- 686 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ANKARA’NIN TAŞINA GÖZLERİMİN YAŞINA BAK
Küçüklüğümden bu yaşıma gelinceye kadar yaşadığım şehirler Konya, Gümüşhane, Erzincan, Bursa, İzmit, Ankara, İstanbul, Eskişehir, Muğla biçiminde sıralanıyor. Hep sorarlar ya, “Falan şehrin en çok nesini sevdin?” diye. Bu soru bana örneğin, “Konya’da yaşamışsın ya söyle bakalım en çok nesini sevdin?” biçiminde yöneltilmiş olsa sanırım bir kaç cevabım var. Konya benim için babaanne, dede, amca, hala demek ve en çok busunu sevdim diyebilirim. Konya doğduğum yer, en çok busunu sevdim diyebilirim. Daha başka şeyler de söyleyebilirim. Düşündüm de bu soru yaşadığım şehirler listesinde Ankara dışındaki hangi il için karşıma çıkarsa çıksın Konya örneğinde olduğu gibi bir kaç cevap verebilirim. Sadece Ankara için bu soruya cevabım kesin ve bir tane. Yani “En çok nesini sevdin Ankara’nın?” diye sorulsa hiç düşünmeden tek bir cevabım var. Anneanne, büyükbaba, dayı, teyze gibi akrabalarım orada yaşasalar da, üniversiteyi orada okumuş olsam da, hâla bir çok arkadaşım orada yaşasa da vereceğim cevap bir tane.
Peki Ankara’nın en çok nesini seviyorum. Tuhaf mı bilmem ama Ankara’nın en çok toprağını, taşını ve tepelerini seviyorum. “Ankara’nın taşına bak” dizesinden kalma bir şartlanmışlığım mı var benim. Marş eğer “Ankara’nın suyuna bak” deseydi en çok suyunu mu sevecektim. Kesinlikle öyle değil. En çok sevdiğim şey gerçekten Ankara’nın taşı, toprağı ve tepeleri. Bu sevginin nedenini önceden hissediyordum şimdi kesin olarak biliyorum. Tepe derken şehrin içindekileri kastetmiyorum tabi. Yanlış hatırlamıyorsam İstanbul’dan Ankara’ya gelişte şehre yaklaştığımızda ama hâla şehrin dışındayken ya da Ankara’dan İstanbul’a gidişte şehir sınırlarının dışına çıktığımızda hani evlerin, apartmanların, binaların, insanların, arabaların, caddelerin, sokakların, dükkanların, köprülerin ve üst geçitlerin olmadığı manzaralar görüş alanımıza giriyor ya işte o manzarada görünen taşı, toprağı ve tepeleri kastediyorum. O tepelerde ben hep sadelik görüyordum. Her metrekaresinden yeşillik, ağaç, çalı fışkıran tepelere sahip bir çok şehir var ve Ankara gibi olan az sanırım. Beni Ankara’ya getiren ya da Ankara’dan götüren otobüsün pencere camına koyabilmişsem başımı Ankara’nın o sade toprağını göz kırpmadan izlerken içim ferahlardı. O sadeliğin yerini yeşil örtülü topraklar alıncaya kadar sürerdi bu ferahlama hissi ve galiba bu his beni öylesine doyururdu ki görüş alanıma giren yeşil topraklara ilgi duymazdım. Toprak dediğin zaten yeşil görünürdü ve ben yeşil değil kıraç toprağın peşindeydim. Kıraç toprağı izleyerek içini ferahlatma konusunda yalnız değilim. Düş Hekiminin Ankara’nın dışındaki bir ağacı neden sahiplendiğini, “Yalnız Ağaç” dediği o ağacı diş hekimliği mesleğinin yoğun mesaisine rağmen annesini ziyaret eder gibi belli periyotlarla ziyaret edişini şimdi daha iyi anlıyorum.
www.ergir.com/mizan.htm
www.ergir.com/ozlem.htm
YORUMLAR
Yazının altında verdiğim adreste düş hekiminin yalnız ağacıyla periyodik buluşmalarından ikisi var. Düş hekimi ismini bilmeyenlerin onu tanımasını isterim. Kendisi mesleğini aksatmadan Everest tepesine tırmanabilmiş bir diş hekimi. Kendisini düş hekimi olarak tanımlamayı seviyor sanırım.