- 564 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Modern Olduğunu İddia Eden Şaşkın Köylü: Tartışılan Modernlik ve Kemalizm
Modern Olduğunu İddia Eden Şaşkın Köylü: Tartışılan Modernlik
Avrupa’da yaklaşık olarak 17. Yüzyıl civarında ortaya çıkan ve gelenek ile karşıtlığın, daha doğru bir deyişle gelenekten kopuşun; bireysel, toplumsal ve politik yaşam alanlarının tamamındaki dönüşümü ya da değişimi ifade eden Modernite, en temelde modern birey’in inşası ile başlar (Descartes) . Modern olmak değişmek, değiştirmek ve dönüştürmektir. Fakat bu değişim süreci birçok açıdan büyük sorunları da beraberinde getirmektedir. Çünkü değişmek en kaba tabirle kılık kıyafet değişimi olarak anlaşılmamalı; kişinin zihninde başlayan bir değişim hareketi olmakla beraber tüm toplumsal kurumların yeniden yapılandırılması anlamına gelmektedir. Doğal olarak eski üretim ilişkilerinin yerini yeni üretim ilişkileri alınca, toplumsal yaşamın her alanında insanların yaşayış biçimi de değiştirilmeye zorlandı. Esasında bu noktada değişmesi ya da değiştirilmesi gereken şeyin insanların zihniyet yani düşünüş biçimleri olduğu açıktır.
Buna bağlı olarak değişimin, daha genelde de modernitenin sancıları dünyanın her yerinde farklı şekilde hissedilmiştir. Dünya genelinde düşünmek bir hayli konunun kapsamını genişlettiğinden ben burada moderniteyi başta Britanya olmak üzere, Amerika, Almanya ve Türkiye örneğinden hareketle sosyal ve politik gelişmeler bağlamında ve felsefi bir zeminde ele alıp değerlendireceğim ve görüleceği üzere bu noktada birçok sorunla da karşılaşmaktayız. Burada mevcut tüm sorunları ele almak olanaklı bir durum olmadığından dolayı, bizim burada temel kaygımız, esas yönelimimiz insan kavramı bağlamında ortaya çıkan temel sorunlar olacaktır. Temel sorunsalımız insan, daha genelde de modernitenin insan üzerindeki etkileri bağlamında ortaya çıkan problemler olacaktır. Hiç şüphesiz modernite büyük vaatlerle ortaya çıktı ve bu vaatlerin başında da özgürlük vardı. Burada biz moderniteyi ele alırken aslında modern aklı, modern epistemolojiyi ele alıp değerlendireceğiz ve insanın tarihteki yerinin esasında durumunun ne olduğuna değinip, bu bağlamda olumlu ve olumsuz tüm yanları da gözler önüne sermeye çalışacağız.
Bilindiği gibi Batı toplumu 17. yy’dan itibaren modernleşmeye başlamıştır. Tarıma ve zanaatlara dayalı bir ekonomiden, sanayinin ve makine üretiminin egemen olduğu bir ekonomiye geçiş süreci esasen 18. yüzyılda İngiltere’de başlamış, buradan da diğer ülkelere yayılmıştır. Nitekim sanayileşme, daha genelde de modernleşme o kadar hızlı bir şekilde gelişme gösterdi ki, birçok toplum istediği için değil, akıntıyla tarih içinde sürüklendiği içinde bu harekete ve onun etkilerine maruz kalmıştır. Başta Britanya olmak üzere, Amerika, Fransa, Almanya, Rusya ve Türkiye’de bu hareketten payına düşeni almıştır. Ancak her toplum Britanya toplumu gibi modernleşmeye doğal bir şekilde girmemiş, bu süreci sistemli bir şekilde mevcut toplumlarına uygulayamamışlardır. Bunun da en önemli nedeni Britanya’nın mevcut yapısının, yani liberal geleneğin modernite ile uygunluk göstermesidir. Daha doğrusu Britanya’da araçsal aklın gelişmesi ve buna bağlı olarak da tekhne’nin hegemonya kazanmasından dolayı Britanya’da modernite doğal bir şekilde gelişme göstermiş ve ilerleme kaydetmiştir. Aydınlanma felsefesiyle en çok özdeşleştirilen filozof Immanuel Kant’a göre aydınlanma için gereken tek şey özgürlüktür; bu özgürlük insanın, aklını her konuda kamu önünde açıkça kullanma özgürlüğüdür. Aydınlanma, Kant’ın tanımına göre, "insanın kendi suçuyla düşmüş olduğu ergin olmama durumundan", bir başka deyişle, "insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışı durumundan kurtulmasıdır" ve bu nedenle de aydınlanmanın parolası "Sapere aude! [Düşünme yürekliliğini göster!] Kendi aklını kullanma cesaretini göster! belgisidir. Kant, "insanı sonsuza dek olgunlaşmamış durumda tutan prangalar" olarak nitelediği "dogmalara ve formüllere" her zaman karşı olmuştur." Hiçbir yüksek meclisin veya kurulun "kendi üyelerinin her birini ve onlar aracılığıyla da halkı sürekli bir vesayet altında tutmak amacıyla asla belli bir değişmez doktrinler bütününe bağlanma kararı alamayacağını" açıkça ilan etmiş, "böyle bir kararın en yüksek iktidar organı tarafından, İmparatorluk Meclisleri ve en saygın barış antlaşmaları tarafından onaylanmış bile olsa mutlak olarak geçersiz olduğunu" ve "insan doğasına karşı işlenmiş bir suç oluşturduğunu" vurgulamıştır."
