- 603 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ÖLÜM ORUÇLARI VE PİRUS ZAFERİ
Dün gece Ebru Timtik’in ölümüyle birlikte sosyal medyanın ve daha çok sorumsuz siyasetçilerin etkisiyle DHKP-C terör örgütünün yeniden uygulamaya koyduğu zulüm enstrümanı ölüm oruçları ülke gündemini yine meşgul etmeye başladı.
Yeniden diyorum çünkü bu eylem tarzı konunun meraklıları için sadece tarihin tekerrüründen ibaret.
Zira DHKP-C, TKP(ML) ve TKİP “Tarihe yeni, onurlu sayfalar eklemeye devam edeceğiz. Bu inançla ve kararlılıkla, işbirlikçi uşak iktidarın hücre tipi hapishaneler temelinde tüm halka yönelik sürdürdüğü politik saldırıya karşı 20 Ekim tarihinden itibaren, belli bir süreden sonra Ölüm Orucu eylemine dönüştüreceğimiz, Süresiz Açlık Grevi direnişimize başlıyoruz.” diyerek 20 Ekim 2000 tarihinde eyleme başladıklarını açıklamışlar, eylemin 30. gününde de (30 Kasım 2000) "Daha önce kamuoyuna ilan ettiğimiz taleplerimiz karşılanmadığı için, 19 Kasım 2000 tarihinden itibaren ÖLÜM ORUCU eylemine dönüştürdük.” diyerek eylemin adını deklare etmişlerdi.
Üç örgütün yayınladığı 9 maddelik talep listesinin ilk sırasında “Yapımı süren F tipi hücre hapishanelerinin kapatılması” vardı.
Cezaevi şartları ve tecrit iddiası elbette işin maskesiydi. F Tipi diye tabir edilen yüksek güvenlikli ve tek kişilik odalardan ibaret cezaevleri açılmadan önce DHKP-C terör örgütü cezaevlerinde istediği gibi örgütlenebiliyordu. Öyle ki örgüt kendi mensuplarına cezaevinde tecrit uygulayabiliyordu. Ha keza pek çok eylem talimatı cezaevinden veriliyordu. Mesela Sabancı suikastının talimatı Bayrampaşa Cezaevi’nde bulunan Ercan Kartal tarafından verilmişti.
Örgütün asıl istediği iletişimin tamamen kesildiği F Tipi cezaevlerinin kapatılarak, militanlarının yeniden koğuş sisteminin uygulandığı cezaevlerine nakledilmesiydi. Kısaca örgütü yine cezaevlerinden yönetmek istiyorlardı.
Eylemin zamanlaması konusunda şerh koyan diğer bazı sol örgütler ölüm orucu eylemine iştirak etmediler, bir müddet sonra katılanlar olsa da DHKP-C dışındaki tüm örgütler zaman içerisinde eylemi sonlandırdılar.
Ancak TECRİTİ KALDIRIN sloganıyla gizlenen bu asıl amaç uğruna 20 Ekim 2000 tarihinde ölüm orucu eylemlerine başlayan DHKP-C, 21 Ocak 2007 tarihinde Adalet Bakanlığının yayınladığı bir genelgeden sonra ölüm orucu eylemlerini bitirdiğini duyurdu.
Bu süreç örgüt medyasında ve o dönemde internet üzerinden yayın yapan Halkın Sesi TV’de bir zafer olarak adlandırılarak ajitasyon konuşmaları yapıldı, zafer yazıları yazıldı. Oysa gerçek hiç de öyle değildi.
O dönemde bu süreci PİRUS ZAFERİ olarak adlandıranlar hiç de az değildi.
Pirus, Kuzey Yunanistan ve Arnavutluk toprakları üzerinde yaşayan İLLİRLER adlı devletin kralıdır. Büyük İskender’in akrabası olduğu da söylenen Pirus öylesine hırslıdır ki, Büyük Roma İmparatorluğu’na savaş açmaktan çekinmez. M.Ö 280 yılında İtalya’yı fethe çıkan Pirus büyük bir orduyla İtalya yarım adasına geçer ve faaliyetlerine başlar. Derken bir gün Roma ordusuyla karşılaşır. Öylesine kanlı çarpışmalar yaşanır ki Romalılar ve İllir Kralı Pirus o kocaman ordularını kaybederler. Kazanan Pirus’tur ancak bütün ordusunu da kaybetmiştir. Pirus tanrısına “Tanrım bir daha böyle zaferler bağışlama” diyerek yakarır. O günden sonra böylesi zaferlere literatürde Pirus Zaferi denilir.
Evet aklı başında insanlar bu sürece PİRUS ZAFERİ diyordu. Zira bu yedi yıllık süreçte cezaevlerinde tam 122 DHKP-C militanı ölmüş, 500’ü aşkın militan da sakat kalmıştı.
Örgütü tanımayanlar ölüm orucu ile ilgili sağlıklı değerlendirme yapamazlar. Zannediliyor ki militanlar o kızıl baş bandını bağlayıp, örgüte olan sadakatlerinden dolayı kendi istekleriyle ölüm orucuna yatıyorlar.
Kazın ayağı öyle değil. Ölüm orucu eylemine katılacak militanlar örgüt tarafından belirlenir ve örgütün kararına karşı koymak gibi bir ihtimal söz konusu dahi olamaz.
