Samatya'da yılbaşı şiirimin hikayesi
Bu şiirin hikayesi:
Yokuş Çeşme’ye akşamın gölgesi düşmüştü. Odanın bahçeye bakan penceresinin yarı aralıktı çiçekli perdeleri. Bu saatte uyunur mu diye düşünüp duruyordum, nereden bilebilirdim gittiğini.
Ertesi gün hava güneşliydi, yokuştan aşağı iniyordum dertli dertli içimi çektim. Bir kaç ay sonra kim bilir nerede nasıl bir evde,sokak içinde mi giriş katta mı nasıl bir semt de yaşayacaktım. Nasıl bir muhitte olacaktım?
Her zaman yokuşu çıkmak zor oluyordu söyleniyordum. En çok da duvar diplerindeki çöpler için söyleniyordum. Ya kendimle konuşurdum sanki benden daha titiz biri yokmuş gibi ya da Hastanenin kapısı önünde beyaz gömlekli birini gördüğümde onlara şikayet ederdim. Kahve muhabbeti gibi -Yahu ne olacak bu memleketin hali? Hep suskun olurlardı. Onları suçluyormuşum gibi soğuk bir yüz ifadesi ile başka yönlere bakarlardı. Belli ki onları fazla rahatsız etmiyordu. İçin, için _Elimizden bir şey gelmiyor, bizim derdimize bak, geçim sıkıntısı bir yana gün boyu durmaksızın çalışmalar bir yana... der gibi bakanlar da olurdu. Yokuşun bu denli dik oluşundan, bastonumu itina ile emniyetli yerlere basmaya azami gayret sarfederdim. Ama her şeye değerdi. Birden bire karşımıza çıkan o uçsuz bucaksız mavilik için. Deniz hamamın arkasındaydı, her gün mavinin yeşilin değişik tonlarını sunan cömert deniz bazen çarşaf gibi düpedüz, bazen bir gün önceki Lodosun etksiyle kırış, kırış Lacivert pırıl,pırıl hele de güneş olduğunda şıkır şıkır olurdu. Her şeyin bir bedeli vardı. Denize bakan evimin bedeli de yaşam gibi olan bu dik yokuştu. Evimizin arkasında gecekondular, bitişik evlerdeki midyeciler ve evimle gecekonduların arasında banliyö treni vardı. Erenköydeki evimiz de denize yakın sayılırdı.Evden görünmese de sahile iner deniz boyu yürüyebilirdim şimdilerde bilmem ama o zamanlar sahil bomboştu oysa burası yaniYenikapıdan aşağıya top sahası denizde ki rengarenk gemiler allı sarılı ışıkları boğuk sesleriyle işte İstanbul diyebileceğimiz bir panorama çiziyordu evlerimize.Hamam tarihi Davutpaşa hamamıydı semt ise eski Samatya ve yol başların da ki Langa levhaları ve hep eskiyi özleyen insanlarıyla daha çok ta iş muhiti olmuştu Aksaray’a doğru otomotif sanaii, Rusların mekan tuttuğu oteller, yabancı plakalı arabalar Arapların, her ülkeden zenci’lerin otobüslerle taşıdıkları mallarıyla büyük bir pazara dönüşmüştü Samatya sokakları.Evimiz de tadilat yapılıp pencereler pimapen olmadan önceleri balkonun badanasını ellerim le yapar taşlığı yıkar kömür çuvallarını sol tarafa yerleştirirdim. Sağ tarafa da eski kiracılardan kalma oval meşe masayı tam denize karşı koyar oturup bir yorgunluk kahvesi içerdim. O kırk yıl hatırı olan olmasa da Nestcafe’mi mutlulukla yudumlardım. Sonraları top sahası ve kulübü için yapılan binalar şükürler olsun ki alçak bir kaç binadan ibaretti .Sık,sık bir helikopter iner kalkardı deniz biraz kapanmıştı ama elden ne gelirdi. Apartmanın bahçesi biraz düzensiz de olsa yeşillik boldu. Yazın gürleşen ağaçların görüntüye mani olması bir yana aslında çok sevdiğim üst kattaki komşumun da balkonundan aşağılara kadar sarkıttığı nevresimleri yüzünden zaman,zaman deniz görünmez oluyordu ta ki çamaşırlar rüzgarla duvarlara çarpa, çarpa yeniden kirlendiğinde toplanana kadar. Esasen üst katlardan bakıldığında deniz adeta ayağımızın altındaydı. Ama bu şans üst katlarda oturanlara aitti.Daha sonraları balkonu mutfağa ilave edip kapattırdık.Oranın simgesi sessizliği yırtan helikopterlerle ekmek kırıntıları verdiğim Güvercinlerimdi. Birkaç kez fotoğraflarını çekmiştim bu sevimli kuşların.Top sahasının yeşiliyle denizin mavisi ahenk içinde asfaltlanmış sahil yoluysa pırıl pırılken, bu sukunetı trenin gürültülü geçişi bozardı.