Görüldüğü gibi göksel ve dünyasal dogmaları, resmi ideolojileri açıkça reddeden ve mutlak olarak geçersiz sayan Kant, despotizmin düşmanı ve özgürlüğün savunucusudur. "Tıpkı çocuklarının iyiliğini gözeten bir baba gibi halkın iyiliğini gözetme" ilkesine göre kurulduğu iddia edilen vesayetçi hükümet (imperium paternale) Kant’ın gözünde kabul edilemez bir hükümettir. Çünkü böyle bir hükümet uyruklarını "kendileri için neyin gerçekten faydalı, neyin gerçekten zararlı olduğunu ayırt etmekten aciz olgunlaşmamış çocuklar durumuna sokar ve böylece onları tamamen edilgen biçimde hareket etmek, nasıl mutlu olacakları konusunda kararı devlet başkanına bırakmak ve hatta mutlu olup olmayacaklarını onun takdirine terk etmek zorunda bırakır." "Kant vesayetçi hükümetlere despotizm damgasını vurmakta hiç tereddüt etmez, onları uyruklarının özgürlüklerini tümüyle ortadan kaldıran ve her türlü haktan yoksun bırakan yönetimler olmakla suçlar."
Bu denli özgürlüğe ve insansal yaşamın önemine vurgu yapıldığı halde ortaya bambaşka bir sonuç çıkmış ve özgürlük neredeyse ortadan kaldırılmış bir noktaya gelinmiştir. Britanya da özgürlük korunmuş olmakla beraber ancak kapital sistemle beraber gelişme göstermiştir. Britanya’da felsefe Liberal gelenek temelinde gelişmiştir ve Britanya sanayi devrimiyle birlikte moderniteye en hızlı ve doğal bir şekilde geçen Avrupa ülkesidir. Araçsal aklın egemen olduğu bu toplumda hiçbir şekilde ethos, etik, töre temelli bir hareket ile karşılaşmayız. Araçsal akıl hesap yapar, ölçer biçer, fakat hızla da sorun çözer. Bu bakış açısıyla oldukça faydalı iken, diğer bir açıdan da sorunludur. Çünkü araçsal akıl’da ethos, töre, kültüre dair herhangi bir şey olmayıp, yalnızca salt matematiksel hesaplamalara dayanmaktadır. Ve esasında sorun onun yalnız doğayı ele alıp değerlendirmekle kalmayıp insanı da doğa gibi ele alıp ölçüp ve biçmesinden kaynaklanmaktadır. Amerikan modernleşmesi de Britanya’ya benzer bir şekilde gelişme göstermiştir. Amerika’daki felsefi gelenek Pragmatizmdir. Pragmatizm modern bir felsefedir, modernite ile beraber ortaya çıkmıştır. Nitekim Amerikan pragmatizmini ve liberalizmini anlamak için toplum yapısını iyi anlamak gerekir. Bilindiği gibi, Amerika, Avrupa’dan büyük, fakat düzensiz bir nüfus akımının etkisi sonucu bir araya gelmiş insanlardan oluşmaktadır. Üstelik göç eden bu insanların hepsi de liberaldir. Yani Amerika politik liberalizmi verili-hazır olarak bulmuştur. Ancak bu durum orada şu sorunun ortaya çıkmasına neden olmuştur: Bu kadar farklı etnik ve dini kökene mensup ve hepside liberal olan insanlar nasıl olup da bir arada yaşayacaklar? Başka bir deyişle sorun, nasıl bir liberalizm Amerika toplumunu bir arada tutar sorunudur. Liberalizm denen öğretinin Amerika’da geçerli olabilmesi için değiştirilip-dönüştürülüp oraya uyarlanması gerekir. Nitekim Amerikan liberalizmi bireyci değil, toplumcudur. Çünkü Amerika cemaatlerden meydana gelir ve bu toplum peşinen değişmeyi kabul etmiştir. Buna karşın modernite Almanya’da oldukça sancılı bir şekilde gelişme göstermiştir. Kant’a rağmen Alman felsefesi her defasında milliyetçiliğe gitmiş ve moderniteye karşı şiddetle direnmiştir.
Almanya’da temel sorun modernliğe karşı koymak ona direnmektir. Çünkü modern olmak değiştirmek ve dönüştürmektir. Modernitenin beraberinden getirdiği bir epistemoloji, bir ontoloji, bir antropoloji, bir etik vardır. Almanlar modernleşmeye tümüyle sırt çevirmemişlerdir, fakat onu dizginlemeye çalışmışlardır. 20. yy’ın başlarında Almanya’nın durumu içler acısıdır. İnsanların büyük çoğunluğu bir yerlerde askerlik yapmakta, kelimenin tam manasıyla insanlar sürünmektedirler. Esasen Alman felsefesinin en büyük sorunu bir nesnel ahlak bulmak kaygısıdır. Almanya’da hep kültür ile medeniyet arasında bir kavga vardır. Daha doğrusu ethos ile tekhne arasındaki kavga. Almanlar bundan dolayı milliyetçiliğe ve romantizme giderler her defasında. Modern olmak isteyip de fakat kültürden kopamama çatışmasıdır bu. Almanya ve Türkiye’deki durum aşağı yukarı budur: Modernite ile kültür arasındaki çatışma. Modenite değişmeye açık olmak demektir. Değişime kapalı bir toplumda modernleşme eğer tepeden inme bir şekilde uygulanmaya çalışırsa sonuç kültür ile bilim, ethos ile tekhne arasındaki çatışmada temellenir. Tüm bu anlattıklarımızda görüldüğü üzere modernite süreci doğal bir şekilde sadece Britanya’da gelişmiştir. Bunun dışında her yerde öyle ya da böyle karşı konulmaya çalışılmıştır. Modernleşmesi gereken insanlar, insanların düşünüş biçimidir. Britanya’da moderniteyi uygulayanlar halktır. Ancak Britanya dışındaki yerlerde uygulayan halk değil, devlettir. Devlet tarafından modernleşme sürecine gidilmiş ve insanların modernleşmeye geçmeleri sağlanmaya çalışılmıştır. Süreç böyle gelişince Almanya da bu sürece karşı birçok tepki de gelişmiştir. Nitekim Almanya’da modernleşmeye karşı romantizm çok güçlü bir şekilde gelişme göstermiştir. Bilindiği üzere ilk romantik Rousseau’dur. Onun felsefesi birçok bakımdan bize fikir vermektedir, ancak konumuzun kapsamının dışında kaldığından sınırlı bir şekilde değinmek istiyorum.
