- 581 Okunma
- 0 Yorum
- 3 Beğeni
SUÇ MAKİNESİ
SUÇ MAKİNESİ
İlkbahar kır çiçekleriyle süslenmiş, rengârenk kelebeklerle bezenmiş gelinliğini erken çıkardı. Hemen meyveye durdu ağaçlar. Güneş bir başka yakıyordu. Gecikeceği umulan yaz erken gelmişti. Bir gariplik vardı mevsimlerin akışında.
Mayıs, son günlerini ölüm döşeğindeki hasta gibi umutsuz yaşarken, insanları yakmak, bitkileri susuzluktan kurutmak için iştahı kabarmış sıcak Haziran, Azrail gibi kapıdan hızlıca sokuluyordu.
Toros Dağlarının eteğine kurulmuş şirin ilçenin ücra mahallesindeki küçük ortaokulda öğretmenler okula gelen öğrencileri sınıfta tutmak için çırpınıyordu. Sıcağı bahane ederek sınıftan dışarı çıkmak isteyen öğrenciler, bahçeye çıkınca da çarşıya kaçmanın yollarını arıyorlardı.
Kimi ortaokuldan mezun olmuş kimi de liseyi terk etmiş işsiz güçsüz ama altına bir şekilde motosiklet almış gençler, okulun çevresinde dolanıyor, daha çocuk olan sekizinci sınıf kız öğrencileri tavlamaya çalışıyorlardı. Okul müdürü ve öğretmenler, kendi çocukları gibi sahiplendikleri kızlarını korumak için dışarıdan gelen başıboş gençlere hemen müdahale ediyorlar, gerektiğinde emniyeti çağırıyorlardı. Gençler bu sayede okulun çevresinden uzaklaşıyorlardı.
Ne yazık ki; gençlerin kendi etraflarında pervane olduğunu gören kimi kız öğrenciler, geleceklerini düşünmeden belki ilk kez duydukları aşk sözcüklerine inanıp belki de motosikletlerin rüzgârına kapılıp bu avare gençlere şuursuzca umut veriyorlardı.
Okulun son haftasıydı. Tüm öğrenciler yaz tatili havasına çoktan girmişlerdi. Aralarında Gülbeyaz yoktu. Son hafta okula gelmemişti. Bir haber yayılıyordu kulaktan kulağa fısır fısır. ” Ummadık taş baş yarar.” derler ya kendi halinde, içine kapanık, başarı düzeyi orta seviyelerde olan Gülbeyaz, bu gençlerden biriyle kaçmıştı. Haberi duyan öğretmenler şaşkındı. Hiçbiri Gülbeyaz’dan böyle bir şey beklemiyorlardı.
Gülbeyaz birkaç yıl önce annesini kaybetmişti. Babası, üç çocuklu bir kadınla evlenmişti. Analık hem ev işlerini hem de çocuklarının bakımını Gülbeyaz’ın üzerine yıkmıştı. Analık elinde inim inim inleyen Gülbeyaz, durumu babasına anlatmış ama babası hiç oralı olmamıştı. Yaşadığı hayat canına tak eden Gülbeyaz, “Bu fırsatı değerlendirmeliyim.” düşüncesiyle önüne çıkan ve kendisine sevdiğini söyleyen bir gençle kaçmıştı. Aileler durumdan şikâyetçi olmayınca Gülbeyaz, ülkemizin kanayan yarası “çocuk gelinler” grubuna katılmış oldu.
Gülbeyaz, evliliğin daha birinci yılı dolmadan anne oldu. Yoksulluktan dolayı zaten sarsılan evlilik çocuğun masraflarıyla birlikte hiç yürümez oldu. Aklı fikri motosikletle gezmekte olan bir gençle evlenen Gülbeyaz, umduğu mutluluğu bulamadı. Gül gibi yanakları soldu. Süt beyazı teni kestane gibi esmerleşti. Sanki on altı yaşında bir gelin değil de elli yaşını aşmış çileli bir kadını andırıyordu yorgun gözleri. Sorumsuz bir babayla parasız pulsuz nereye kadar yaşanabilirdi ki... Yaşları küçük olduğu için resmi nikahları kıyılmamıştı. Bu yüzden kolayca boşandılar.