Çetin DÖNMEZ ismi çoğu insan için bir şey ifade etmese de DHKP-C terör örgütünü yakından takip edenler için oldukça tanıdık gelir kulağa. Çetin DÖNMEZ, 15 Aralık 2000 tarihinde eyleme başlayan üçüncü ölüm orucu ekibinde yer alıyordu.
Ancak sonradan eylemi bıraktığı için örgütü tarafından hain ilan edilmişti. Aynı Çetin DÖNMEZ 2003 yılında Ahmet Necdet SEZER tarafından affedilerek özgürlüğüne kavuşmuştu.
Örgütün hain ilan ettiği Çetin DÖNMEZ kendine yeni bir hayat kurmuştu. Ancak, melanet onun peşini bir türlü bırakmadı. 18 Ekim 2001 tarihinde Şişli’ de yer tartışmasına giriştiği seyyar satıcılar tarafından bıçakla yaralandı ve yaşam mücadelesini tam beş gün sonra kaybetti. DHKP-C terör örgütü aptalca bir strateji yüzünden tam 122 “yoldaşını” ölüme gönderirken, Çetin yaşam hakkının kutsallığına inandığı için bıraktı eylemi. Ve ölümüyle dahi bir duruş sergiledi. Çünkü organlarını bağışlayarak, beş kişiye medet oldu.
Buraya kadar her şey bir adli haber gibi görünse de, şimdi yazacaklarım fotoğrafın zihninizde netleşmesini sağlayacaktır. Çetin DÖNMEZ’ in ailesi, evlatlarını Armutlu Cem Evinden uğurlamak istiyorlardı son yolculuğuna. Ancak, örgüt buna izin vermedi. Çünkü onlara göre Çetin bir haindi. Yıllardır topluma ölüm orucu eylemcilerinin özgür iradeleri ile bu eyleme katıldıklarını anlatan DHKP-C böylece suçüstü yakalanmış oluyordu. Çetin DÖNMEZ olayı münferit değildi. Yine aynı dönemde Mustafa Tosun isimli militan da ölüm orucu eylemini bırakmak istediği için cezalandırılanlar arasıydı. Örgüt bununla yetinmemiş Mustafa Tosun’un ailesini de cezalandırmıştı.
Bu süreçte ölüm orucuna yatanların tıbbi yardım alması yine örgüt tarafından yasaklanır, engellenir. Durumu kötüye gittiği için tahliye edilen örgüt mensuplarının ailelerinin yanına dönmeleri mümkün değildir. Örgüt tarafından belirlenen evlere çıkarılırlar ve ölene kadar da aynı şekilde tecritte tutulurlar.
Süreç o kadar benzer işliyor ki; tıpkı o yıllarda da şimdi olduğu gibi kendine aydın, gazeteci, yazar, sanatçı vb. diyen güruh insanları göz göre göre ölüme yollayan örgüte tek kelime etmezken, insan hakları ve yaşam hakkı gibi evrensel değerlerin ardına sığınarak devlete veryansın ediyorlardı. Bu koroda kimler yoktu ki; Ahmet Hakan’ından Mehmet Bekaroğlu’na, Müslüman Avukatlar oluşumundan, çağdaş hukukçulara liste uzayıp gidiyordu.
Hatta bu güruh ölüm orucunun son eylemcisi, örgütün avukatı Behiç Aşçı’nın eylem yaptığı evi adeta türbeye çevirmişlerdi.
Örgütün o dönemde zafer olarak bahsettiği Adalet Bakanlığı genelgesi “Görüş saatlerinin artırılması, havalandırmaların büyütülmesi vb.” gibi küçük değişiklikler içeriyordu.
Yani örgüt 122 militanının ölümüyle sonuçlanan süreçten işte bu zaferlerle (!) çıkmıştı.
Örgüte ve sol cenaha göre bu eylem meşru ve hatta onurlu bir direniş hareketi olarak görülebilir. Ancak madalyonun bir de öbür yüzü var.
Acaba bu bir direniş mi yoksa tasfiye miydi?
Devlet tüm gücüyle yüklense dahi DHKP-C gibi karmaşık bir örgütün 122 militanını yedi yılda öldürüp gömemezdi.
Aynı soru şimdi de sorulabilir; direniş mi, tasfiye mi?
YORUMLAR
Yaşamak gibi bir nimeti her ne sebeple teperse tepsin kişi yazık etmiş olur. Sadece kendine değil.Hem sevdiklerine hem sevenlerine hemde bu haberi duyacak olanlara.
Şahsen İnancıma bile ters bu hareketin gönüllü gönülsüz ölüm adaylarına içten içe üzülüyorum. Öl diyen yaşıyorsa ortada bir salaklık zaten vardır.
Tasfiye olduğu kanaatinde de değilim. Varlık gösteremeyenlerin Biz varız demek için tuttuğu kendinden başkalarına zararlı bir yol. Zira ideolojiler mensuplarını sarf malzemesi olarak görürler. Adı şeriat bile olsa Neticesi ahmaklıktır. Ahmaklık hakaret olsun diye yazılmadı.
Rahmet de dilenmez ki rahmet dileyeyim. Allah bildiği gibi yapsın.
yeğinadnan tarafından 8/28/2020 6:54:11 PM zamanında düzenlenmiştir.