- 494 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Yokluk ve Şükür Günleri
On yıl aradan sonra “Edebiyat Defteri”ndeki sayfamı ziyaret ettim. Daha önce ara sıra uğradığım bir başka şiir sitesinde hayli birikmiş ve hemen hemen hiçbir okuyucuyla buluşmamış bir şiirimi sayfama koydum.Günün şiiriyle beraber birkaç şiir okudum.Bilgisayarımı kapattım ve sayfamdan ve siteden uzaklaştım…
Gece yarısı sayfama geri döndüğümde şiirimin diğer siteye göre azımsanmayacak sayıda kişi tarafından okunduğunu gördüm. Bir kaç yorumda gelmişti. Bunların bir kısmı basmakalıp ifadelerden oluşmuş olsa da yorumların ortak bir yanı vardı: Şiir yazan kişiyi heveslendirmek… Hatta verilen puanlarda o yönde verilmişti. Oysa diğer sitede bir takım insanlar buradaki yeni arkadaşlarım gibi çok hoş ifadelerle gönül alırken, bir kısmının fesatça yaklaşımlarını görüp anlayabiliyordum…
Her gün bir başka şiirimi “Edebiyat Defteri” sitesine taşımaya başladım. Ve yorum yazan arkadaşların yeni yayınladıkları şiirlere ben de teşekkür babında yorum yazdım ve ya beğenerek şiirini okuduğumu ve gururuna ortak olduğumu hissettirdim.
Sayfasını ziyaret ettiğim hemen her şair arkadaşımın şiirlerinden kalplerini okudum. Tertemiz ve yumuşacıktı o kalpler… Sayfasını ziyaret ettiğim bir bayan şairin şiirlerinde, yazılarında kendimi buldum. İnançlı, duyarlı tertemiz bir kalbi vardı... Bu toprakların ürettiği kültüre sevgisi, saygısı ve bağlılığı vardı. “Lüks Hayat “ isimli Cumhuriyet döneminde elde edilen ekonomik kazanımların nasıl bir süreç sonunda elde edildiğini anlatan ve şükrü unutmamızın acı sonuçlarına vurgu yapan bir eser kaleme almıştı. Ve ben de sayfasını ziyaret etmiş aşağıdaki yorumu sayfasına bırakmıştım.
“…
ve
bizler şükretmeyi öğrenmeden
hepsini bırakıp gideceğiz
bir kaç metre kefen beziyle...”
Bizim kuşak önce şükretmeyi öğrenmişti. Hele bizden öncekiler, şükrü ibadet görürlerdi.
Ah rahmetlik annem köy yerinde çiftsiz çubuksuz, bağsız bahçesiz, koyunsuz kuzusuz dul bir kadın olarak ona buna yok pahasına geceleri çoğunlukla ay ışığında, halı, kilim, çaput pala dokur, gündüzleri bir şinik buğday alabilmek için elin bahçesine ot toplamaya ya da çapaya giderdi.
Köyün işi hiç bitmezdi biri bitse diğeri başlardı. Buğdaylar, arpalar orakla yolunur, nohutlar mercimekler toplanırdı. Kayısılar kurutulur… Pancar hasadı da zor işti... Derken cevizler toplanır başaklaması yapılırdı,
Fasulyeler kapçıklarından tek tek elle çıkarılır sonra güneşe bırakılırdı, dalında solgunlaşmış mısırlar örülür, üzüm pekmezi kaynatılır gece yarılarına kadar çalışılırdı.
Gaz yağı pahalı görülürdü ki gaz lambası bile çoğunlukla kullanılmazdı, aydınlatıcımız ya ay ışığı ya odun ateşi olurdu. Biz çocuklar, serinliğine doyamadığımız eylül gecelerinde genizleri yakan dumanın dansını izlerdik; sonra cırcır böceğinin müzik dinletisi eşliğinde mahallenin kızlı erkekli çocukları geniş avlu da toplanır gece yarılarına kadar mısır örgüsü yapanlara şenlik olur, kemik kırmaca oynardık.
Bizim evde üç kadın çalışırdı annem, yengem ve ablam… Yaz boyu çapa yapmadıkları bahçe, mısır kırmadıkları tarla kalmazdı. Yine de karnımız doymazdı. Çünkü elden gelenden övün olmazdı, gelen de zamanın da gelmezdi…
Ve galiba o gün kimse de para pul yoktu, insanlar bir çuval un için belki bir ay çalışıyordu. İş gücü ücretinin ne kadar az olduğunu şu örneği vererek izah etmiş olayım.
Annem beni “Okusun da çocuk kendi hayatını kurtarsın diye bir takım devlet makamlarına, muhtar aracılığıyla ulaşmış ve yalvar yakar “Mahmudiye Yetiştirme Yurduna” yazdırmıştı. Ben bu okuldan mezun olacağım sırada okul son sınıf öğrencilerinin katılabileceği Ankara’ gezisi düzenlemişti. Gezide harcanacak paralar kendi bütçemizden karşılanacaktı. Herkes ailesinden gerekli miktarda para istemişti. Ben de durumu bir mektupla anneme bildirdim. Bir ay sonra bana annemden bir mektup ve içinde on beş lira para geldi. Mektupta, geceleri hiç uyumadan bir buçuk ayda dokuduğu halı ya da kilimin karşılığında yirmi beş lira aldığını bunun on beş lirasını bana, on lirasını da (yanlış hatırlamıyorsam askerdeki) ağabeyime gönderdiğini yazıyordu. Yani ben bir aylık emeğin karşılığında sadece Ankara’ya Anıtkabir’i görebildiğim ve bir külah dondurma ile okulun verdiği kumanyanın yanında iki bardak çay içebildiğim bir gezi yapabilmiştim o parayla…
Bir kaç tavuk bakardık, ancak yumurtalarını yiyemezdik, çünkü tereyağlı sahanda yumurta eve aniden gelen misafirlere ikram edilebilecek tek yüz ağartıcı yemeğimizdi. Hatta misafir çok ağır ise tavuklardan biri de kesilirdi. Belki bize de suyu düşerdi.
