- 524 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Haylaz Çocuğun Korkunç Serüveni!!!
Bir temmuz günü öğleden sonra, yağmur bangır bangır oturduğum balkonun sac çatısına vururken sol dizimdeki yara izine istemsiz halde dokunurken buldum kendimi. İnsanın yaralarının oluşu iyi mi kötü mü? Diye düşünmeye başladım. İnsan neden yaralar kendini? Sahi kaç yaşındaydım bu façayı aldığım zaman? İnsan kaç yaşında alır ki ilk façasını? Yedi mi? Sekiz mi? Dokuz mu? Evet! Evet! Dokuz yaşındaydım. Yanlış hatırlamıyorsam Ramazan bayramıydı ve baya hatırı sayılır bir harçlık toplamıştım. Bayramdan sonra, cebimde bir çocuğa milyarder hissettirecek kadar bir parayla dolaşıyordum ortalıkta. İlçeye gidip ne zamandır gördüğüm ama bir türlü alamadığım kitapları almak için fırsat kolluyordum. Para hangi cebimdeyse elim de hep o cebimdeydi. Parayı kaybetmekten korktuğum kadar bir çılgınlık yapıp paramı o aptal futbolcu kartlarına, tasolara ya da güzelim oyuncaklara harcamaktan da korkuyordum. Gerçi bir deste futbolcu kâğıdını sağda solda koşarken çamurların içine düşürdüğüm gün bir daha kart almayacağıma dair kendi kendime söz vermiştim ama bu sözü tutabileceğimden hiç emin değildim. Çünkü söz verebilmenin ön kabulü insanın kendisine inanmasıdır ki ben kendime zerre inanmıyordum.
O yüzden bir an evvel gidip o kitapları almak istiyordum. İçimden de insanın çok parasının olması ne kadar kötü, diye geçiriyordum. Demek zenginlik de güzellik gibi maddi bir şeydi ve göreceydi. En azından bir çocuk için… Parayı düşürme ve çarçur etme korkularıyla evden kaçıp yedi kilometre yolu yürümüş, ilçeye gitmiştim. Aynı korkularla kitapçıya giden sokağın başında dikilmiş ince hesaplarla sokağı geçme peşindeydim.
Kitapçıya giden yolun bulunduğu sokağın başına geldiğimde sağlı sollu bir dünya dükkânın ön raflarında dizilmiş yepyeni oyuncaklar gülümsüyor gibiydi bana. Bazı dükkân sahipleri kaldırımların bir bölümüne oyuncak kutularını dizmiş bazıları tentelerine asmıştı, en güzel oyuncaklarını. Sokağın başına geldiğimde hepsini görüyordum. Taze işlenmiş plastik kokusu bir uyuşturucu gibi işliyordu içimi. Dokuz yaşındaydım ve ben bu kokunun bağımlısıydım.
Bildiğim en afili küfür henüz hiç Amerikan filmi izlemememe rağmen ‘Allah Kahretsin! ’di. Evet! Allah Kahretsin! Epitopu üç sokağı olan bu küçük ilçede sadece bir kitapçı vardı. O da bir sürü oyuncağın olduğu bir sürü dükkânla dolu sokağın sonundaydı. Ve ben sadece dokuz yaşındaydım. Bu kadar çok oyuncağın ağır tahriki altında tüm paramı harcamadan sokağın sonuna kadar nasıl gidecektim? Kahretsin, dedim. Kitapçı dükkânını sokağın sonuna açan kitapçıyı Allah kahretsin! Bu sokaktaki tüm oyuncak satan dükkânları Allah kahretsin! Bayram boyunca harçlık yerine şeker veren elini öptüğüm tüm o koca koca insanları Allah kahretsin! İnsanın dedim, istediğin kitabı ve oyuncağı alacak kadar parasının olmaması ne kötü.
Sokağın başında bu düşüncelerle hemhalken dokuz yaşında bir çocuğun zekâsına ve enerjisine yakışır bir çözüm geldi aklıma. Koşacaktım. Kitapçıya varana kadar hiçbir oyuncağa bakmadan hiçbir dükkânın rafına gözüm ilişmeden, hiçbir tenteye asılmadan sokağın sonuna kadar koşacaktım. Cephede kurşun sağanağı altında koşan bir asker gibi koşacaktım. Düşman hattına bakan bir komutan gibi oyuncakçı dükkânlarına baktım önce. Plastik ambalaj kokusu cephedeki barut kokusu gibi sarmıştı ortalığı. Dokuz yaşındaydım ve ben bu kokunun bağımlısıydım. Tek kişilik bir ordunun komutanı gibi derin bir nefes alarak içimden, yine içimdeki orduya çaldım hücum borusunu. Ve koşmaya başladım.