Aydınlanma felsefesi içerisinde eşitlikçi devrimci demokrat akımı temsil eden Jean-Jacques Rousseau özgürlüğün büyük savunucusudur. Rousseau’nun anlayışına göre özgürlük eşitliğin bir fonksiyonudur çünkü "eşitlik olmadan özgürlük olamaz". Rousseau mülkiyetin bir değer değil, toplumsal kötülüklerin kaynağı olduğunu, hâkimiyet ve kölelik yarattığını, bir kutupta servet, öteki kutupta sefalet ürettiğini, "açlık içindeki çoğunluk zorunlu ihtiyaç maddelerinden yoksun yaşarken, ayrıcalıklı bir avuç insanın lüks içinde yüzdüğü" bir durum oluşturduğunu savunur. Görüldüğü gibi Rousseau mülkiyet ilişkilerine dayalı toplumu esaslı olarak eleştiren devrimci bir filozoftur. Siyasal alanda da topluma hükmeden bir yönetici sınıfın varlığını eleştirir, ona göre egemenlik kayıtsız şartsız halka aittir ve bu egemenlik başka hiçbir güce devredilemeyeceği gibi temsil de edilemez. Despotizm, kölelik, tiranlık ve temsili hükümet halkın egemenliğinin gasp edilmesi anlamına gelir. Rousseau’nun felsefesi enternasyonalist ve anti-militaristtir. Rousseau’nun sözleriyle "uluslar arasındaki savaşlara, çatışmalara, cinayetlere ve misillemelere ve insan kanı dökme şerefini bir erdem sayan bütün o korkunç önyargılara" karşıdır ve "halkları birbirinden ayıran hayali engelleri ortadan kaldırmayı... ve bütün insanlığı içtenlikle kucaklamayı’" kararlı biçimde savunur.
Rousseau’ya göre insanlar için en büyük değerler özgürlük ve eşitliktir: "Her yasama sisteminin neleri amaçlaması gerektirdiğini araştırdığımızda bunların iki ana başlık altında toplanabileceğini görürüz: özgürlük ve eşitlik; özgürlük çünkü bir uyruk bağımlı durumda olduğunda devlet bu uyruğun kendisine kattığı güçten yoksun kalmış olur; eşitlik çünkü eşitlik olmadan özgürlük olamaz." Rousseau’da insan olmakla özgür olmak eş anlamlı kavramlardır, özgürlüğü olmayan insan insanî özünü yitirmiş demektir: "Bir insan özgürlüğünden vazgeçtiği zaman insanlığının özünden, haklarından ve halta insan olarak ödevinden vazgeçmiş olur. Böylesi bir toplan vazgeçme hiçbir şekilde telafi edilemez." Rousseau’ya göre kaba kuvvet hiçbir hak yaratmaz. Bu nedenle despotizm, kölelik, tiranlık ve bütün baskı biçimleri her türlü meşruiyetten yoksundurlar ve hiç kimse onlara itaat etmekle yükümlü değildir: "Kısacası bir tarafa mutlak bir otorite, öte tarafa da sorgusuz sualsiz itaat etme yükümlülüğü veren bir sözleşme geçersiz ve anlamsızdır." Rousseau, toplumsal barışı sağlama koşuluyla yurttaşların ya da bir halkın bütününün kendilerini bir despotun boyunduruğuna teslim edebileceğini savunan Hobbes ve Grotius gibi düşünürleri şiddetle eleştirir. Bir despotun boyunduruğu altındaki barışın tıpkı bir zindanda yaşamaya benzediğini belirten Rousseau, açık bir dille şunu belirtir: "Bir insanın insanlığından karşılıksız olarak vazgeçeceğini söylemek saçma ve anlamsızdır. Böylesi bir teslimiyet gayri meşru olduğu gibi hükümsüzdür de, çünkü böyle bir şey yapan kişinin aklı başında değil demektir. Bir halkın bütününün böyle davranabileceğini söylemek söz konusu halkın bütünüyle budala olduğunu kabul etmek demektir. Ancak budalalık hak yaratmaz. Demek ki Rousseau moderniteye karşı bir tepki göstermiştir. Nitekim yalnızca Rousseau değil, birçok kıta Avrupa’sı filozofu da bu harekete karşı koymaya çalışmıştır. Moderniteye karşı en güçlü direnme aracı romantizmdir.
