- 970 Okunma
- 1 Yorum
- 8 Beğeni
ANLAM KIVRILMIŞ UZANIYORDU KAPININ ÖNÜNDE, SESSİZCE
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Donmuştum, düşüncelerim, cümlelerim donmuştu, olduğum yerde duruyordum gri bir kıyıda ve duyuyordum geçip gidenlerin seslerini. Boğuk ve anlamsız sesler çıkarıyorlardı. Hangi dili konuştuklarını, neyden bahsettiklerini bilmiyordum. Yoktum aralarında. Yoktum. Hiç olmayacaktım. Anlamıştım, korkunç bir anlamaktı bu: Dünya, yaşam ve zaman bize yetmeyecek.
İlerledim. Ruhumu az ileriye taşıdım. Birkaç adım öteden durup kendime baktım; kaygı ve kederi düşünceye dönüştürerek kurtulmaya çalışan bir adam gördüm kendimde. Zaman denen o sonsuz kumaş parçasını yıkamaya çalışıyordu. Elden kayıp gidiyordu kumaş. Bir taraf temizlenirken diğer taraf yeniden kirleniyordu. Asla tam olarak temizlenmiyordu zaman.
Zaman asla tam olarak temizlenmeyecekti.
Zaman, kahkahalar atan o şımarık tanrı…
Dünyadaki en hakiki yoldaş olan ıstırabın sesi geliyordu uzaktan ve gittikçe yaklaşarak… Kulaklarımı susturdum. Suyun yaşama sevincini hatırlatan büyülü sesine doğru yürüdüm. Böyle anlarda susmak ekonomik olarak masrafsız, yürümek ise siyasi görüştür. Eski bir çeşmeden boşluk akıyordu. Boşluk; tehlikenin idmanıdır. Oturdum, dinledim. İdman oldukça yorucuydu.
Tıka basa gerçeklikle doluydu yer gök.
Ortalıkta hiç hayal yoktu. Hiç.
Sonra gördüm ki kendimi yaşamaktan çok uzaklaşmışım. Bu beden, bu burkulmuş sahne ve bu çarpılmış hisler kime ait? Özgür müydüm? Özgür değildim, özgür olamayacağım. Çünkü özgürlük olanaksızdır. Her şey; acemi kelimelerin sıra dışı akınıydı. Bu dur durak bilmeyen akının ortasında “anlam”ı aradı gözlerim. Anlam, kıvrılmış uzanıyordu kapının önünde, sessizce.
Anlam; kronik uykucu...
Kurşuna dizilme ustası...
Gece, pazarı pazartesiye içsel bir tünelle bağlamıştı böylece. Güneşin ilk ışıklarıyla sona eriyordu sancı. Yeniden diğerlerinin arasına karışmak… Diğerlerinin… Sahtenin baş tacı edildiği… Gürültünün kusursuz mutluluğu mesaisine başlamıştı; zihni yoran korna sesleri, egzoz dumanı, kuşların yerini alan ve insanların içine kapatıldığı pahalı-çirkin binalar, plastik ağaçlar, öyküsüz kaldırımlar, ele geçirilmiş insanın tasarlanmış trajedisi… Varoluşu kuru bir yaprak gibi sığınak görevi gören bir kitabın arasında bırakıp çıkıyorum öpüşünce dudakların öldüğü yeni-dünya düzenine. Doğumundan ölümüne kadar insanların açlık, yoksulluk, gelecek ve güvenlik kaygısı duyduğu bir ülkede yaşamak çıkıyor karşıma, palyaço gibi. Orada mutsuzluk; kardeşimizdir.
Ah ne kötü bir şaka,
mutsuzluğun kardeşliği.
Sonra pas rengi bu kenti yüzüme sürüp henüz bozuluşa uğramamış yüksek bir tepede düş hakkımı kullanmaya gidiyorum. Düş hakkı; hislerin maskesizliği ile bipolar bozukluk arasındaki incecik çizgidir. Herkesin birbirine benzemek için çırpındığı ölü ışıklar bulvarında; bu korkunç sirke, yaşamın anlamsızlığına ve sonu gelmeyen baskılarına direnebilmek için, o ince çizgide, düşe yeni katılmış papatya kokulu bir duyguyu yukarı taşıyorum. Bunu her gün yapıyorum. Sonraki gün aşağıya düşürüldüğünü gördüğüm o duyguyu, her gün tekrar, o huzurlu yüksek tepeye taşıyorum içimde, Sisifos’un kayası gibi.
YORUMLAR
Dışarıya bakıyorum...sokaklar bomboş...havanın kafasına göre esip gürleyen bulutları...terkisinde ölgün kuşlar...yağmurun yıkanmaktan çekilen duyguları...rüzgarın bize nisbet yaparcasına veda histerisene yol açan dramı ve iki yana sarkan yorgun kollarımız...bu yerleşik...bu vefakãr...bu anaç hüzünlerimiz...
Başımı eğip, dilimi bağlıyorum...hakkımı birilerine teslim etmem gerekiyormuş gibi kocaman bir boşluk açıyorum dudağıma...adamın teki çenesiyle ağacı bile yıldırırken, bıçak ağzımı açmıyor...benim göz hakkım kendi ayaklarımın açtığı çukurmuş meğer...bazen balkondaki Sabri bey oluyorum bazen de saksıda solup kuruyan çiçek...kadınlar durum bildirilerinde renkten renge bürünürken, ekran başında sevgi patırcıklarıyla yarışırken, beynimi bu lüzumsuz large sektörden çıkarıp panik butonuna basarak ayağımdaki çukura gömüyorum bu fazlalıkları...
elimde uçan bir balon...beni dünyaya bırakabilir misin artık! diyorum...mermerden bir bulutmuş kalbim...prezınt tabıl bir duvara "çekiçle dövülmüş ve zımbalanmışım"...bilincimi bir kenara iterken boğazımı yamru yumru seslerle dolduruyorum...bir kadın 'ıspanağı bir de böyle deneyin tadına doyamayacaksınız!' diyor mutlu mesut...dünya yerinde durmuyor anlaşılan...hem cinslerim kendilerine ait bir yer edinmiş yadırgamayacakları...gel vatandaş gel! peynir ekmek gibi gidiyor yalnızlık imparatorluğu!
bu kadarım işte...haddinden fazla usulsüzlükler vardı...taş olsam ne yazar ki üstümde? aynı cümle içinde yüz sefer de ayrılsam kendimden aklımda bir tebessüm tutmak istiyorum...bir şiir ya da madame Beudets'in piyano çalan parmaklarını...ama en çok da "acısından öpmek istediğim insanları"
dışarıya bakıyorum...yüksek yüksek duvarlar...ve ölü toprağını üstünden atamayanlar..."sanki bir başkasının acısına uzaktan bakar gibiyim"...hava açtı neyse ki...birkaç ay daha uzatırız ömrümüzü...
....
hoş geldin...ne iyi ettin...sevgi ve selamlar çokça...
Dramatik Buluntular
Sen de hoş geldin.
Gönüldesin...