Eğer şansımız varsa yumurtalar yirmi otuza ulaşırdı. Ancak yine yiyemezdik. Çünkü evin acil ihtiyaçları onunla karşılanırdı. Yumurta demek trink para demekti, bakkala yapılan borç bu yumurtalar sayesinde silinirdi.
Aslında bakkaldan pek bir şey alınmazdı. Ekmek evde yapılır, domates, biber, patates, soğan hep evimizin önündeki bahçeden temin edilirdi. Emeğimizin karşılığı olarak verilen ayçiçeklerinden bütün yıl yetecek kadar yağ çektirilirdi ki o yağ çok ölçülü kullanılırdı. Bundan dolayı evimizde gece gündüz hamurlu yiyecekler yenmesine rağmen evde balıketli diyeceğimiz kimse yoktu.
Çoğunlukla evde bulamaç denilen yağsız un çorbası pişerdi. En büyük lüksümüz çorbanın içine giren kuyruk yağının kıtırıydı. Sonra da bulgur pilavı ki nadiren güç bela alabildiğimiz sana yağı içine girmişse ve tepsinin altına da yufka ekmek serilmişse yanına da (maalesef hayvanlarımız olmadığı için yoğurdumuz, ayranımız bulunmazdı) sofra bezine dürülüp yumruklanarak kırılmış soğan konmuşsa bizden bahtiyar kimse bulunmazdı. Ne demiş atalarımız “Bir avuç aşım, ağrısız başım.”
Çingenelerin hayır olarak topladığı unlar para karşılığında alınır ya da iş karşılığı alınan buğdaylar değirmende öğütülürdü. Çorbadan sonra evde en çok pişen bulguru da bu buğdayların koca koca kazanlarda kaynatılıp kurutulmasıyla ve köy meydanındaki tarihi olukta dövülmesiyle kendimiz elde ederdik.
Ama kibrit, gribin, tuz, misafir için çay, şeker gibi bahçemizden temin edemeyeceğimiz ürünler de vardı. İşte bunlar bakkaldan trink para karşılığı alınırdı. Yani ödemeler yumurtalarla yapılırdı…
Rahmetli yorulur, bunalırdı ve gayri ihtiyarî ağzından "Of!" sözüne benzer bir ünlem dökülürdü. Ama hemen kendine gelir ve "Of, değil Allah’ım! Emrine şükür, dedim!" diyerek ağzından çıkan of sözünü bile şükre çevirirdi. Nur içinde yat anneciğim. Nur içinde yatsın şükürle yaşayıp göçen annelerimiz, babalarımız, dedelerimiz!
Bir yanda kanaatkâr bir nesil, öbür tarafta aç gözlü, doyumsuz bir gençlik,
Allah’a şükür ki biz ikisini de görüp yaşayan şanslı bir kuşaktık.
Şiirinin bende uyandırdığı duygular ve çağrışımlar bunlar oldu, teşekkür ederim hanım efendi! Diye bitirdiğim bu yazıyı genişletilmiş haliyle güzel kalpli “ Asude Vuslat “adıyla yazan hanımefendiye ithaf ediyorum.Bu kardeşimizden bir öneri gelirse Yazının Başlığı değişecektir.
Not Bu yazı şiir sayfasına düşülen yorum esas alınarak yazılmıştır. O yorum çok kısadır. Ayrıca bu yazı kaleme alınırken o günlere dair bir öykü daha doğmuştur, o yazıyı ileriki günlerde yayınlanacaktır. Saygılarımla…
Necip Zeybek
Emekli Türkçe Dersi Öğretmeni
YORUMLAR
);
benim annem de sizin anneniz gibi şükretmeyi bilen annelerdendi...
sizin annenizle cennet komşusu olsunlar inşaallah
anlattıklarınız hiç yabancı gelmedi bana...anlatacak çok fazla anılar var
yoksul insanlar olduk belki ama gönlümüz çok zengindi
o kadar güzel anlatmışsınız ki içinde kayboldum yazınızın
(Şiirinin bende uyandırdığı duygular ve çağrışımlar bunlar oldu, teşekkür ederim hanım efendi! Diye bitirdiğim bu yazıyı genişletilmiş haliyle güzel kalpli “ Asude Vuslat “adıyla yazan hanımefendiye ithaf ediyorum.)
yorum yazamıyacak kadar çok duygulandım. );
fazlasıyla incindiğim bir zamana denk gelmesi beni o kadar çok motive etti ki anlatamam );
Rabbim yar ve yardımcinız olsun
("Bu kardeşimizden bir öneri gelirse Yazının Başlığı değişecektir.)
sizin takdir ettiğiniz gibi kalsın. çookk teşekkür ederim sormanız büyük incelik..."
saygılar güzel yüreğinizden geçen tüm güzel duygulara...