- 455 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Çizgilere Basmadan Yürüyenler 2. Bölüm
Basit hayatların daha anlamlı olduğunu düşündüm her zaman. Çünkü az bilinen şey değerlidir. İnsanların bizlere çok çok büyük gelen başarı hikâyelerinin benim penceremden bakınca pek bir manası yoktur. En azından ben böyle görüyorum. Benim hayatım kendimce anlamlı. Şimdi düşününce hiç tanımadığım birine mektup yazmanın anlamını çok daha iyi anlıyorum. Bu mektup yazma işi öylece aklıma geldi. Telefonla mesajlaşmak çok kolay. Kolay olan şeyler güzel değildir diye düşünmüyorum ama mektup yazmak emek istiyor ya işte o emek her şeyi daha anlamlı yapıyor. Sil tuşuna basma şansınız yok. Her şeyi olduğu gibi tertemiz yazmanız lazım.
Mektup arkadaşlığı için kafadan bir adres uydurmuştum. Tek yaptığım bu oldu. Düşündüğüm şeylerden bahsettim. İçinde bulunduğum durgunluktan ve kendini yalnız hissetmenin nasıl zor bir şey olduğunun arkasına saklanarak yazmaya başladım. Özürlerle dolu bir mektup yazdım hiç tanımadığım birine. İçimi döktüm. Bir ormanda bağırmak gibiydi. Kimse beni duymuyordu ve ben içimde ne varsa haykırıyordum.
Bir hafta cevap alamadım. Kafadan salladığım adresin bulunamadığını falan düşündüm. Ya da postacı öylece bir kutuya mektubumu bırakıp gitmiştir diye düşündüm. Onuncu gün mektubuma cevap gelmişti. Bayramlığını yastığının altında saklayanlar bilir o heyecanı. Ya da çocukken aldığın hatırı sayılır harçlığın verdiği coşkunluğu. İşte öyle bir sevinç, öyle bir coşkunluk sardı her yanımı.
Mektubu büyük bir heyecanla açtım ve okumaya başladım.
‘’ Kırmızı Telefon Kulübesi
Bir mektup buldu eşiğin altında kimden geldiği ya da adresi belli olmayan... Ve o mektupta bir kart postal, İstanbul’un büyülü siluetini anlatan... Aynı zamanda bir de randevu saati yazan...
Büyülendi çocuk. Ve hemen ardından dışarıya çıktı, rutubet kokan odasından. Çokta heyecanlıydı, dükkânların camlarından, gülümseyen aksine bakıyordu çekingen. Hafifte bir yağmur tutturmuştu, yarı ıslak yarı kuru gidiyordu adrese, neresi olduğu tam olarak belli olmayan.
İçi öyle coşkuluydu ki; adeta mutlu bir çocuktu, bitmeyen neşesiyle oyunlar oynayan.
Yine oydu anne karnında içkiye ve sigaraya başlayan.
Yoksa onu erkenden terk eden annesi miydi kart postalı atan, ama yine oydu anne sütü içemeyen.
Sokaklar mı uzuyordu, yoksa yollar mı yokuşa bağlanmıştı? Çünkü yol bir dumandı onun için bitmeyen.
Oysa ömrü biter demişlerdi onun için azraildi sanki ona sürekli yanı başından el sallayan.
Ama vakit geldi ve sokağı dönünce varmış oldu adrese, kart postalda yazan. Bir anda yüzüydü gerilen; yoksa bu kötü bir şaka mıydı? Sonra düşündü; yoktu ki ona şaka yapabilecek kadar onu seven ya da tanıyan.
Bekledi bahtı kara çocuk, ne gelen oldu ne de giden. Yağmur da iyice bastırmıştı, şimdi kuru olan yerleri de ıslanmıştı. Hafifte üşümemi ne almıştı cılız bedenini, yoksa kandırılmış olmak mı üşütüyordu savunmasız bedenini.
Nede olsa gelişi erkendi dünyaya bedeninin ve bu belli olurdu ellerinden ve de yüzünden.