İlk adımı atmamla karşı cephedeki askerlerin plastik kasklı kafalarını gömülü oldukları siperlerden çıkarmaları bir olmuştu sanki. Kaldırımlarda yarı karton yarı plastik kutular içinde duran askerler ellerindeki tüfeklerle hücuma kalkan askerlere ateş eder gibi üzerime üzerime ateş açılmaya başlanmıştı dükkânların mevzilerinden. Birkaç adım sonra parlak sarı gövdeleriyle iş makinaları, yeşilli grili renkleriyle askeri zırhlı araçlar ve kirli beyaz renkleriyle helikopterler çıktı karşıma. Tentelere asılmış sarı, yeşil, beyaz ve daha bir sürü renkte rengârenk plastik toplar Fatih’in İstanbul’un fethi için döktürdüğü Şahi toplarından atılan gülleler gibi üzerime gelmeye başlamıştı. İş makineleri ve tanklar ben koştukça üzerime üzerime geliyordu sanki. Kıvrak manevralarla tankların mevzilerinden kaçıyordum. Helikopterlerden tentelerin altına girerek saklanıyordum. Karşı cepheye ateş edecek bir silahım yoktu. Süngü hücumuna kalkmış asker gibi koşar adım ilerliyordum, her adımımda plastik kokusu cephedeki barut kokusu gibi ortalığa yayılıyordu. Dokuz yaşındaydım ve ben bu kokunun bağımlısıydım.
İki-üç dakikalık bir koşunun ardından düşman cephesini yarıp geçen bir asker gibi oyuncakçı sokağını yarıp geçmiş soluk soluğa kitapçının önüne varmıştım. Ellerimi dizlerime koyup hafif çömelir halde nefesimi yavaşlatmaya çalışırken arkama baktım. Düşman perişandı. Cephanesi kalmamıştı. Askeri yılmıştı. Binlerce kurşun yakıp tek isabet sağlayamamalarının utancıyla mevzilerine dönmüş komutanlarından yiyecekleri azarı bekliyorlardı. Plastik kokusu azalmaya başlamıştı ki nefesimin düzene girdiğini göğüs kafesimin normal şekilde hareket ettiğini fark ettim. Doğruldum ve sol elimle cebimi yokladım. Para yerindeydi. Kitapçı dükkânının kapısına doğru yürüdüm. Kolu aşağı doğru çekerken göğsünde gazi madalyası taşıyan doksan yaşında bir savaş gazisi gibi hissediyordum kendimi.
Kitapçıdan içeri girer girmez başka hiçbir reyona, hiçbir şeye bakmadan ilgili reyona gidip ardı sıra dizilmiş on kitabı elime aldım ve kasaya yöneldim. On kitaplık ’’En İyi Arkadaş Dizisi’’ adlı tüm seriyi almıştım. Kasanın önünde zengin bir adam edasıyla durup cebimden özenle birbiri ardına dizdiğim para tomarını çıkarıp kitaplarla beraber tezgâhın üzerine bıraktım. Kitapçının karşısında zafer kazanmış bir ordunun şerefli subayı gibi dimdik duruyordum. Kırklı yaşların başında olduğunu düşündüğüm zayıf, uzun boylu kitapçı, gözlüğünü burnunun ucuna indirerek gözlüğün üzerinden baktı bana. Sonra tezgâhın üzerinde duran kitaplara ve paraya baktı. Şaşkındı. Bu küçük ilçede çocuklar kitap almazdı. Büyükler de almazdı. Aslında bu küçük ilçede okuldan istenmediyse kimse kitap almazdı. Hava cehennem gibi sıcaktı ve mevsimlerden yazdı.
