiz İlhan İrem’in Sadabat adlı şarkısı hala hafızamda, hala kulaklarımda. Dedim ya tam kırk yıl geçmişti. Feribotun terasından Kâğıthane’ye doğru bakarken hayatın hızlıca aktığını, ömrün ne de kısa olduğunu anlıyordum.
Balık ekmek özlemimi giderdikten sonra, Galata köprüsünün üzerine çıkıp, temiz deniz havası ve seyrine doyamadığımız Boğaziçi köprüsünü seyrederken, köprünün korkuluklarında oltasını denize atmış, balık tutmaya çalışan iki Japon gençten birisine, genç bayana, İstanbul hatırası olarak, fotoğrafımı çekmesini rica ediyordum.
Sonra tekrar Eminönü’ne iniyor, Yeni Camide öğle namazını eda ettikten sonra biraz dinlenmek için Yeni Caminin arka tarafındaki banka oturuyordum. Gönül ne istiyordu biliyor musunuz? Gönül ne kahve ister, ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane sözünü hatırlıyor, uzun müddettir göremediğim bir arkadaşımı arıyordum. Arkadaşımda kırk yıl öncenin hatıralarını yad etmek, memleket özlemini gidermek isteyecek ki bulunduğu yer, uzak bir mesafe olmasına rağmen, kısa bir süre içersinde buluşuyorduk.
Arkadaşla, birlikte yürüyorduk İstanbul sokaklarında. Dışarıda yağmur çiseliyordu, Adnan Ertaş, arkadaş arkadaş diyordu. Ben deniz kokusu diyordum. Arkadaşım memleket kokusu istiyordu. Ben İstanbul’u çok özledim diyordum. Arkadaşım memleketim, Kırıkkale’m nasıl, arkadaşlarım nasıl diyordu. Ben balık ekmek diyordum. Arkadaşım sabahları hala tarhana aşı içiyor musunuz, organik pekmez yapıyor musunuz diye soruyordu. Bu yaşıma geldim bu vefalı insan kadar memleketini ve arkadaşlarını seven insana az rastlıyordum.
1972 yıllarında ilkokulu bitirip, Namık Kemal Ortaokulunda başlayan arkadaşlığımız, lise ikinci sınıfa kadar sürecek, ama arkadaşlığına doyamadığımız bu vefalı insanı, lise ikinci sınıfta arkadaşımızın nişanının yaptıktan sonra kaybedecektik. Babasının işi icabı, hep özlemle andığı memleketini bırakıp İstanbul’a göçecekti. Ne yazık ki bizleri yalnız bırakacak, onun yokluğuna alışamayacaktık. Çünkü o mütevazı bir insandı. Hele maddiyata hiç önem vermezdi. Güvenilir bir insandı. Hatta o ortaokul döneminde, gerek güzellikleriyle, gerekse hanımefendilikleri ile tüm öğrencilerin gözdesi olan Vildan ve Sultan Özbay arkadaşlarımızı evlerinden alıp, okula getirip, götürmek üzere ailelerince ona emanet ediliyordu. Emin insan, onların hem ağabeyleri, hem de hamileri oluyordu.
Ortaokul yılları çok güzel geçmişti. Dilber Terlemez adında bir Matematik öğretmenimiz vardı. İyi bir öğretmen, iyi bir insandı. Dilber öğretmenimiz bir gün Matematik dersinden yazılı yoklama sınavı yapıyordu. Bu gönlü bol insanla beraber oturuyorduk. Matematiğim süperdi. Yazılı yoklama başlar başlamaz önce bu gönlü bol insanın yazılı kâğıdını yapıyor, sonra kendi yazılı kâğıdındaki soruları cevaplıyordum. Bu durum Dilber Terlemez hocamızın dikkatinden kaçmıyor, gelip bu arkadaşımızın kâğıdına bakıyor, durumu anlıyor, ikimizi de sıfır veriyordu. Ama yılsonunda çok çalışarak ikimizde geçiyorduk.
Dedim ya askerde acemilik eğitimimizi İstanbul Kağıthane’ de yapmıştım. Güzelim memleketim Kırıkkale’den ve ailemden uzun süre ayrılmamış biri olarak, askerliğimin daha ilk günlerinde gurbetlik, hasretlik acısı yaşamaya başlamıştım. İlk haftayı özlemlerle geçirmiş hafta sonu sabah erken kalkmış, tel örgünün demir direğine yaslanmış, yoldan geçen sivil insanları hasretle seyrederken, tel örgünün diğer tarafında iki insanın bana baktığını fark ediyor, gözlerime inanamıyordum. Sabah sabah hayal mi, serap mı görüyorum diye gözlerimi ovuşturuyordum. Gördüğüm gerçekti. Kardeşim Osman’la, teyze oğlu Erol bölemi görüyordum. Ziyaretime gelmişlerdi. Hasretle, özlemle kucaklaşıyorduk, duygularımıza kilit vuramıyorduk ağlıyorduk.
Bu hasretlik uzun sürmemeliydi. Gurbete alışık değildik. Yaşadığımız dönemlerde Anadolu’nun kırsal kesimlerin insanları olarak, memleketinden uzun süre ayrılmamış biri olarak gurbete dayanamıyorduk. İşte bu gurbetliği, bu hasretliği Adnan arkadaşım bitirecek, askerliğimizi de birlikte yaptığımız liseden arkadaşım Cengiz Erkoç’la beni her hafta ziyaretimize gelecekti. Aman allahım insan bu kadar mı vefalı olurdu, insanın gönlü bu kadar mı zengin olurdu.
Ölüm Allahın emri, ayrılıklar olmasaydı. Ayrılıkların hepsi hüzünlüydü, hepsi kederliydi. Seyrine, gezmeye doyamadığım, karşılıksız sevdiğim, platonik aşk yaşadığım İstanbul’dan ayrılmanın zamanı gelmişti. Uzɑktɑn seviyorum seni İstanbul’um. Kokunu ɑlɑmɑdɑn, boynunɑ sɑrılɑmɑdɑn, yüzüne dokunɑmɑdɑn. Sɑdece seviyorum. İnsɑn sesini hiç duymɑdığı, kokusunu hissetmediği, gülüp eğlenmediği, sɑrılıp öpemediği birini bu denli çok düşünür mü? Kɑrşılıksız sevgi benimkisi, sɑnɑ plɑtonik bɑğımlı bir serseriyim, Sen ise benden hɑbersiz mɑsum bir meleksin İstanbul’um.
Metanetli olmaya çalışıyordum. Bu vefalı insana gerek maddi, gerek manevi, iki gününü bana ayırdığı için çok müteşekkirim. Kucaklaşıyorduk. Allah bilir bir daha görüşebilir miydik bilemiyordum. Feribotun acı acı öten kornası olmasa bile hızlı tren çok sevdiğim İstanbul’dan ve arkadaşımdan hızlı bir şekilde ayırıyordu. Camdan baktığımda sevdiklerim artık yoktu. Duygularıma kilit vurmanın anlamı kalmıyordu. Bolunun dağlarından geçerken dışarıda yağan yağmurun damlaları ile gözümden akan göz yaşı damlalar birbirine karışıyordu.
13.09.2017 Ömer KILIÇ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.