Umudunu kaybetmiş tam gidiyordu ki yerde sırılsıklam ilişti gözleri bir kâğıt parçasına ve yaklaşınca anladıki bir mektuptu bu kâğıt parçası. Ve hemen açtı (açmakta denmezdi kadifemsi dokunuşlarla; sanki umuda dokunuyormuş gibiydi) mektubu. Şimdi emindi heyecandan titriyordu ve kart postalda yazan akmış yazıları anlamaya çalışıyordu.
İki gün sonrayı seçmişti kart postalı yollayan, sadece iki gün beklemekti yapması gereken.
Bekledi de...
Ve yine süslendi kart postal, büyülü resmiyle İstanbul’un, öylece verilen yer de ve zamanda bekledi çocuk.
Beklerken hayaller kuruyordu içinden. Belki bir kızdı bu kart postalları yollayan ya da herhangi biri onu seven... İçi doluydu ve dertleri vardı okyanuslar gibi tükenmeyen. Ona kalsa kalem yapardı ormanlardan ve mürekkep tabi ki denizlerden. Derdi işte öyle çoktu, yani; yalnızdı ve de çirkin...
İşte tam da o anda bir telefonda sesi duydu o ana kadar orada olduğunu görmediği telefon kulübesinden. Ürktü tabi ki biraz ve yine oydu birileri var mı diye sağa sola bakınan.
Yoktu da.
İyice ürkmüştü ama karar vermişti açacaktı o telefonu.
Açtı da.
’Alo’ diyebildi telefondaki ses.
Ve ’Merhaba’ dedi çocuk.
Sonrası sanki hiç var olmamış bir şeydi, yani boşluk gibi bir şey, belki de ölüm gibi bir şey, yani; düşmüştü telefonun sesi, uçurumlardan ve yine o sesti dipsiz kuyularda yankılanan. Dıdıt dıdıt dıdıt ...
Bu defa yağmur yağmıyordu etraf çok sakindi hüzünlenmedi bahtı kara çocuk ve bekledi çalar diye telefon tekrardan.
Çalmadı...
Öylece evinin yolunu tuttu çocuk. Ve günlerce umutla beklemeyi seçti. Ama ne kart postal geldi ne de telefon bir yerlerden. O da karar verdi; tek çözüm bir parça ipteydi. Ve öylede yaptı.
Ölüm ürkütmüştü ruhunu ve tavana asılıydı bedeni.
Yerde bir mektup vardı, bir de tarih yazıyordu yine iki gün sonrayı yazan. Ve yine bir kart postal İstanbul’un silüeti ile süslenen, çocuğun evinden yine çocuğun evine yollanan.
Tıpkı küvezde kalbi atan bir bebeğin kalbi gibi
Ve açık bir telefon ahizesi o kalp sesiyle senkronize dıdıt dıdıt diye yankı yapan.’’
Mektubu bitirdiğimde istemsizce gözlerimin dolduğunu hissettim. Boş gözlerle mektuba bakıyordum. Ben daha çok beni polise şikayet etmekten bahsedilen bir mektup alacağımı düşünüyordum. Böylesi bir şey asla tahayyül dahi etmemiştim.
Mektubuma cevap veren kimse beni kalbimden vurmuştu. Yazdığı şey ve anlattığı o talihsiz çocuğa o kadar üzülmüştüm ki tesiri çok uzun sürmüştü.
Günlerce ne yazmam gerektiği konusunda düşündüm. Karşımdaki mektup arkadaşım her kimse bana böylesi bir hikâye yazmak istemişti.
Sonra ben kafadan salladığım adresteki arkadaşıma bir mektup daha yazmaya karar verdim. Bu defa ben de onun yazdığı gibi bir şeyler yazmak istiyordum.
‘’Krımzı Telefon Kulübesinin Karşısındaki Kafede Çay İçen Çocuk
Cılızdı bedeni çocuğun boynundaki ip gibi. Bedeni ağır değildi belki ama dertleri ağırdı. Taşıyamadı ip bunları ve koptu apansız.