Romantizm Modernizme tepkidir. 29 yaşında ölen Novalis Avrupa’nın ekinsel bir yeniden doğuşa gereksinim duyduğunu, Avrupa’yı bunalıma düşüren etmenlerin Reformasyon ve Aydınlanma olduğunu düşünüyordu. Reformasyon ve Aydınlanma Avrupa’yı bölüyor, halkı halka, bireyi bireye yabancılaştıran yabanıl bir tinin biçimlenmesine götürüyordu. Nitekim Edmund Frees: "bizi bu kadar ruhsuz, bu kadar akılcı kılan ülkemizdeki Yahudilerdir. Yahudileri kapı dışarı edersek eski coşkulu günlerimize geri döneriz" dedi.
Bunun yanı sıra, Edmund Husserl, "Avrupalı olmak ne demektir?" diye sorar. Sorunun kaynağını modern bilimlerde görmüştür. Ona göre toplumun töresi bozuktur. (Avrupa’nın bütününü kast eder.) Avrupalı olmak Hıristiyan olmaktır. Onun öğrencisi Martin Heidegger, varlığın hakikatinin peşinden gider. Heidegger’e göre bozulmanın nedeni Tehkne’dir. Bozulmanın köküne inildiğinde kozmosa kadar geri gidilir. Kozmos kavramının ilk kez bir hiyerarşi kazandığı yer Yahudiliktir. Heidegger’e göre hiyerarşik bir kozmos yoktur. Hiyerarşik bir kozmos araçsallığı beraberinde getirir. Ona göre Yahudilik ahlakımızı bozar. Antik Yunan’a dönmeyi teklif eder. Çünkü Antik Yunan’da her şey telos kaynaklıdır. Varlıkla ilişkimizin bozulması ahlaksal olarak çökmemize neden oldu. Bu çöküntü ve sıkıntı döneminden ancak büyük ve sınırsız bir güce sahip lider ile çıkılabilir ona göre. Bunun doğal sonucu olarak Adolf Hitler ortaya çıktı. Tüm bunlar bize göstermektedir ki modernite doğal bir gelişme göstermemiştir ve sonuçta da oldukça büyük sorunlara yol açmıştır denilebilir.
19. yy’da beklentiler boşa çıkmıştır. Bundan dolayı devrimler olacaktır. Eskiyi yıkmak, yerine yeniyi kurmak. Amaç toplumsal eşitsizliği ortadan kaldırmaktır. Ancak modern toplum içindeki eşitsizlik, ulus kavramıyla da çözülemedi. 20. yy’da toplumsal eşitsizlik inanılmaz bir seviyededir. Felsefe tarihinde de dünya tarihinde de 20. yy’ın durumu büyük krizdir. Filozofların temel derdi de bu krizi, Avrupa’nın içinde bulunduğu krizi aşmaktır. 20. yy’ın genel ruhu, manyaklık, deliliktir. Dünyanın her yerinde karışıklıklar, eşitsizlikler ve savaşlar vardır. 20. yy’da insanların çoğu ağır şartlar altında işçi olarak çalışmaktadırlar. I. Dünya Savaşı sonunda ulus devletler çığırından çıkıyor. Savaşın nasıl önleneceğine dair herkes bildiğini okuyor. Fakat savaşın nasıl biteceğini kimse bilmiyor. Almanya için öne sürülen antlaşma şartları daha büyük bir felaketin, II. Dünya Savaşının hazırlayıcısıdır aslında. Bu bir antlaşma değildir, sadece yeni bir savaşın hazırlayıcısıdır. Versay Antlaşması Almanya’yı uzun süre savaşamayacak hale getirildi ve antlaşma hükümlerini uygun bulmayan Almanya II. Dünya Savaşının çıkmasında etkili oldu. II. Dünya Savaşı sonunda iki grup ortaya çıkmıştır politik düşüncede. Batı bloğu: Liberal Demokrasinin kazandığını savunanlar (Özgürlük) K. Popper ve A. Hayek gibi. Öte tarafta Doğu bloğu: Sovyetlerin kazandığını veya kazanacağını savunanlar (Eşitlik) Althusser gibi. Nihayetinde dünya tam ortadan ikiye bölündü. Her iki gruba birden kaşı çıkanlar da vardır: postmodernler. Foucault, Lyotora, Baudrillard gibi. Sovyetler açısından batı toplumunda özgürlük vardır, fakat eşitlik yoktur. Liberaller açısından da Sovyet yani doğu toplumunda eşitlik vardır, fakat özgürlükleri yoktur.
20. yy’da artık, nasıl olup da hakikate uygun yaşayacağımız değil, farklı yaşam ve görüşlerin nasıl olup da bir arada yaşayacağına kaymıştır sorun. Bu iki düşünce sonucunda ortaya yeni bir düşünce çıkacaktır: aouru komunizm. Avrupa aouru komunizm sayesinde refah toplumu haline geldi, ulus devletler müthiş derecede güçlendi.
Marksizm bir modernite eleştirisidir. Modernitenin ve kapitalizmin radikal bir eleştirisi olarak 19. yy’da karşımıza bir de Marksizm çıkar. Özgürlüğü askıya alan bir sosyalizm, demokrasi ile uzlaşmayan bir sosyalizm kabul edilemez. Batı toplumu özgürlükçüymüş gibi durur fakat kendi ulusları dışındaki insanlara hayvan gibi muamelelerde bulunmuşlardır, kesip biçmişlerdir.
Doğu Avrupa ülkeleri 20. yüzyılın başlarında henüz gerideydiler. Ama 1917 Devrimi’nin ardından Sovyetler Birliği, 1920’lerde ve 1930’lardaki beş yıllık planlarıyla sanayide büyük bir güç haline geldi ve İngiltere’nin yaklaşık 150 yılda gerçekleştirdiği sanayileşmeyi birkaç on yıla sığdırdı.