Parayı eline aldı. Parmaklarını diliyle ıslatıp bir çırpıda sayıverdi. Elinde tuttuğu para bir çocuğa zengin hissettirecek kadar çok ama on kitabı satın alacak kadar azdı. Aslında hiçbir servet insana kendini zengin hissettirecek kadar çok olamazdı. Çünkü zenginlik kendisine eş olanların olmadığı bir durumda var olabilirdi. Kitapçı gözlüğünü çıkarıp tezgâhın sol tarafında duran kâğıt tomarının üzerine koydu. Ciddi bir ses tonuyla, ’Hepsini alamazsın, paran yetmiyor, ikisini bırakman lazım. ’dedi. Ben ise ‘Kahretsin! İnsanın istediği kitapları alacak kadar bile parasının olmaması ne kötü.’ diye geçirdim içimden. Her birini büyük bir iştahla istediğim kitaplara göz ucuyla bakmaya başladım. Hangilerini bırakacaktım ki? Hepsi çok güzeldi. Hepsinin kapaklarında insanı cezbeden, içlerinde el değmemiş hazinelerin olduğunu vadeden görüntüler vardı. Kokuları daha önce hiç tatmadığım yemeklerin hiç duyumsamadığım kokuları gibiydi.
Bir cinayet işliyormuşum gibi, gizli kapaklı bir iş yapıyormuşum gibi bir cerrah titizliğiyle elime aldığım kitapları evirip çevirdim. Kapaklarındaki resimlere baktım. İsimlerini okudum. İkna olmamıştım. Sayfalarındaki resimlere bakmak için hızlı hızlı sayfalarını çevirmeye başladım. Kitapçı bana ben ise elimdeki kitapların sayfalarına bakıyordum. Tatmin olmamıştım. Olmayacaktım da. Dokuz yaşındaydım ve hiç tatmadığım bir yemeğin hiç duyumsamadığım kokusuna plastik kokusu kadar aşina değildim. Seçemeyeceğimi anladım. Ne fark eder, diye geçirdim içimden. Ne olduğunu bilmiyorsam, ne olacağını bilmiyorsam neyi seçtiğimin ne önemi var? Alelade iki tanesini tezgâhın üzerine bırakıp kısık bir ses tonuyla ’’Bunlar kalsın.’’ dedim. Elimde sekiz canlıyla ardımda bıraktığım iki cinayetle sırtımı tezgâha dönüp ağır ağır küçük adımlarla kapıya yöneldim.
Kapıyı açmış mıydım yoksa elim kapı kolunda mıydı şimdi hatırlamıyorum ama kitapçının aynı ciddi sesi kapı eşiğinde yakalamıştı beni. ‘Aslında kitapların birini sana hediye etmek istiyorum. Diğeri de borcun olsun. Para biriktirince gelip ödersin. ’dedi. Borç mu? O da neydi? Hiç bilmiyordum. Dokuz yaşındaydım. Ve hiç borcum da olmamıştı. Borca hiç ihtiyaç duymamıştım ki. Zaten insan neden borca ihtiyaç duyardı ki? Geri dönüp tezgâhın üzerinde duran iki kitabı aldım, hediyesi için kitapçıya teşekkür ettim. Borcumu en kısa zamanda ödeyeceğim, deyip az önce zafer kazanmış edasıyla girdiğim kapıdan bu defa mağlup olmuş bir halde usul usul çıktım. Her savaşı kazanamazsın, diye geçirdim içimden. Oyuncakçı savaşını kazanmıştın. Ama kitapçıdaki savaşı kaybettin. Çünkü her savaşı kazanamazsın. Sen Süpermen değilsin.
Benim gibi küçük kasabalarda büyüyen insanlar çok iyi bilir. Biz sevinsek de üzülsek de pek belli edemeyiz bu duygularımızı. Çünkü bu duyguları bastırmış bir toplumda yaşamışız hep. Ağlamayı acizlik, gülmeyi hoppalık belletmişler, bize. Bu yüzden gülmeyi bir gülümsemeyle geçiştirmişiz hep. Ağlamayı da hep ertelemişiz yalnızlıklarımıza. Kitapları aldığıma sevinmeli miydim yoksa borçlandığıma üzülmeli miydim hiç bilmiyordum. Bu duygularla yavaş yavaş giriyordum gelirken koşar adım geçtiğim oyuncakçı sokağına. Kitapçıda yaşadığım hezimetin acısını çıkarırcasına yavaş yavaş yürüyerek geçiyordum oyuncakçılar sokağını. Gururluydum. Fethettiği şehre giren bir padişah gibi hissediyordum kendimi. Plastik kokusu kaldırım taşlarından sokak lambalarının zirvesine kadar sinmişti bu sokağa. Dokuz yaşındaydım ve ben bu kokunun bağımlısıydım.