Yağmuru ıslanmak sananlara bakacak gözlerin çocuk, belki de duvarlarına çiviler çakacaklar boyaları dökük evinin. Ama inan çocuk, tablodaki silueti anlamayacaklar ve toprak kokmayacaklar.
Sen de naftalinle yaşadıklarını. Sar sarmala tüm anılarını. Kokusunu bile zaman sonra arayacaksın anıların.
Hadi kalk ayağıya çocuk. Ölmekte neymiş.
Belki annen sen uyurken her gece seni öpüp kokluyordur. Gerçeklik neki çocuk? Ruhunun derinliklerinde hissettiğindir. Yalnız değilsin sen çocuk. İntiharı bir daha düşünme.
Şarkılar tespih edecek anılarını, zihnin bir peygamberin edasıyla anlatacak anne sevmek dinini. Ne kadar sevsen de varlığını, belki onurum inkâr edecek. Sonun aşk, sonun cennet…
Zaman sanığı olsun işlediğin cinayetin ve Nietzsche şahidimiz, çocuk.
Emin ol çocuk, kimse sana şarkıda çalmayacak, şiir de yazmayacak.
Anla çocuk, nadasa bırakıldı sevmeler.
Zaman, kavramını yok etti anılarda.
Şimdi ben ellerimle katlıyorum sevdalarımı, katıksız bir çocuk hevesi gözlerimde.
Uçak vurgun ...
Ellerim kirliymiş kimin umurunda, üzerim kir pas, kazıyorum sayfalara,
Ama o kadar habersizim ki aşk öldürüyor beni bir şeker kırmızısında.
Anlamları süzüyorum kelimeler de, umutlarımın gökyüzünde,
Ve yan mahallenin taş atıp kaçan yaramaz çocuğu olup çıkıyor hayat birden,
Gölgeler çakılıyor geleceğimin en delikanlı sevdalarına.
Anlaman için gerçekten yaşaman lazım çocuk, ben mananın belini bükmüş bir bilgeyim, kendini tamamlaman için okuman değil acı çekmen gerekir çocuk, ben payıma düşen acıyı çektim..
Şimdi bütün anmalar bir özlemin içerisinde.
Şimdi bütün özlemler bir ruhun gizli dehlizinde.
Ve kaçmak için bir göz karası bekliyorlar umutla.
Yalnızlığa müebbet yemiş bir adamın içinde.
Anlıyor musun çocuk! Fazla derine inmeye, süslü sözlere gerek yok, ben de özlüyorum!
Suskunluğum unutmuşluğumdan değil,
Ben dudaklarıma dövüyorum bütün gidenlerimi.
Sen de öyle yap çocuk.
Hadi kalk ve haykır içinde ne varsa. İçini dök sayfalara.
İşte böyle buyurdu zerdüş.’’
Mektubumu işte böylece, içimden geldiği gibi yazmıştım Bir çocuğun en değerli oyuncağına dokunuşu gibi onu katlamış ve zarfa koymuştum. Koşar adım postaneye gitmiştim. Ve gelecek mektubu beklemeye başlamıştım.
Zihnimi meşgul eden bu anılarla geçirdiğim zaman yolun yarısına geldiğimi gösteriyordu. Çünkü tüm bunları düşünürken on iki bin adım atmıştım. İntihar etmeye her adımda yaklaşıyordum. Kuşumla bakıştım. O da olup bitenin farkındaydı bence. Bana bakıyordu. Hafif buğulandı gözlerim. Daha onunla geçireceğim 2.5-3 saatim vardı.
Kimsenin benimle konuşmayacağına iyice inanmaya başladım. İçimde var olan umut iyice yok olmaya başladı. İntiharıma yürüyordum ve iyice umutsuzluğa kapılmaya başladım. Oksijenim azalıyordu ve boğulacak gibi oluyordum. Birinin benimle konuşmasını ne çok isterdim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.