Özellikle kış aylarında güvercinlerimin karnını doyurmak bana sonsuz bir huzur verirken istemeden ve farkında olmadan alt kattaki komşuma zarar veriyormuşum. Hayvancıklar çamaşırlarını kirletiyormuş; üzülmüştüm ama, o soğukta onları besinsiz bırakmaya da gönlüm razı olmuyordu. Birkaç kez fotoğraflarını çekmeyi başarmıştım. Şimdi o resimler o günlerde birer hatıra olarak kaldı. Komşuyla kötü olmanın alemi yoktu, bu kez bahçenin uzak bir köşesine atmaya başladım kırıntıları.Vay be şunun şurasında yılbaşına birkaç gün kalmış ne çabuk geçti son bahar. Eylül geçti; Ekim her ne kadar romantizmi çağrıştımıyorsa da o da geçivermiş işte.Ya Kasım ayı o güzel kasımpatı’larıyla adı aşkla iliştirilmiş filmi, belki de filmleri; şiirleri kimbilir daha ne ikinci baharların son umutlarının solduğu zamanlardı. Bi çabuk göz açıp kapayıncayadek Kasım da iz bırakmadan geçip gitmişti Aralık ayının yirmisi bile olmuş sonbaharla kış arasındaki aralık kapı gibi durup sonra bin bir şaşaa ve özenle istekle beklenip kutlanan yılbaşı gelip çatmıştı. Her yılbaşı ertesi yani yeni yılın ilk günü o zemheri suratlı ocak ayı beni nasıl da karamsarlığa düşürürdü Bunlar bir yıl önceydi bu yıl tam oğluma gelip hasret gidereyim derken bir haber aldım ki canım evladım görevli olarak yurt dışına gidecekti Yıllar; ah yıllar gözün kör olsun felek be değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu söyleyenler ne kadar da doğru söylüyorlar mış meğerse Düzen kurmak ne haddimize yazı yazılmış bir kere Neyse sağlık olsun ne yapalım diyordum dilim bunu söylese de kalbim içten içe ağlıyordu yine de
Bir anda sanki on yıl yaşlanmıştım. Şükürler olsun gitti altı ay sonunda sağ salim döndü darısı tüm evlatlarımıza diye dualardan başka ne tesellimiz var ki.
Oldum olası doğayı çok severim gittiğim yerlerden renkli taşlar ağaç kalıntıları sahillerden midye kabukları toplar dururdum abim fotoğrafçı olduğu halde sinema müzik resme merakım vardı da neden fotoğraf çekmezdim diye şimdilerde esef ediyorum.
Abim özene bezene verdiğim pozlardan çok komik karikaturize edilmiş fotoğraflarla beni eğlendirdiğini sanarak kızdırıp öfkelendirdiğinin farkında olmazdı.
Ah şef ah abiciğim şimdi elimde kalan sararan o fotoğraflar ki onlar benimle ya hani sen neredesin deyip kederleniyorum.
Kafamı kaldırsam, yokuşun başından aşağılara kadar denize doğru inen yoldaki dükkanların üstündeki evleri görüyordum Terasları görüp hayalen oralardan çıkar denize bakardım. Ev sahipleriyle laflayıp çiçeklerinin ne kadar güzel oluğundan söz
eder, böyle güzel olmalarının hikmetini sorar nasıl baktıklarını anlatmalarını beklerdim.
Tabii ki çiçek bakımı da her şey gibi sevgiyle oluyordu.Yukarı çıkarken belki de bir alt komşu kapısını açıp tecessüsle sağına soluna bakınırdı; sırf merakından olduğunu söyleyecek değil ya bir bahane bulurdu elbette. Sonraları benim kusurum da her zaman düşünecek, esef edecek etkisinde kaldığım yığınla yazılacak şey olmasına rağmen tembelliğimdi! Dikkatsizliğim ve unutkanlığım yüzünden gözden kaçırdığım ne çok olay oluyordu
Samatya’da sekiz yıl yaşadığım o gerçek İstanbul’da kalsaydım bu gün belki de bir roman yazmış ikincisine başlamış olurdum sonra ne oldu diye sorulacak olursa Marmaray projesinden dolayı evimiz istimlak oldu. Duvarlarına torunlarım için çizdiğim resimlere üzülmedim desem yalan olur ve de bir daha denize bu kadar yakın bir kentte bir semtte olabilecek miydim? Sanırım en çok da bu şirin, tarihi semtten ayrılışımıza üzüldüm.Demek ki kısmet bu kadarmış İstanbul seni çok pek çok seviyorum. Denizini halkını evliyalarını minarelerini herbir semtini vapurlarının düdüğünü Martı’larını her bir şeyini çok seviyorum
Sana, aşkım, sana geldiğim o bin dokuz yüz seksen senesinde başlamadı.
Ben seni yıllar yıllar öncesinden on beşli on yedili yaşlarımda edebiyatımızın şimdi rahmetli olan romancılarından Reşat Nuri, Kerime Nadir gibi yazarların kaleminden tanımış, sevmiş yıllar yılı sana gelmek için düşler kurmuştum
Dilerim düşman ayağı basmaz bağrına, ezan seslerin hiç dinmez.Cami önlerindeki güvercinlerine yem atar çocuklar neşeyle!
Yüksel Nimet Apel
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.