Sovyetler tıpkı bir robot mekanizması gibi merkezden kontrol edilir her şey. Özgürlük yoktur. Türkiye’de de durum böyledir. Türkiye, modernliği sindirememiştir. Türkiye’de kavramlar yerli yerine oturmamıştır: Marksizm, liberalizm, pragmatizm, postmodernizm… bu kavramlar Türkiye’ye gelince ya bilinmeden kalmıştır, ya da gerçek anlamından uzaklaştırılmış ve yanlış anlaşılmıştır. Türkiye modernliği başaramamaktadır. Arada sıkışmış olması da ayrıca büyük bir sorundur… Moderniteye karşı koymanın en temel yollarından biri Almanya’da olduğu gibi milliyetçiliktir. Bununda daha kötüsü ırkçılıktır. Irkçılık bilim iddiası taşır. Naziler-faşistler, belli ırklar, doğal ve biyolojik nedenlerle diğerlerinden üstündürler görüşünü savunmaktaydılar. Türkiye’de biyolojik üstünlük ile ilgili teori öne süren ilk antropolog Afet İnam’dır. Doğal hakikat diye bunu öne sürdü. Modern dönemde insan diğer eşyalar arasında bir eşyadır. Çözüm kültüre dönmek, ölçülebilir şeylerin ötesine geçmektir. Fakat değerler dünyasına da sızmıştır bu: Türk olmak ölçülebilir oldu. Sonuçta biz disiplin toplumu içinde yeniden şekillendirilmiş özneleriz. Özgür filan değiliz. Sisteme hizmet ediyoruz.
Bilimin demokrasi ile ilişkisi kaybolmuştur. Ebru major sanattır, yerel sanattır evrensel değildir. Folklorik müziklerde ölmeye razıdır. Yerel olan ölmeye mahkûmdur. Bilim böyle, sanat böyle, müzik böyle, evrensel değilse ölmeye mahkûmdur. Felsefede de durum pek farklı değildir. Artık evrensel insan yok.
Yahudi Filozofların felsefesi "Ağlayan Felsefe" olarak adlandırılmaktadır. Levinas, Jonas, Arednt, bunların aileleri, yakınları vahşi bir biçimde gözlerinin önünde öldürülmüştür. Devlet anne gibi olmalıdır. Levinos: birbirimizin yüzüne nasıl bakacağız der. Onun bütün felsefesi bunun üzerine kuruludur. Bu filozoflar hakikatten kaçıyorlar. Çünkü nerede hakikat varsa orada demokrasi yoktur. Dışlanmasalardı hakikatten kaçmazlardı. Postmodernizm ikinci dünya savaşından kalan mirası taşıdı: hakikatin olduğu yerde demokrasi olmaz. Her türlü ortak bağı zedeledi postmodernizm. Özne paramparça oldu. Bu kadar parçalanmış bir durumda olan öznelerin bir araya getirilmesinden toplum çıkmaz. 20. yy’ın ikinci yarısından itibaren Kant ve Kantçılık gözde oldu. Arent ve Habermas modern teori içinde ortaya çıkan Kantçı düşünürlerdir. Kantçılığın ön plana çıkmasının nedeni, Kant ortakbağı elinde tutar hakikati dışarıda bırakır. 20. yy’ın ikinci yarısından sonra postmodernizm etkili olmuştur.
Emmanuel Levinas (1906-1996), 20. asrın politik ve entelektüel konjonktürü içinde yetişmiş Yahudi kökenli çağdaş bir Fransız filozofudur. ’Etiğin filozofu’ ya da ’başkasının filozofu’ olarak tanınan Levinas, bir yandan ontoloji-karşıtı, diğer yandansa entelektüalizm-karşıtı etik bir söylemden hareketle ’Aynı’nın hükümranlığı’ olarak gördüğü tüm bir Batı felsefesi geleneğini Başka adına eleştirmiştir.
Balkan Savaşları’ndan felaketle ayrılan Osmanlı Ordusu’na 1913 yılında Almanya’dan 42 kişilik bir subay grubu getirilmiş, bu subaylar I. Dünya Savaşı öncesinde orduda düzenlemelerde bulunmuşlardır. Alman subaylardan en çok öne çıkanları Liman von Sanders, Erich von Falkenhayn ve Von der Goltz’tur. Bu subaylar Türkiye cumhuriyetinin büyük mimarlarının temel yapıtaşlarını oluştururlar. Bunların başında Mustafa Kemal Atatürk gelmektedir. Nitekim o, Türkiye cumhuriyetini kurucu figürlerinden olma işlevini üstlenmiş ve ülkeyi belli ilkeler doğrultusunda modernleştireceğine inanmıştır. Esasen onunla beraber bu ülkeye yerleşmiş olan tek bir kavram vardır: Kemalizm. Bilindiği gibi Kemalizm veya öbür adıyla Atatürkçülük, 1920’lerde oluşup 1930’larda Türkiye’de kesin olarak hegemonyasını kuran bir ideolojidir. 1936 yılında tek parti rejiminin o sıralarda Vedat Nedim Tör’ün yönettiği Matbuat Umum Müdürlüğü tarafından Türkiye’yi tanıtmak için bastırılan Fotoğraflarla Türkiye albümünde yer alan "Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine" başlıklı sunuş yazısında açık bir dille belirtildiği gibi "Kemalizm Türk Cumhuriyetinin ideolojik mezhebidir. Bu mezhebin cihanı telakki tarzı Avrupaîdir; fakat temeli Türktür."