Gülbeyaz, adını “Cenk” koyduğu yavrusunu yetiştirme yurduna vermek istemedi. Analık yüzünden babasının evine de gidemedi. Kayın babası da sahip çıkmadı. Oğlu Cenk ile birlikte ortada kaldı. Mahalle muhtarının girişimleri sonucu kaymakamlık, belediye gibi kurumların destekleriyle küçük bir ev kiralandı. Sosyal kurumlarının verdiği yardımlar ile komşularının verdiği fitre, zekât ve gıda yardımlarıyla hayatını sürdürmeye başladı. Arada kendisi de iş bulursa çalışıyordu. Gülbeyaz için yaşamak oldukça zordu. Ayrıldığı kocası ise başka dünyalara yelken açmıştı. Hayırsız baba, yasal boşluktan yararlanıp nafaka vermediği gibi çocuğunu görmeye bile gelmiyordu.
Yaşadığı zor şartlardan dolayı psikolojisi bozulan Gülbeyaz, ara sıra sinirlerine engel olamayıp Cenk’e şiddet uyguluyordu. Sonra da yaptıklarına üzülüp saatlerce ağlıyordu.
Baba, dede, nine sevgisinden mahrum kalan, annesinin olumsuz davranışlarına anlam veremeyen Cenk, okul çağına geldi. Gülbeyaz, Cenk’in okul ihtiyaçlarını karşılayarak heyecanla çocuğunu okula kayıt yaptırdı. Kendi yaptığı hatayı Cenk’in yapmasını istemiyordu. Okul yönetiminden Cenk’in iyi bir öğretmende ve sınıfta okumasını talep etti.
Birinci sınıflar, diğer sınıflardan bir hafta önce okula başladı. Bütün öğrencilerin anne ve babalarıyla okula geldiğini gören Cenk, kendi babasını da yanında görmek istedi. Ancak babasını tanımıyordu bile. Arkadaşlarına bakıp imrenen Cenk, babasızlığın acısını daha derinden hissetmişti. Bu yaşta omuzlarına binen özlem, yoksulluk, parçalanmış aile yükünü çekmek zorunda kalan Cenk, daha ilk gün okuldan nefret etti. Bu nefretini arkadaşlarına zarar vererek göstermeye başladı.
Cenk, öğretmeni ve arkadaşlarına sürekli sorun çıkarınca bir süre sonra annesi Gülbeyaz’dan başka kimsenin ilgilenmediği sevimsiz, nefret edilir, kötü bir çocuk durumuna düştü. Bu durum Cenk’in hiç umurunda değildi.
Yaşı ve sınıfı büyüdükçe Cenk’in olumsuz davranışları arttı. Herkesle kavga ediyordu. Okulun sıralarını, banklarını çiziyordu. Arkadaşlarının eşyalarını izinsiz karıştırıyordu. Kiminin yiyeceklerini zorla elinden alıyordu. Yediği her şeyin kabuğunu bahçeye atıyordu. Arada sırada aldığı link, soda, meyve suyu şişelerini tuvaletin deliklerine atıp tıkamaya çalışıyordu. Çiçekleri yoluyordu. Koridorda kayıyordu. Merdivenleri atlayarak iniyor her hareketi tehlike içeriyordu. Dersleri dinlemiyordu. Öğrenmek için hiçbir gayret göstermiyordu. Öğretmenlerinin iyi niyetli uyarılarına uymuyordu. Verilen cezalara hiç aldırmıyordu. Öğretmenleri canından bezdiren, okul idaresini çileden çıkaran kural tanımaz bir çocuk oldu.
Her şey dursa bile zaman hiç durmuyordu. Yıllar su gibi akıp geçti. Sınıfta bırakma olmadığı için Cenk de ortaokulu bitirdi. Öğretmenler, başlarını belaya sokmadan Cenk’ten kurtuldukları için derin bir oh çektiler. Sınavlarda başarısız olan Cenk’i, öğretmenlerin tavsiyesi ile annesi meslek lisesine kayıt yaptırdı. Cenk lisede tutunamadı. Okul idaresi henüz ilk bir ay içinde Cenk’i birkaç olumsuz davranışından dolayı okuldan uzaklaştırdı. Boşta kalan Cenk aylak aylak gezen bir delikanlı oldu. Artık annesini de takmıyordu. Sokaklarda başıboş geze geze öğrenmediği zararlı alışkanlık kalmadı.
Yaşadığı hayata öfkelenen Cenk, hıncını insanlardan çıkarmaya çalıştıkça başı polisle belaya girdi. Çocukken idare edilen olumsuz davranışları, büyüyünce mahkeme sebebi oldu. Neredeyse her gün karakola düşüyordu. Polisler, Cenk’i bir suç makinesi görür olmuştu.