Artık harcayacak param yoktu. Kahretsin, dedim. İnsanın istediği kitapları ve oyuncakları alacak kadar paşasının olmayışı ne kötü. Ellerimdeki kitaplara baka baka yürümeye başladım. Hiçbir dükkâna bakmıyordum. Hiçbir oyuncakla ilgilenmiyordum. Sadece bağımlısı olduğum kokularını duyumsuyordum. Belki gelecek bayram bir oyuncak alırım diye geçirdim içimden. Ama her şeye rağmen sevinçliydim. Dokuz yaşındaydım ve sevincin nasıl gösterileceği hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu. Bağırmam mı lazımdı bilmiyordum. Susmam mı lazımdı bilmiyordum. Elimdeki kitaplara bakıp içimden onlarca şeyin geçtiği bir anda attığım bir adımın boşluğa atılmış bir adım olabileceğini bilmem gerektiğini de bilmiyordum. Ta ki kendimi iki-üç metrelik bir duvarın dibinde sol omuzunun üzerinde az önce elimde tuttuğum kitapların dağınık halleriyle zeminde yüzleştiğim ana kadar.
Sol kulağım zemine bitişik haldeydi. Nefes alışımı duyumsuyordum. Belki de duyumsadığım zeminde dolaşan karıncaların ayak sesiydi. Bilmiyorum ama bir ses duyduğumdan emindim. Ağzımda tükürükle karışmış değişik bir sıvının tadı vardı. Az sonra o tadın kokusunu da duyumsadım. Kan kokusu ne tuhaf. İnsanın kendi kanının kokusu üstelik. Plastik kokusuna benzemiyordu. Kitap kokusuna hiç benzemiyordu. Aslında hiçbir kokuya benzemiyordu. Dizlerim, dirseklerim, avuç içlerim ve yüzümün sol yanı çizik içindeydi. Kanıyordum. Acı içinde dizlerimin üzerine doğruldum. Durdum. Üzerimdeki tozu silkelemek istedim. Yapamadım. Sol kolumu kaldıramıyordum. Sağ elimi ağzıma götürüp dudaklarımdaki kanı sildim. Sağ elimin avuç içlerindeki kanamaya aldırmadan sağ elimle ortalığa dağılmış ve toza bulanmış on kitabı topladım. Ayaklarımın üstüne kalktım. Çıkışı aradı gözlerim.
Seke seke sol yanımdaki merdivenlerin başına gidip ağır aksak yukarı çıktım. Topallıyordum. Üstelik pantolonumun sol dizi yırtılmıştı. Merdivenin başına çıktığımda basamağa oturdum kitapları yan tarafıma koyup etrafıma bakındım. Ağladım mı bilmiyorum. Ne düşündüm hiç hatırlamıyorum ama ne düşünmem gerektiğini şimdi çok iyi anlıyorum. Aslında hayat çocukken dizlerinizde, büyüyünce kalbinizde açtığınız yaralardan ibaretti, her yara kapansa da muhakkak izi kalıyordu ve siz yıllar sonra yağmurlu bir temmuz günü istemsiz halde belki de sırf kanatmak için sırf anımsamak için dokunuyordunuz yaralarınıza yaşadığınızı anlamak için. Çünkü yaşamak, yara almaktı. Kanamaktı. Hatırlamaktı. Hatırlanmaktı.
Bir hafta çok istememe rağmen bir satır okuyamadım. Omuzum kaç gün askıda kaldı bilmiyorum ama askı çıktığında, okunmamış bir kaç kitabım kalmıştı. Hiç de haylaz olmamama rağmen sona bıraktığım kitaplardan birinin ’’Haylaz Çocuk’’ diğerinin ’’Korkunç Serüven’’ olduğunu çok iyi hatırlıyorum. O günden bu güne bu anımı hep Haylaz Çocuğun Korkunç Serüveni olarak anımsıyor ve kendimi mütemadiyen dizimdeki yaraya dokunurken buluyorum. Belki de sadece o zaman yaşadığımı hissediyor sadece o zaman gerçekten nefes alıyorum…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.