Aydınlanma felsefesinin bütün halkları eşit ve kardeş sayan evrenselci ve enternasyonalist yaklaşımının aksine Kemalizmin en belirgin özelliği milliyetçiliğidir. Atatürk, "’Milletlerin hayat felsefesinin sürekli ve müthiş bir mücadele seklinde ortaya çıktığına" inanır. Ona göre milletlerin birbiriyle sürekli mücadelesi yaşamın temel gerçeğidir ve bağımsız kalmak isteyen her millet çocuklarını ve gençlerini bu gerçeğe göre yetiştirmek, onlara "milli fikirleri tam bir vecd içinde her karşıt fikre karşı şiddetle ve fedakârca savunma zorunluluğunu telkin etmek’" zorundadır." Bu yüzden milli bir eğitim programının kabul edilip uygulanması mutlak bir zorunluluktur. Fikirleri doğal özelliklerimize aykırı ’"yabancı" fikirler ve doğal özelliklerimize uygun "milli" fikirler olarak ikiye ayıran Atatürk ister doğudan ister batıdan gelsin bütün yabancı fikirlerden ve etkilerden uzak yerli bir kültürü savunur, "doğal özelliklerimizle hiç de ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen her türlü etkiden uzak, milli ve tarihi karakterimize uygun bir kültür" çağrısında bulunur.
Atatürk’e göre dini, milli ve enternasyonal eğitim olmak üzere üç tür eğitim vardır ancak Türkiye’de milli eğilim verilecektir. "Eğitim kelimesi yalnız olarak kullanıldığı zaman herkes kendine göre bir anlam çıkarır. Ayrıntıya girilirse eğitimin hedefleri, amaçları çeşitlenir. Örneğin dini eğitim, milli eğitim, beynelmilel eğitim... Bütün bu eğitimlerin hedef ve gayeleri başka başkadır. ... Yeni Türk Cumhuriyetinin yeni nesle vereceği eğitim, milli eğitimdir." İsmet İnönü de Muallimler Birliği’nde öğretmenlere seslenirken aynı görüşü tekrarlar: "Sizin vereceğiniz eğilim dini değil milli, beynelmilel değil millidir."
Bu eğitim öğrencilere Türk milletinin bütün milletlerden üstün olduğu düşüncesini aşılayacaktır. Atatürk’ün sözleriyle. "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. ... Dünya yüzünde ondan daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlar tarihinde görülmemiştir." Atatürk aynı düşünceyi bir başka şekilde de vurgular: "Türk milleti kahramanlıkta olduğu kadar yetenek ve beceride de bütün milletlerden üstündür." Atatürk, Türklerin ırk açısından da üstün olduğu görüşündedir: "’Hakikatte Türkler Bizanslılardan hem daha medeni idiler, hem de ırki karakterleri onlardan yüksekti." Bu üstün millet anlayışı tek partinin önde gelen temsilcilerinden, dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt tarafından çarpıcı biçimde tekrarlanır: "... Çünkü bu Parti (CHP) bugüne kadar yaptıkları ile esasen efendi olan Türk Milletine mevkiini iade etti. Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da, düşman da dinlesin ki, bu memleketin efendisi Türktür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır. Dünyanın en hür memleketindeyiz. Bunun adına Türkiye diyorlar."
Enternasyonalizme ve evrenselliğe kesin karşı olmanın Kemalist ideolojinin vazgeçilmez bir öğesi olduğunu gösteren ilginç bir örnek, Atatürk’ün milletvekili adaylarında aradığı nitelikleri açıkladığı buyrultuda yer alan şu maddedir: "Mutlaka milliyetçi olacak, beynelmilel her akıma aleyhtar bulunacak, gerek Meclisteki hal, vaziyet, söz ve faaliyetinde ve gerek meslektaşları ile temaslarında daima bu bakış açısını takip edecektir."
Bu anlayışa bağlı olarak öğretmenler ve öğretmenlerin görevi askeri terimlerle tanımlanır. Atatürk vatanın iki orduya ihtiyacı olduğunu söyler. Bunlardan "biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin istikbalini yoğuran irfan (kültür) ordusu"dur. " Milletin geleceğini yoğuran kültür ordusu "ölen ve öldüren birinci orduya niçin öldürüp niçin öldüğünü öğreten" bir ordudur. Bu arada, Türk milletinin "doğuştan asker" olduğu görüşünün bir övünç kaynağı olduğunu, okul kitaplarından politikacıların konuşmalarına, medya yorumlarından kahve sohbetlerine kadar her yerde karşımıza çıkan bir özdeyiş niteliğini kazandığını anımsatmakla yetinelim.
Atatürk 1 Kasım 1937’de Millet Meclisi’nin beşinci dönem üçüncü toplanma yılını açış konuşmasında o sırada Kültür Vekâleti adını taşıyan Eğitim Bakanlığı’nın temel ideolojik görevini "memleket dâvalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesle yaşatacak fert ve kurumları yaratmak" olarak belirlemiştir. Milliyetçi ideoloji oluşturulmuş ve pekiştirilmişti; şimdi görev onu gelecek kuşaklara aktarmaktı. Bu ideolojiyi sürdürme ödevi, Atatürk’e göre, esas olarak üniversitelere düşüyordu: "İşaret ettiğim ilkeleri Türk gençliğinin dimağında ve Türk milletinin şuurunda daima canlı bir halde bulmak, üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza düşen başlıca vazifedir." Bir başka deyişle üniversitelerin görevi Atatürk’ün "büyük Türk milletinin dinamik ideali" olarak tanımladığı Kemalist ideolojiyi yeniden üretmekti.