Cenk, sonunda işlediği yüz kızartıcı bir suç nedeniyle hapse girdi. Hapishane çok zor bir yerdi. Kalabalık koğuşlarda, her türlü suçlu arasında iyice ezildi. Her fırsatta dayak yedi. Dışarıda kıymetini bilmediği günler içeride geçmek bilmiyordu. Sabahlara kadar gözlerine uyku girmiyordu. Derin düşüncelere dalıyordu. Yaşadığı olayları sorguluyor, “Ne büyük hatalar yapmışım! Özgürlük ne güzelmiş!” diyerek kendine kızıyordu. Yaşadıklarını düşündükçe, dışarıya çıktığında bambaşka bir insan olmaya karar verdi.
Cenk, cezasını tamamlayıp dışarıya çıktı. Hapishane kapısından sokağa adımı atar atmaz derin derin soludu. “Bir daha bu kapıdan içeri girmek mi asla!” düşüncesiyle ardına bile bakmadan hayattaki tek seveni ve tek dayanağı olan annesine koştu. Annesinin ellerine sevinç gözyaşlarıyla sarılırken bin bir özrü birden diledi. Çok değiştiğini hemen bir iş bulup çalışacağını iyi bir insan olacağını söyledi. Gülbeyaz, oğlunun gözlerindeki pişmanlığı ve yeni bir yaşam mücadelesi isteğini görünce çok sevindi.
Cenk, yeni hayatı için ümitle iş aramaya çıktı. Kime, nereye başvursa hangi okulu bitirdiği soruluyordu. Cenk utancından okuldan atıldığını söyleyemiyordu. Hele hapishaneden çıktığını, zamanında birçok suç işlediğini hiç söylemek istemiyordu. Ama iyi insan olmaya karar vermişti. Kesinlikle yalan söylemeyecekti. Doğruyu söyledikçe kimse Cenk’e güvenip iş vermedi. Umutları kırıldı. Üzüldü. “Hapiste yatan insanları herkes ne kadar kötü bellemiş. Ben bu kötü insan sıfatından nasıl kurtulacağım.” diye kara kara düşündü. Yine de hep son bir umut diye diye iş aramaya devam etti. Bir yandan da mahallede yıllardır ektiği kötülük tohumlarını daha fazla yeşermeden kökünden kazımaya çalışıyordu. Komşularının şahit olduğu tüm olumsuzlukları tek tek siliyordu. Cenk’in yeni kazanmaya başladığı güzel davranışlar, iyi bir insan olduğu imajı çevrede yayılmaya başlamıştı.
“Arayan Mevla’sını da belasını da bulur.” demişler. Sonunda Cenk’i anlayan, ona güvenen bir iş yeri sahibi çıktı. Cenk’e iş verdi. Nasihat etmeyi de unutmadı. “Sen sen ol evlat! Hayatta ekmek yediğin sofraya bıçak sokma. Her ne şartta olursa olsun ailene sırtını dönme. Hele hele vatanına, milletine ve sevdiklerine asla ihanet etme! Nasihatleri can kulağı ile dinleyen Cenk için yeni bir hayat başladı.
Cenk, kısa zamanda geçmişini silerek, gösterdiği güzel davranışlarla kendini herkese sevdirmeyi başardı. O belalı, suç makinesi insan gitmiş yerine herkesin iyiliği için uğraşan, herkesin yardımına koşan bir insan gelmişti. İyi insan olmanın verdiği huzurla artık çok mutluydu. Her gördüğü çocuğa şu sözü söylüyordu.
“Hayatı yaşayarak öğrenmek hayallerimizi, kıymetli zamanımızı kısaca çok şey kaybettiriyor bizlere. Büyüklerimizin öğütlerine kulak asmalıyız. Onların tecrübelerinden yararlanmalıyız. Böylece hiç zaman kaybetmeden okumanın önemini, özgürlüğün kıymetini başımıza türlü belalar gelmeden önce öğrenmiş oluruz. Tedbirlerimizi ona göre alırız. Genellikle bizlere öğüt veren insanlara, “Akıl verme para ver!” der ve onları sevmeyiz. Lakin çok yanlış yaparız. Herkesi sevmeliyiz. Büyüklerimizin ve öğretmenlerimizin sözlerini mutlaka dinlemeliyiz. Çünkü onlar hep bizim iyiliğimizi isterler.”
İsmail SAĞIR
Eğitimci şair yazar
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.