Üniversiteleri düşünce ve bilim özgürlüğünün yaşandığı, aklın ilkeleri ışığında her türlü araştırmanın yapıldığı, var olan her şeyin serbestçe irdelenebildiği, eleştirel ruhun canlı tutulduğu, toplumun ve devletin aklın mahkemesinde yargılanabildiği araştırma ve öğrenim merkezleri sayan aydınlanma felsefesinin yerine, onları tek bir ideolojinin yeniden üretimiyle görevli, eleştiri ruhundan yoksun, resmi doktrini aşılama ve yayma merkezi olarak gören bir anlayış egemen olunca sonuç ister istemez günümüzün çok şikâyet edilen YÖK sistemi olur. Ne var ki YÖK sisteminden yakınan birçok kişinin sonuçta bu kurumu üreten ideolojik anlayışı ve geleneği eleştirel bir gözle irdelemekten kaçınması ve hatta savunması insanı gerçekten şaşırtıyor ve üzüyor.
Unutmayalım ki. İstanbul Darülfününu’nu kaldıran ve yerine İstanbul Üniversitesi’ni kuran 31 Mayıs 1933 tarihli 2252 sayılı yasanın kabulünden sonra zamanın Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip şunları yazmıştı: "Yeni Üniversitelerin en esaslı niteliği, milliliği ve inkılapçılığıdır. Milli tarih için yeni bölümler kurulmuştur. Türk inkılabının ideolojisini Üniversite yapacaktır. O, inkılap ile aşk ve iman kürsüsü olacaktır." İnsan kendini şu soruları sormaktan alamıyor: İman kürsüsü olmak ile üniversite olmak, aydınlanma merkezi olmak bağdaşır mı? İmanın egemen olduğu yerde özgür düşünce olur mu? Asıl özelliği milliyetçilik olan bir kurumda evrensel düşünce ve akımlara, eşitlik ve özgürlük felsefelerine yer kalır mı? Türk ırkının üstünlüğünü ve bütün uygarlıklara Türk uygarlığının beşiklik ettiğini savunan meşhur "Türk tarih tezi" efsanesini aşılamak üzere özel bölümlerin kurulmasının övünç kaynağı olduğu bir kurumda özgür bilimin yapılabileceğini düşünmek ne ölçüde gerçekçidir?
Halifeliğin kaldırılması. Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığımın) kaldırılması, ona bağlı dini mahkemelerinin kaldırılması ve medreselerin kapatılması, bütün okulların Eğitim Bakanlığına bağlanması, okullardan din dersinin adım adım kaldırılması, dinin okul sisteminin dışına çıkarılması, kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması, devlet dini maddesinin anayasadan çıkarılması ve sonunda laiklik ilkesinin anayasal bir ilke yapılması kuşkusuz önemli ve olumlu adımlardı.
Ne var ki bu adımlar aydınlanma felsefesinin öngördüğü doğrultuda din ve devlet işlerinin birbirinden kesin ayrılmasıyla tamamlanmadı. 1924 yılında halka devletçe onaylanmış "doğru" İslamı öğretmek üzere dini inanç ve ibadet konusunda tek yetkili kurum olarak devlet teşkilatının içinde Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Dolayısıyla din ve devlet işleri tutarlı bir laikliğin gerektirdiği şekilde ayrılmadı; devlet kontrolündeki bir din, daha doğrusu bir dinin bir mezhebi (Sünni Hanefi İslam), çeşitli din ve mezheplere inanan ve hiç bir din ve mezhebe inanmayan bütün yurttaşların vergileriyle bütün vicdanlara dayatılan ayrıcalıklı bir statüye sahip olmaya kesintisiz olarak devam etti.
1940’lann ikinci yarısından itibaren din dersinin yine adım adım okul sisteminin içine sokulmasını, alanının gitgide genişletilmesini ve zorunlu hale getirilmesini yaşadık. Diyanet İşleri Başkanlığı 1961 anayasasıyla anayasal bir kurum haline getirildi, adım adım büyütüldü ve 12 Eylül darbesinden sonra dayatılan 1982 anayasasıyla da bugünkü olağanüstü boyutlara ulaştı. Devletin ve dinin bu iç içeliği vaktiyle sosyalist ve demokratik akımlara karşı dini düşünceyi ve akımları sistemli olarak destekleyen devletin yönetici kurumlarını bile korkutacak sorunlara yol açtı. Ancak aydınlanmacı bir laikliğin gereklerini yerine getirmekten kaçınıldığı sürece dinci gericiliğin bir şekilde etkisizleştirileceğini sanmak tehlikeli bir yanılgıdır.
Tek parti döneminin aydınlanmacılığına kanıt olarak gösterilen bir başka olgu Köy Enstitüleri girişimidir. Köy Enstitüleri bilindiği gibi 17 Nisan 1940’ta çıkarılan 3803 sayılı kanunla köy Öğretmenleri yetiştirmek üzere kurulmuştu. Köy Enstitülerine alınacak öğrenciler köy ilkokullarını bitiren köylü çocukları arasından seçiliyordu. Enstitüde beş yıllık eğitimi tamamlayan mezunlar köylerde 20 yıl süreyle öğretmenlik yapacaklardı. Köylerde 20 yıllık mecburi hizmeti tamamlamaktan kaçınanlar bir daha devlet memuru olamayacaklar ve tazminat ödeyeceklerdi. Kanuna göre köyün okul binasının ve öğretmen evlerinin inşaatı ve bakımı köylüler tarafından yapılacaktı. 18 ile 50 yaş arası her köylü yılda 20 gün Enstitü’nün yapım, bakım ve onaran işlerinde çalışmakla yükümlüydü.
Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’e göre, kanun gücüyle hem köylülere hem de öğrencilere getirilen bu ağır yükümlülükler, ülkede çok düşük olan okuma yazma oranını hızla yükseltmek için zorunluydu.
Temel Amaç Yücel, Köy Okulları ve Enstitülerini Teşkilatlandırma Kanunu tasarısının Millet Meclisi genel kurulunda görüşülmesi sırasında kanunun dayandığı temel esasın "Köylü çocuklarının köyler içinde kalması" olduğunu açıkladı. Köylü çocuklarının köyde kalması, şehre akın etmelerinin engellenmesi, ’"köyden şehre akının bizde başlamamasına çalışılması esası"nın ilericilikle ne ölçüde bağdaştığının düşünülmesi gerektiğini belirterek Köy Enstitüleri Yönetmeliğinin Köy Enstitülerinin genel siyasal ve ideolojik amaçlarını belirleyen ilgili maddelerine geçiyorum.
Yönetmeliğe göre, 1} "Öğrenciler cumhuriyetçi ve milli duyguları tam olarak yetişeceklerdir"; Enstitülerden mezun olunca 2) "Köy öğretmenleri, milli ülkü ve maksatları köyde gerçekleştirmeye hizmet edeceklerdir"; ve 3) "Köy öğretmenleri, muhtelif meslek ve zümrelerden teşekkül etmiş olan Türk Milletini bir bütün olarak sayacak, onun kalkınmasında, ilerlemesinde kültür adamı sıfatıyla çalışacaktır".
Korporatist kapitalist tek parti devletinin emrinde milliyetçi asker-öğretmenler yetiştirme amacı galiba bundan daha güzel biçimde ifade edilemezdi. Gerçekten de köy enstitülerinde milliyetçi endoktrinasyon çok güçlüydü. Solculukla suçlanan bir öğrencinin az kalsın diğer öğrenciler tarafından linç edildiği bir olayı anlatan Düziçi Köy Enstitüsü mezunu emekli öğretmen Mahmut Mazı şu yargıda bulunuyor; "Köy Enstitüleri’nde milliyetçilik duygulan çok aşırıydı."
Hasan Ali Yücel, kendince Türk okullarında Türk öğretmenleri tarafından verilen eğitimin kalitesini kanıtlamak için Hatice Altın adlı 14-15 yaşlarında bir öğrencinin yazdığı şiiri Meclis kürsüsünden gururla okur:
Atatürk Olmasaydı, İnönü Olmasaydı
Güneşimiz doğmazdı; Atatürk olmasaydı;
Yurtta bahar olmazdı; Atatürk olmasaydı.
Çiçekler deremezdik, sevince eremezdik;
Bugünü göremezdik; Atatürk olmasaydı.
Coşamaz taşamazdık, dik yarlar aşamazdık;
Bugünü yaşamazdık; Atatürk olmasaydı.
Düşmana salamazdık; intikam alamazdık;
Egemen kalamazdık; Atatürk olmasaydı.
Fabrika açamazdık, geceden kaçamazdık;
Işıklar saçamazdık; Atatürk olmasaydı.
Kaybettik yazık yazık, biz onu kalbe kazdık;
Teselli bulamazdık, İnönü olmasaydı.
Şiiri okuyan Yücel konuşmasına şöyle devam eder: "Türk öğretmeni, elinden geldiği kadar, hatta kudretinin üstünde, memleket evlatlarını bu şimdi okuduğum ruhla yetiştirmek için gayret sarf etmektedir. Zaten bu yönde gayret sarf etmeyeni, yanlış yola sapanı gördük mü yakasına yapışıyoruz, okuldan dışarı atıyoruz.’
Liderin yüceltilmesi gerçekten de sınır tanımıyor: "Atatürk hepimizindir. Atatürk ne muayyen insanların, ne muayyen zümrelerindir. Hatta Atatürk sade biz yaşayanların değil, şu anda doğmamış olan Türk çocuklarınındır da." Yücel’in bu sözleri Millet Meclisi’nde bravo sesleriyle karşılanır.
Yücel’in Millet Meclisi’nde Köy Enstitüleri konusunda yapılan görüşmeler sırasında dile getirdiği aynı doğrultuda bir başka açıklaması da şudur: "Atatürk olmak güçtür. Biz onları [Köy Enstitülerinde okuyan öğrencileri] Atatürk’ün parçalan olmak üzere yetiştiriyoruz." Yücel’in bu sözleri de Meclis tarafından alkışlarla karşılanır.
Hasan Ali Yücel, Türk milli eğitim sisteminin ideolojik çerçevesini sözünü sakınmadan açık seçik bir dille ortaya koyar: "Bu mevzuda sağ veyahut sol temayüller bizim için başkalık ifade etmemektedir. Ciheti ve cepheleri her ne olursa olsun, Kemalizm dediğimiz ve Atatürk’e, onun koyduğu prensiplere bağladığımız inan sisteminin dışında her ne kalıyorsa bizim için zararlıdır. Bunlar, okul içine sokulmadığı gibi, memleket içine de sokmamak zaruretinde bulunduğumuz mahzurlu fikirlerdir." Bir ideolojik mezhebin, bir inanç sisteminin dışında kalan her düşünce ve akımı zararlı ilan etmenin, bu tek düşüncenin dışında kalan her görüş ve akımı yasaklamanın, tek bir ideoloji dışında hiç bir düşünceyi okullara ve ülkeye sokmamanın adı çok şey olabilir ama galiba aydınlanma olamaz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.